X

İnsan neden ilişki kurma ihtiyacı duyar: İlişkilerin ‘neden’i, ‘nasıl’ı ve Bağlanma Teorisi

Sosyal bir canlı olan insanın en temel ihtiyaçlarından birinin bağlanma, bir gruba ait olma, ilgi görme, sevme ve sevilme olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Ailemiz, arkadaşlarımız, partnerimiz, iş arkadaşlarımız ya da evcil hayvanımız… Sosyal yaşamda hepimizin hem duygusal hem de fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak için ‘diğerlerine’ ihtiyaç duyduğu tartışmasız bir gerçek. Peki, neden bazılarımız ilişki kurmak konusunda oldukça başarılıyken diğerlerimiz yalnız olmayı tercih ediyoruz? Bazılarımızın hayatının her alanında kurduğu ilişkilerde derinleşme becerisi varken, bazılarımız neden yüzeysel ilişkilerle sınırlı kalıyoruz? Neden ilişki kurmaya ihtiyaç duyuyoruz? İlişki kurmanın bilimsel, evrimsel, biyolojik kökenleri neler? Bağlanma Teorisi bu sorulara nasıl cevap veriyor? Peki, ilişki kuracağımız kişileri nasıl seçiyoruz? Neden ‘o’? Yaşamımız boyunca kurduğumuz ilişkilerde çocukluğumuzda gelişen bağlanma davranışlarımızın etkisi ne? Aşk gerçekten ‘tesadüfleri sever’ mi yoksa arkadaşlıktan evliliğe kurduğumuz hiçbir ilişkide tesadüflere yer yok mu?

Haftanın temasında bu hafta ilişkilerimizi mercek altına alıyoruz. Ancak ilişkilerle ilgili konuşmadan önce ilişkinin ne olduğu, neden ilişki kurmaya ihtiyaç duyduğumuzu ve nasıl ilişkilendiğimizi anlamamız gerekiyor.

İlişki nedir?

Bireyin başka bir insana, yere ya da şeye bağlanma durumu olarak açıklanan, sözlük tanımı ‘iki veya daha fazla şeyin birbirine bağlanma şekli veya bağlanma durumu.’ olan ilişki sözcüğü; aslında çevremizdeki her şeyin birbiriyle olan etkileşimini temsil ediyor. Güneşin ve Ay’ın hareketleri arasındaki ilişki, tükettiğimiz besinlerle kolesterol seviyemiz arasındaki ilişki, devletler arası ilişkiler gibi günlük hayatta belki de en çok karşımıza çıkan sözcüklerden biri olan ilişki kavramı, söz konusu insan olduğunda çok daha kompleks süreçleri de beraberinde getirebiliyor.

İnsanlar arasında anne çocuk ilişkisi, partnerler arası ilişkiler, kardeşler arası ilişkiler, arkadaşlık ilişkileri gibi yüzlerce farklı türü bulunan ilişkilerin her bir türü oluşum mekanizması açısından birbirinden oldukça farklı olmanın yanı sıra, her bir bireyin başka bir bireyle ya da bireylerle kurduğu ilişkinin dinamiği de eşsiz ve tek olmak durumunda. Ancak diğer taraftan ilişkilerimizin temelindeki bağlanma ihtiyacı ve bu ihtiyacın nasıl karşılandığı tüm ilişkilerimizde ortak olarak gösterdiğimiz davranış kalıplarımızı oluşturuyor. 

İnsan neden ilişki kurma ihtiyacı duyar?

Sevgi, bağlanmak, bir topluluğa ait hissetmek, önemsendiğini ve ilgi gördüğünü bilmek insanın en temel duygusal ihtiyaçlarından. İnsanın sosyal iletişim ve bağlanma ihtiyacını karşılamasının pek çok farklı yolu olsa da, 75 yıl süren Harvard Mutluluk Araştırması’nın sonuçları insanın mutlu olması için ihtiyaç duyduğu en önemli şeyin ‘derin ve anlamlı’ ilişkiler olduğunun altını çiziyor. Yani, aslında ne kadar çok kişiyle ilişki kurabildiğimizden çok kurduğumuz ilişkilerin bağlanma, sevgi, şefkat, ilgi gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılaması, dolayısıyla bizim için anlamlı ve derin olması oldukça büyük önem taşıyor. Romantik ilişkilerimiz, aile bağlarımız, dostluklarımız gibi ilişkilerimiz hem kendimizi ifade etme alanı bulduğumuz hem de duygusal ihtiyaçlarımızı karşılayabildiğimiz için aslında yaşam tatminimizin en önemli belirleyicilerinden.

İnsanın başkalarıyla bağ kurmaya duyduğu ihtiyaç doğuştan gelirken, sağlıklı, sevgi dolu ilişkiler kurma yeteneği sonradan geliştirilebiliyor. İlişkilerle ilgili yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu bireyin istikrarlı ilişkiler kurma ve ilişkilerini sürdürme becerisinin çocukluk döneminde beslenme, bakım, şefkat, korunma ve sosyal etkileşim ihtiyaçlarını güvenli bir şekilde karşılayan bir ebeveyn yoluyla oluşmaya başladığını gösteriyor. Dolayısıyla herhangi biriyle olan ilişkimizin nasıl başladığı, devam ettiği ya da sonlandığı tesadüflere değil, bebeklik döneminden itibaren ihtiyaçlarımızın nasıl ve kimler tarafından karşılandığıyla doğrudan ilişkili. Bu nedenle de ilişkilerin doğasını anlayabilmek için insanın bağlanma ihtiyacını ve çocukluk dönemi deneyimlerinin yetişkinlik dönemine olan yansımalarını çok iyi anlayabilmek gerekiyor. Dolayısıyla da ilişki ihtiyacımızın temel nedenini ‘Bağlanma Teorisi’ ile birlikte açıklayacağız.

Bağlanma Teorisi

Doğduğumuz andan itibaren dünyayı keşfetme yolculuğumuza ilk eşlik eden kişi olan annemizle başlayan ilişkilenme sürecimiz, sonrasında baba, kardeş, anneanne, dede, akrabalar, arkadaşlar gibi birbirinden farklı binlerce insanla iletişime geçmemizle şekilleniyor. Kişiliğimizin, hayatı algılayışımızın, tepkilerimizin, duygusal ve psikolojik tüm süreçlerimizin belirleyicisi olan ilişkilerimizin bazıları kim olduğumuz üzerinde oldukça önemli bir etkiye sahipken, bazı ilişkilerimizi hatırlamayacak kadar yüzeysel yaşayabiliyoruz. Peki, yaşamımız boyunca kurduğumuz ilişkilerin anlamlı ve derin olmasını sağlayan becerilerimiz nasıl oluşuyor? Neden bazılarımız hem arkadaşlıklarımızda hem de romantik ilişkilerimizde oldukça anlamlı bağlantılar kurabilirken, bazılarımız için ilişkilenmek bu kadar zor?

Psikoloji dünyasında ilişkilenme şeklimizle ilgili yapılan çalışmaların neredeyse tamamı, 1950’lerde ortaya atılmış Bağlanma Teorisi’ni işaret ediyor.

Güvenli ve güvensiz bağlanma: Bağlanma Teorisi ilişkilenme şeklimiz hakkında ne söylüyor?

Bağlanma Teorisi ilk olarak, bebeklerin ebeveynlerinden ayrı kalmalarının ne gibi sonuçları beraberinde getirebileceğini araştıran psikanalist John Bowlby tarafından ortaya atıldı. Bowlby teorisinde, bebeklerin ebeveynleriyle ayrılmaya ya da hiç tanımadıkları bir durumla, objeyle, kişiyle karşılaşmaya ağlama, çığlık atma ya da sarılma gibi aşırılık içeren tepkiler vermelerinin evrimsel bir temeli olduğunu varsaydı. Yani, bebeklerin çevrelerindeki kişilerle, nesnelerle ya da yerlerle olan etkileşiminde kullandıkları tüm bu tepkilerin doğal seçilim yoluyla pekişmiş olabileceğini ve bebeğin hayatta kalma şansını artıran tepkiler olduğunu söylüyordu.

Bowlby’nin ‘bağlanma davranışları’ olarak tanımladığı tüm bu tepkiler, bebeğin ihtiyaçlarını karşılayan birincil kaynağı (genellikle anne), dolayısıyla da hayatta kalma şansını kaybetme korkusuyla verdiği, içgüdüsel tepkiler olarak tanımlanıyor. Evrimsel bir temeli olan ve doğal seçilim yoluyla milyonlarca yılda geliştirdiğimiz bu içgüdüsel davranış kalıpları, hayatımız boyunca kullanacağımız ilişki kurma ve sürdürme kalıplarımızı ve ilişki alışkanlıklarımızı belirleyen ‘bağlanma davranış sistemi’mizi oluşturuyor.

Erken dönemlerde gelişen bağlanma stilimiz yetişkinlikte kuruduğumuz ilişkileri nasıl etkiliyor?

Yetişkinlik döneminde kurulan ilişkilerde de sürdürülen bağlanma davranış kalıplarının tümü, büyük ölçüde erken yaşlarda bakımımızı sağlayan kişinin (genelde anne ya da baba) ihtiyaçlarımızı ne ölçüde ve nasıl karşılayabildiğiyle ilgili. Yapılan araştırmalar, erken yaşlarında ihtiyaç duyduğu sevgiyi ve bakımı karşılayabilmiş olan kişilerin güvenli bağlanma stilleri geliştirdiğini; ihtiyaçlarının karşılanması ve bakımı konusunda ihmal edilen ya da tutarsız davranılan çocuklarınsa güvenli olmayan bağlanma stilleri geliştirdiğini; dolayısıyla ileri yaşlardaki ilişkilerinde daha endişeli ve güvensiz hissettiklerini ortaya koyuyor.

Bowlby’nin Bağlanma Teorisi üzerine yapılan kapsamlı araştırmaların sonuçları, ebeveynlerinden ayrılarak alışıkın olmadıkları durumlarla karşı karşıya bırakılan bebeklerin, ebeveynleriyle tekrar bir araya geldiklerinde şu üç yoldan biriyle tepki verdiklerini gösteriyor:

Güvenli Bağlanma: Ebeveynlerinden ayrılan ve yabancı bir ortama bırakılan bebekler zorluk yaşarlar ancak ebeveyn figürüyle tekrar bir araya geldiklerinde kolaylıkla rahatlayabilirler.

Güvenli bağlanma stili geliştirmiş olan yetişkinler kurdukları ilişkilerden memnun olma, kendilerini güvende hissetme ve her zaman birlikte olma ihtiyacı hissetmeden de partnerlerine/arkadaşlarına bağlılık gösterme eğilimindedir. İlişkilerinde dürüstlüğe, desteğe, bağımsızlığa ve derin duygusal bağlantılar kurmaya önem verirler

Kaygılı / kararsız bağlanma: Ebeveynlerinden ayrılan ve yabancı bir ortama bırakılan bebeklerin bir kısmı diğerlerine göre daha fazla zorlanır ve ebeveynleriyle tekrar bir araya geldiklerinde hem rahatlık arayışına hem de kendisini terk ettiği için ebeveynlerini cezalandırma davranışları sergilemeye yönelir.

Bu bağlanma stiline sahip bireyler kurdukları ilişkilerde güven konusunda kararsızlıklar yaşayabilirler ve duygularından kaçınırlar. Ön görülemeyen ya da aniden değişen ruh halleri gösterebilirler. Kurdukları ilişkilerde hayal kırıklığı yaşayacaklarına dair bir endişe duygusu taşırlar. İlişki kurmak konusunda sıkıntı yaşamasalar da kurdukları ilişkiler derinleştiğinde yakınlık kurmaktan kaçınabilirler. Dolayısıyla anlamlı ve sağlıklı ilişkiler kurmakta ve kurdukları ilişkileri sürdürebilmekte bir hayli zorlanabilirler.

Kaçınan bağlanma: Ebeveynlerinden ayrılan ve yabancı bir ortama bırakılan bebeklerin bir kısmı da hiç strese girmez ya da oldukça az düzeyde stres belirtisi gösterir. Ebeveynleriyle tekrar bir araya geldiklerindeyse ya ebeveynlerini görmezden gelir ya da ebeveynleriyle bir araya gelmekten kaçınma davranışı gösterirler.

Kaçınan bağlanmanın bir türü olan kayıtsız-kaçınan ya da endişeli-kaçınan bağlanma stilini benimsemiş bireyler genelde diğer insanlarla ilişki kurmaktan kaçınırlar. Hayatlarını sürdürmek ve kendilerini geliştirmek için ilişkilere ihtiyaç duymadıklarını hissedebilirler. Dolayısıyla da özgür olmak ve kendilerini diğer insanlardan soyutlamak konusunda ısrarcı davranırlar. Partnerleriyle/arkadaşlarıyla ciddi bir problem yaşadıklarında ya da ilişkilerinin devamına yönelik potansiyel bir tehditle karşı karşıya kaldıklarında kendi içlerine kapanabilirler.

Kaçınan bağlanmanın bir diğer türü olan endişeli-dirençli bağlanma stilinde olan bireylerse partnerlerine ya da yakınlarındaki diğer kişilere karşı güvensizdirler. Sevgi ve şefkat görmediklerini hissederler. Yakınlık kurdukları kişilerin onları tamamlaması ya da sorunlarını çözmesi gerektiğini düşünürler. İlişkilerinde güvende olma ihtiyacı hissediyor olsalar da, partnerlerini/arkadaşlarını kendilerinden uzaklaştıran davranışlar gösterebilirler. Kolaylıkla üzülebilirler; kırılgan, talepkar ve kıskanç olabilirler.

Daha sonraki yıllardaysa araştırmacılar bu listeye dördüncü bir bağlanma stili olan ‘düzensiz/yönsüz bağlanma’yı eklediler. Listeye sonradan eklenen bu bağlanma stili, yukarıdaki öngörülebilir üç bağlanma stilinden herhangi birini tutarlı olarak göstermeyen, bağlanma davranışları herhangi bir örüntüye tabi olmayan bireyleri ifade etmek için kullanılıyor.

Yetişkinlerde görülen bu bağlanma stilleri kişilik özelliği olmaktan çok bağlanma davranışlarını temsil eder. Dolayısıyla herhangi bir birey bazı ilişkilerinde kaçınmacı bağlanma davranışları sergilerken, diğer ilişkilerinde güvenli bağlar kurabilir ve ilişkilerini sağlıklı şekilde sürdürebilir.

Bireyin bağlanma tarzına bağlı olarak, yakın ilişkilere, evliliğe ya da ebeveynliğe yaklaşma şekli büyük ölçüde farklılıklar gösterebilir. Yetişkinlerin bağlanma davranışları, karşılarındaki kişinin davranışlarını etkileyebilir ya da o kişinin bağlanma stilinden etkilenebilir. Bu nedenle sağlıklı ve anlamlı ilişkiler kurabilmek ancak ilişkide olan iki tarafın da bağlanma stillerinin ve ihtiyaçlarının tutarlı olmasıyla mümkün olacaktır.

Farklı ilişki türleri: Aile ilişkileri, romantik ilişkiler ve arkadaşlık ilişkileri arasındaki fark neden kaynaklanıyor? 

Hepimizin bildiği gibi, başkalarıyla kurduğumuz ilişkiler yakınlık derecesine göre farklılık gösterebiliyor. Nasıl ilişkilendiğimiz ve bağlanma stilimiz tüm ilişkilerimiz için benzer olsa da, yaşamımız boyunca farklı dönemlerde farklı ihtiyaçlarımızı karşılamak için farklı türde ilişkiler geliştirebiliyoruz. Peki bu ilişkilerin birbirinden farkları neler? Neden çok yakın arkadaşlarımız olduğu halde ayrıca romantik bir ilişki kurma ihtiyacı hissediyoruz? Herhangi bir ilişkide karşılayamadığımız bir ihtiyaç nedeniyle mi farklı türde ilişkiler geliştiriyoruz? Yoksa ilişkilerimizin türünü belirleyen şey sadece aşk ve sevgi gibi duyguların yoğun olması mı?

Aslında herhangi bir ilişki türünü diğerinden ayırmak o kadar da kolay bir iş değil. Ancak ilişkilerdeki farklılığı yaratan şey, aradaki sevgi ve yakınlık duygusunun ne yoğunlukta olduğu ve kişiler tarafından nasıl deneyimlendiğinde saklı.

Romantik İlişkiler

Romantik ilişkilerimiz herhangi birine duyduğumuz tutku, aşk, sevgi gibi olumlu pek çok duyguyu bir arada içerir. Her zaman cinsel bir çekim hissedilmesi gerekmeksizin cinsellik faktörü ve cinsel çekimi de içine alan fiziksel yakınlık isteği, romantik ilişkileri diğer yakın ilişki türlerinden ayıran en önemli farklılıklardan biridir. Romantik ilişkilenme türünün bir boyutu olan platonik aşkta fiziksel bir yakınlık ya da cinsel çekim duyulmaksızın aşk, sevgi ve tutku gibi duygular deneyimlenir. Ancak burada bahsettiğimiz ‘platonik aşk’, birini karşılıksız sevmeyi ifade etmiyor. Bahsetmiş olduğumuz platonik aşk, romantik ilişkinin cinsellik dışında kalan ‘duygusal, ruhsal, tinsel’ boyutu ve aslında romantik ilişki yaşayan herkes birbirine karşı platonik duygular besliyor. Diğer taraftan, sadece cinselliğin ve fiziksel çekimin olduğu, platonik aşk kategorisine giren tutku, sevgi, aşk gibi duyguların deneyimlenmediği romantik ilişki türleri de bulunabiliyor. Romantik ilişkilerin çoğunluğunda yoğun duyguları içeren platonik aşk ve cinsel çekim bir arada bulunsa da, bazen her iki boyut da tek başına deneyimlenebiliyor.

Arkadaşlık ilişkileri

Arkadaşlık ilişkisinde de romantik ilişkide olan sevgi ve şefkat gibi pek çok duygu deneyimlenebilse de, bu duyguların romantik ilişkide olduğumuz kişideki yansımalarıyla arkadaşlık ilişkilerimizdeki yansımaları birbirinden oldukça farklı. Arkadaşlık ilişkisinde sevgi ve şefkat duyguları tıpkı romantik ilişkilerde olduğu gibi birinin sizin için önemli olduğunu, onun ihtiyaçlarına karşı duyarlı olduğunuzu gösterir. Ancak deneyimlenen duyguların yoğunluğunda belirli bir sınır gözetilir. Öpme, sarılma, tokalaşma gibi fiziksel temas ve yakınlık davranışları olsa da, fiziksel yakınlığın bir sınırı vardır ve iki tarafta da cinsel herhangi bir çekim gözlenmez. Duygular romantik ilişkide olduğu kadar yoğun ve çeşitli değildir. Cinsel herhangi bir çekim söz konusu değildir. 

Aile ilişkileri

Genelde kan bağına bağlı olsa da, bazen kan bağımız olmaksızın çok fazla zaman geçirdiğimiz ve derin paylaşımlar yaptığımız anne, baba, üvey anne, üvey baba, kardeş, hala, teyze, amca, dayı gibi yakınlarımızla ya da bu yakınlarımıza duyduğumuz kadar fazla sevgi ve yakınlık duyduğumuz insanlarla kurduğumuz ilişkileri içerir. Aile ilişkileri, genelde iki yönlü bir ilişkiyi değil, aileyi oluşturan tüm bireylerin arasındaki bir ilişki ağını temsil eder. Dolayısıyla aile bireyleri birbirine ne kadar yakınsa, aile ilişkisini oluşturan bu ağ da o kadar geniş olabilir. Aile ilişkileri yakınlıkla kurulan bu geniş ilişki ağı nedeniyle oldukça güçlü ve koruyucudur. Romantik ilişkinin fiziksel yakınlık ve tutku boyutunu içermeyen ancak arkadaşlık ilişkisi kadar sınırlı da olmayan aile ilişkileri, bireyin tüm diğer ilişkilerinde güvenli ya da güvensiz bağlanma davranışları geliştirmesinde etkilidir. Aile ilişkilerinin güçlü ve sağlıklı olması, kişinin kendisini güvende hissetmesinin ve zor zamanlarında destek alabilmesinin anahtarıdır. Aile ilişkilerinde sınırların belirli bir kurala bağlı kalmaksızın, kişiler arasındaki ilişki dinamiklerine göre belirlenmesi çoğu zaman sevildiğinizi hissetseniz de bu sevgiyle çelişen durumlar deneyimlemenize sebep olabilir. Aile, Bağlanma Teorisi kısmında da detaylıca anlattığımız şekilde ilişkilenmeyi ilk deneyimlediğimiz yerdir ve sonraki ilişkilerimizde sevgiyi nasıl alacağımızı ve vereceğimizi ailede öğrendiğimiz ilişkilenme davranışlarımız belirler.

İlişkiler, en az insan doğası kadar karmaşık ve kompleks süreçleri içeriyor. Hayata gözlerimizi açtığımız ilk andan itibaren başlayan dünyayla, objelerle ve diğer insanlarla olan ilişki sürecimiz, ailemizde başlayarak içinde yaşadığımız toplumun diğer üyelerine doğru genişleme gösteriyor. İlişkilerimiz çoğaldıkça, farklı türde ilişkiler deneyimledikçe daha da karmaşıklaşan ilişki süreçlerini anlayabilmek için, kurduğumuz tüm ilişkilerin merkezinde olan bağlanma davranışlarımızı çok iyi anlamak gerekiyor. Bağlanma stilinizi keşfettiğinizde, kurduğunuz tüm ilişkilerdeki davranış örüntülerinizi çok daha iyi analiz edebilir hale geleceksiniz.

İlginizi çekebilir: İlişki safhaları ve sağlam bir ilişki için ipuçları

 

Kaynaklar: Psychology Today, Positive Psychology, Clarity Clinic, Classroom, Huffington Post, Life Hack

Uplifers: Kaliteli ve mutlu yaşam koçunuz!

Hayatın küçük tatlı sürprizlerini L’Occitane Almond Shower Oil ile yakalayın

Hayat, beklenmeyen güzelliklerle dolu bir dans gibi; eğer görmeyi, fark etmeyi bilirsek hayatın şaşırtıcı güzellikteki tatlı anlarını sık sık yakalayabiliriz. Bazen uzun zamandır görmediğimiz bir arkadaşımızla yolda karşılaştığımız, bazense tatlı bir yağmurun ardından çıkan gökkuşağını gördüğümüz o ‘an’da gizli olabilir mutluluk. Bu, beklenmedik ama her zaman iyi hissetmemizi sağlayan hoş sürprizler, hayatın şaşırtıcı güzellikteki anlarından yalnızca birkaçı olsa da tüm gün yüzümüzü güldürmeye yetebilir.



Yakalamak için istekli olursak hayatın monoton akışına biraz olsun ara vermemizi sağlayan ve yaşamın ne kadar büyüleyici olduğunu hatırlatan pek çok tatlı sürpriz bulabiliriz. Tıpkı L’Occitane Almond Shower Oil’in su ile buluştuğunda yağ kıvamından köpüğe dönüşen sürprizli formu gibi.

Sürprizlerle dolu keyif veren bir deneyim

Mutluluk veren, keyif dolu ve sürprizli anlar dediğimizde şüphesiz ki kendimize ayırdığımız zamanların önemi ve yeri çok büyük. Çünkü, günlük hayatın koşturması içerisinde kendimizi şımartabildiğimiz, bedenimizin ve zihnimizin ihtiyaçlarını karşılayabildiğimiz bu özel anlar, monotonluğun içinden bize göz kırpan küçük sürprizler gibi. Özellikle de kişisel bakım ritüellerini taçlandıran L’Occitane Almond Shower Oil ile sürprizlerin hiç sonu yok. Bu özel duş bakım yağı, suyla buluştuğu anda değişen formu ile bize sıradan görünen anları bile özel kılan küçük sürprizler sunuyor.

Almond Shower Oil’in içeriğindeki badem yağı, su ile birleştiğinde anında yoğun keyif verici bir köpüğe dönüşüyor, bize de tatlı küçük sürprizlerle dolu dokunuşların cildimizde bıraktığı o yumuşacık etkinin keyfini sürmek kalıyor. Tabii, o tatlı ve küçük sürprizler Badem Duş Yağı’nın yalnızca köpüren özel formülünde saklı değil, kokusu da bambaşka bir heyecan.

Kokuların duyuları harekete geçiren büyülü dünyası

Bazen sizin de bir kokunun esintisiyle geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıktığınızı hissettiğiniz oluyor mu? Kabul edelim, hayatın içindeki tatlı sürprizli anlarda kokuların da etkisi oldukça büyük. Belki çocukluğunuzdan keyifli bir anı hatırlatan nostaljik bir koku, belki gençliğinizde kullandığınız eski bir parfümün rüzgarla karışmış hali, belki de taze biçilmiş çimlerin havada dağılan dansı… Kokular da sürprizli anların başrol oyuncusu olabiliyor.



Tıpkı, Almond Shower Oil’in tatlı bademin mis kokusunu cildimizde bırakması gibi. Üstelik vegan içeriği ile tüm cilt tiplerine de uygun olan bu bakım yağı, duyuları harekete geçiren büyülü bir dünyanın da kapısını aralıyor. Hayatın bitmeyen telaş ve karmaşasında her şeyden biraz da olsa uzaklaşıp, o büyülü dünyaları keşfetmek hepimizin ihtiyacı değil mi? Daha fark edilmeyi bekleyen onca tatlı sürpriz varken…

Şaşırtıcı üçlü etki

Köpüren özel formül, büyülü dünyalara açılan mis badem kokusu, tabii bir de şaşırtıcı üçlü etki. L’Occitane Almond Shower Oil ile hayatın sürprizlerle dolu anlarını yakalamak çok kolay. Özel vegan formülü, cildi hem temizliyor hem nemlendiriyor hem de onarıyor. Bu üç etkiyi bir arada bulabilmek de en tatlı sürprizlerden biri.

Badem Duş Yağı, özel köpük yapısı ile cildi temizliyor, içeriğindeki omega 6 ve 9 bakımından zengin tatlı badem yağı ve üzüm çekirdeği yağı ile ilk kullanımda nemlendirme etkisi sağlıyor ve cildi besleyerek ışıl ışıl bir görünüme kavuşturuyor.

Elbette, hayatta daha yakalanmayı bekleyen pek çok şaşırtıcı tatlı an var. Bazıları, bir anda karşımıza çıksa da bazen de bu anları biz yaratabiliriz. Bakım rutinlerimize L’Occitane Almond Shower Oil’i eklemek, tanımadığımız birine iltifat etmek ya da sevdiğimiz birine uzun zamandır istediği bir şeyi satın almak, hayatımızda o tatlı sürprizleri artırmaya ve yaşamın keyfini doyasıya çıkarmaya yardımcı olabilir.

Hiç vakit kaybetmeden birinden başlamak istiyorsanız hemen tıklayıp sürprizlerle dolu L’Occitane Almond Shower Oil dünyasını keşfedebilirsiniz.

Sıra dışı bir gelecek: Otomobil dünyasında bizi neler bekliyor?

Teknolojinin, yapay zekanın ve çevre bilincinin hızla geliştiği günümüzde otomotiv dünyası da bu gelişmelerden geri kalmıyor ve inovasyonlarla ve merakla dolu bir sektöre dönüşüyor. Son yıllarda elektrikli araçlar, otonom sürüş özellikleri, akıllı yol çözümleri gibi konularla pek çok gelişime imza atan otomobil dünyasında gelecekte bizi daha nelerin beklediği büyük bir merak konusu. Hepsi çok heyecan verici olsa da en çok merak edilen sorulardan ve benim de heyecanla beklediğim gelişmelerden biri; uçan arabaların hayatımıza girip girmeyeceği 🙂 Uçan arabalar yakın zamanda hayatımıza dahil olur mu bunu bilmiyorum ama otomotiv endüstrisinin geleceği hakkında kendi perspektifimden ele alacağım pek çok konu var. Gelin, benim de bir parçası olduğum bu sıra dışı gelecekte bizi neler bekliyor olabilir birlikte bakalım.



Elektrikli otomobillerin hızlı yükselişi

Geçtiğimiz yıllarda pek çok otomobil markası, yakın gelecekte elektrikli araç üretimine ağırlık vereceğini açıklamıştı, hatta dünya çapında tamamen elektrikli araç üretimine geçmeyi planladığını belirten markalar da var. Elektrikli araçların hayatımıza dahil olması çok yeni bir gelişme olmasa da yaygınlaşması ve popülerliğinin artması son zamanlarda daha bir artış gösterdi. Gelecekte de elektrikli araçların üretiminin ve kullanıcısının artması sektörünün en beklenen gelişmeleri arasında.

Bildiğiniz gibi ben de elektrikli otomobil tutkunlarından biriyim ve sık sık sizlerle Instagram hesabımdan %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E ile olan maceralarımı paylaşıyorum 🙂 Konumuza dönecek olursak; fosil yakıt tüketimini azaltmak ve karbon emisyonlarını düşürmek için ülkelerin elektrikli araç kullanımına yönelik teşviklerini artırması da beklenenler arasında. Ayrıca, batarya teknolojisinde yeni ilerlemeler, elektrikli araçların menzillerinin artırılması, şarj altyapılarının geliştirilmesi de yine yakın gelecekte bizimle olacağa benziyor.

Sürdürülebilir ve çevre dostu çözümler

Elektrikli araçların yükselişi, otomobil dünyasının geleceğinde beklenen tek çevreci haber değil. Doğa dostu yaklaşımlar ve sürdürülebilir çözümlerle dolu yenilikler de ufukta. Pek çok sektörün son yıllarda önemli bir gündem maddesi haline gelmiş olan çevre bilinci, otomotiv dünyası için de önemli bir konu. Geri dönüştürülmüş malzemelerden üretilen iç dizayn ekipmanları, doğa dostu kumaşların kullanımı, üretim aşamasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, daha az karbon salımı yapan motor teknolojileri ve daha nice gelişme, otomotiv dünyasının beklenenleri arasında.

Sektörde yeşil devrim adını verebileceğimiz daha pek çok gelişmenin damga vurması da olası. Araçların iç tasarımdan üretim süreçlerine kadar geniş bir yelpazede sürdürülebilir çözümler, otomobillerin gelecekteki dünyasını ve tabii ki dünyamızı taçlandıracak gibi. Bir çevreci olarak hızla yaygınlaşmasını görmek istediğim gelişmelerden birisi kesinlikle sürdürülebilir çözümler.

Otonom sürüş özelliklerinde ilerlemeler

Ve tabii ki otonom sürüş özelliklerinden bahsetmemek olmaz. Beni belki de en çok heyecanlandıran konulardan bir diğeri. Hani şu sürücüsüz giden otomobiller var ya, işte tam da onlardan bahsediyorum. Yakın bir gelecekte belki de araçların şoför koltukları hep boş kalacak. Olamaz mı? Bu, çok gerçekçi bir senaryo olmasa da şu an için benzer senaryolarla sık sık karşılaşacağız gibi. Çünkü pek çok dünya devi otomobil ve teknoloji firması, otonom araçlar alanında büyük yatırımlar yapıyor. Ancak, tam otonomiye ulaşmak için biraz daha geleceği beklemek gerekecek. Çünkü birtakım zorlukları aşabilmek için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bekleniyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki yoğun ve karışık trafik senaryoları, yasal düzenlemeler, kişisel hakların korunması, uygun yol ve altyapı çalışmalarının tamamlanması gibi pek çok faktör var. Yine de bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve otonom sürüşün farklı seviyelerinin piyasaya sürülmüş olması, otonom sürüş teknolojilerinin potansiyelini gösteriyor. Gelecekte tam otonom seviyeye de erişilmesi mümkün.



Otonom özelliklerin yanı sıra farklı sürüş modları da ufukta. Hatta, ben şimdiden %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E  ile bu modları deneme fırsatına sahibim 🙂 Mustang Mach-E, sürüş deneyimini kişisel isteklere göre uyarlıyor; Aktive, Whisper ve Untamed modları sayesinde motor seslerini, ortam aydınlatmasını ve hatta aracın tepki verme hızını kişiselleştirmek mümkün. 

Akıllı şehirlerin kurulması

Otonom sürüş özellikleri, farklı sürüş modları, otomobil ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, yalnızca bireysel kullanımla sınırlı kalmayacak muhtemelen. Ve önemli bir toplumsal gündem haline de gelecek. Bu da akıllı şehirler gibi bir konseptin hayatımıza girmesi anlamını taşıyabilir. Şehirlerin, otomobillerin geleceği ile ne ilgisi var ki diye düşünmeye başlamadan hemen araya gireyim. Eğer başta otonom sürüş özellikleri olmak üzere otomobiller kendi başlarına -bir sürücünün aracı sürmesine ihtiyaç kalmaksızın- yolda gidebilecekse, bu şehirlerin de birtakım düzenlemelerden geçmesi anlamını taşıyor. Yollardaki alt yapı çalışmalarının bu doğrultuda düzenlenmesi, akıllı şarj istasyonlarının kurulması ve otonom araçların kendi kendini şarja takabilmesi için uygun çevresel yapılanmaların tamamlanması gibi pek çok gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Belki de gelecekte şehirlere akıllı taksi durakları kurulacak ve birtakım mobil uygulamalar üzerinden bağlantıya geçilebilecek.

Sosyal dünya ile bağlantı sağlayan araç özelliklerinin geliştirilmesi

Bir düşünelim; otomobiliniz size en yakın kafeyi önerse ya da zevkinize uygun bir restoranda sizin için rezervasyon yaptırsa, nasıl olur? Ya da arkadaşlarınızla buluşma ayarlasa, arabaya bindiğinizde en sevdiğiniz dizinin kaldığınız bölümünü başlatsa? Siz keyifle buluşmalarınıza hazırlanırken veya dizinizi izleyip, müziğinizi dinlerken sizi istediğiniz yere götürse? Yani adeta bir eğlence merkezine dönüşse? Tüm bunlar, yakın gelecekte hayallerimizi süslemenin ötesine geçebilir. Bağlantılı araçlar, yani kendi internet erişimi olan ve verileri başka cihazlarla da paylaşabilen araçlar, otomobil dünyasının belki de gelecekte en çok parlayan yıldızı olabilir. Yalnızca yolculuk vadetmenin ötesinde bağlantılı araçlar, adeta kişisel mobil cihazlarımıza dönüşebilir.

Çoğu macerama tanıklık ettiğiniz Ford Mustang Mach-E de adeta benim eğlence merkezim. Araç içi iletişim ve eğlence sistemi olan Ford SYNC 4A ile konuşma, ses tanıma, kablosuz akıllı telefon entegrasyonu, sezgisel 15,5″ dokunmatik ekran ve çok daha fazlasını deneyimleyebiliyorum. Halihazırda gelişmiş teknolojinin keyfini sürebiliyor olsam da gelecekte bağlantılı araçlar bizi daha pek çok özelliği ile şaşırtacak diyebilirim.

Kısacası, otomobil dünyasının sıra dışı geleceğinde bizi bekleyen yepyeni heyecanlar var. Uçan arabalar yalnızca filmlerin unutulmaz bir parçası olarak mı hafızalarımızda kalır yoksa gerçekten de hayatımıza dahil olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da otomobil dünyasının hiç olmadığı kadar yenilik dolu olduğu. Kim bilir belki bir gün gökyüzünde bulutların arasında sıkışıp kaldığım bir trafikteyken size yazarım 🙂 Daha fazlası için yazılarımı ve Instagram hesabımı takip etmeyi unutmayın.

İlginizi çekebilir: Virtual Influencer’lar: Kim bu sıra dışı influencer’lar? Takip etmeniz gerekenler?

Sürdürülebilir çözümlerin izinde: VitrA’dan dünyanın ilk ve tek %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabosu

‘Biricik’ dünyamız günden güne artan çevreler baskılar ve azalan doğal kaynak sorunları ile karşı karşıya. İklim krizi, küresel ısınma, atık sorunları, hava kirliliği ve daha nice çevresel sıkıntı, hem dünyamızın hem de insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bu nedenle, sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarına sahip olmanın önemi her zamankinden kat ve kat daha fazla. Böylesi bir gerçekliğin farkında olan tüm endüstrilerde de yenilikçi ve çevre dostu ürünlerin geliştirilmesi oldukça büyük bir öneme sahip. Bu bağlamda VitrA, büyük bir adım atarak çevreye saygısını ve döngüsel ekonomiye olan katkısını gözler önüne seriyor.



VitrA’dan bir ilk; %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo

Çevresel ayak izlerini azaltma yolunda önemli adımlar atan VitrA, sektörün değişim öncülerinden biri olarak bizi yeni çevre dostu lavabosu ile tanıştırıyor. Dünyanın ilk ve tek %100* geri dönüştürülmüş seramik lavabosu özelliğini taşıyan bu lavabo, atık olarak kabul edilen malzemelere yeniden hayat veriyor. Yeni çevre dostu lavaboların içerik olarak yaklaşık %100’ü, kırık seramikler de dahil olmak üzere üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan oluşuyor.

VitrA’nın sürdürülebilirlik konusundaki vizyon ve öncülüğünü yansıtan bu yenilikçi ve çevre dostu lavabolarla, seramik sektöründe sürdürülebilir tasarım konusunda da yeni bir standart ortaya çıkıyor. Tasarım harikası ve fonksiyonel bir ürün olmanın ötesinde geri dönüştürülmüş seramik lavabolar, çevresel bilinç ve sürdürülebilir yaşam tarzlarını da destekleyen güçlü bir mesaj taşıyor.

%30 oranında iyileşen küresel ısınma potansiyeli

ISO 14040:2006 ve 14044:2006 standartlarına uygun yapılan Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi sonuçlarına göre, atıkların kullanılması çevresel etkilerden küresel ısınma potansiyelini %30 oranında iyileştiriyor. Geri dönüştürülmüş lavaboların üretilmesi sayesinde, ürün başına, daha az hammadde kullanılarak %36’lık iyileştirmeyle yaklaşık 5 kilogram hammadde tasarrufu ve %38 iyileştirmeyle 2,48 Kwh elektrik tasarrufu elde edilmesi hedefleniyor.

Sadece bir lavabo olma işleviyle kalmayan, çevresel sürdürülebilirliğe yönelik geniş bir vizyonu temsil eden bu ürün, çevreye duyarlı bir gelecek için atılmış çok büyük bir adım. Eczacıbaşı Yapı Gereçleri’nin çevre dostu lavabolarla benimsediği bu üretim yaklaşımı, döngüsel ekonomiye katkıyı da en üst seviyeye çıkarıyor.

Sürdürülebilir bir gelecek için hijyenik ve şık bir ilham kaynağı

Küresel ısınma potansiyelini iyileştiren, çevre dostu bir tasarım harikası olmasının ötesinde VitrA’nın geri dönüştürülmüş lavaboları, hijyen endişesini de ortadan kaldırıyor; çünkü bu lavabolar VitrA Hygiene teknolojisiyle kaplanıyor. Bakteri gelişimini %99,9 oranında önleyen VitrA Hygiene teknolojisi sayesinde, seramik lavaboların kullanımı sırasında yüzeye bulaşan bakteriler etkisiz hale geliyor. Böylece, bir numaralı önceliğimiz olan hijyenden ödün vermeden çevre dostu seçimler yapmak da kolaylaşıyor.



Ayrıca, her zevke, her alana uygun seçimler yapmak da yine VitrA ile oldukça kolay. Bilecik, Bozüyük’teki VitrA Üretim Kampüsü’nde geliştirilen yenilikçi çözümler sayesinde üretimine başlanan bu çevre dostu çanak lavabolar, ilk olarak mat bej renkte ve 5 formda tasarlanmış olsa da VitrA’nın geri dönüştürülmüş ürün gamına yeni ürün ve renklerin eklenmesi de planlanıyor.

VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabonun hikayesi, gelecekteki çevre dostu ürünler ve teknolojiler için de büyük bir ilham kaynağı. Daha sürdürülebilir bir dünya için gelecekte atılacak tüm adımlara şimdiden ilham olduğu kesin. Siz de yaşam alanlarınızı çevre dostu bir bilinç ile şekillendirmek ve bir eşi daha olmayan dünyamızın geleceği için önemli bir adım atmak istiyorsanız hemen tıklayıp VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo çeşitlerini keşfedebilirsiniz.

* İçerik olarak yaklaşık %100’ü üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan üretilmiştir.

* Bu içerik VitrA katkılarıyla hazırlanmıştır.

İlgili Makale