X

Son yıllarda hızla artan gıda alerjilerinin ardındaki olası nedenler

Son yıllarda gıda alerjilerinin giderek arttığı yadsınamaz bir gerçek. Hem çocuklarda hem de yetişkinlerde hızla yaygınlaşan alerjiler, yaşam kalitesini ciddi anlamda düşürebiliyor. Amerika Birleşik Devletleri Tarım Bakanlığı, yetişkinlerin yaklaşık yüzde 2’sinin ve çocukların yüzde 4 ile 8’inin gıda alerjisinden muzdarip olduğunu tahmin ediyor. Bazı bilim insanları ise bu oranın ABD’de yaklaşık 33 milyon insan genelinde yüzde 10’a kadar çıktığını düşünüyor. Hatta bazı uzmanlar gıda alerjilerini bir tür salgın olarak tanımlıyor.

Sağlık sistemi ve ekonomi üzerinde ciddi bir yük oluşturan alerjilere bağlı ölümlerin sayısının Amerika’da yılda yaklaşık 150-200 kişi olduğu biliniyor. Bunun yanı sıra bir yılda yaklaşık 30.000 kişinin alerjiden dolayı acil servislere başvurduğu görülüyor. Doktor ziyaretleri, hastaneye yatışlar, ilaçlar, bakım süreci, üretkenlik kaybı ve özel yemekler derken gıda alerjilerinin bir yıllık maliyeti yaklaşık 25 milyar dolara mal olabiliyor. Ve tüm bu nedenlerden dolayı da hızla artan alerjilerin ardındaki gizemi çözmek, büyük bir aciliyet kazanıyor. Neden artıyor, neden çocuklar, yetişkinler birtakım gıda gruplarından kaçınmak zorunda kalıyor, neden insanlar sevdikleri yemekleri yiyemiyor ya da özel bir beslenme uygulamak durumunda oldukları için sevdiklerinin yemek davetlerine ‘hayır’ diyorlar? Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü’nün bölüm başkanı Alkis Togias, ‘açıklanamayan (unexplainable) kavramı, bu konuya tam olarak uyuyor’ diyerek duruma dikkat çekiyor.

Alerjiyi ‘alerji yapan’ şey nedir?

Yer fıstığı, kabuklu deniz ürünleri, soya, buğday, yumurta, kuru yemişler gibi birçok gıda, akıllara ilk olarak alerji kelimesini getiriyor. Bilim insanlarının tanımına göre, alerji vücudun normalde zararsız kabul edilen maddelere karşı Ige ile anormal yanıtlar vermesidir. Ige (Immunglobulin E) bağışıklık sisteminin istilacıları (zararlı algılanan maddeleri) tanımlamasına ve bunlara karşı koymasına yardımcı olmak için üretilen bir proteindir ve IgE bir tehdit bulduğunda, kan damarlarının genişlemesine, dokuların iltihaplanmasına, cildin kaşınmasına ve hava yollarının hırıltılı, öksürme veya hapşırmasına neden olan histamin adı verilen bir hormonun üretimini tetikler; kısaca alerjik semptomların açığa çıkmasına neden olur.

Bu savunma mekanizması, aslında vücuttaki parazitler veya virüsler başa çıkmak için geliştirilmiş olsa da bazen iyi huylu maddeleri de (örneğin fıstık, yumurta vb. yaygın olarak karşılaşılan alerjenler) tehlike olarak algılayabiliyor. Bunun nedeni, bağışıklık sisteminin yanlış eğitilmiş olması veya herhangi bir olası alerjenin, tehdit oluşturabilecek zararlı bir maddeyle ortak bir yapıya sahip olması olabilir. Uzmanlara göre pek çok madde alerjiye neden olabilse de bunların en tehlikelileri arasında gıda alerjileri yer alır; çünkü insanlar her gün yemek yemek zorundadır ve alerjiler şiddetli olduğundan yani vücut ciddi reaksiyonlar gösterdiğinde sonuçlar ölümcül olabilir. Bu nedenle alerjilerin ardındaki gizemi çözmek, onlarla baş etmenin yollarını bulma açısından kritik öneme sahiptir.

Gıda alerjilerindeki artışın arkasındaki teoriler

Peki gıda alerjileri neden bu denli hızla artmaya devam ediyor ve özellikle son yıllarda doğan bebekler neden dünya genelinde daha yüksek alerji oranlarına sahip? Bu konuda yapılan araştırmalar ve uzman görüşleri bu artışın ardında farklı teoriler olabileceğini öne sürüyor:

1. Hijyen hipotezi

Bilim insanlarına göre sanitasyon, dezenfeksiyon, kısacası temizlik artıkça, hijyenik olma furyası yükseldikçe gıda alerjilerinin oranları da arttı. Vücutlarımız, karşı koymak için daha az mikrop veya parazitle karşılaşınca, alerjenler gibi daha az zararlı bileşenlere karşı atağa geçmeye başladı. Çünkü insanlar son derece sterilize edilmiş ortamlarda daha fazla zaman geçirdikçe, bağışıklık sisteminin düzenlenmesinde çok önemli rol oynayan belirli iyi huylu, hatta yardımcı mikroorganizmalarla -bilim insanlarının ‘sözde eski dostlar’ olarak tanımladıkları- karşılaşma olasılıkları düştü. Ve uzmanlara göre bu durum dünyanın her yerinde görülmeye başladı. Özellikle zengin ülkelerde en yüksek alerji oranları olduğu kaydedildi.

Çin’de, gıda alerjisi oranları 1999 ile 2008 arasında yüzde 5’ten 2009 ile 2018 arasında yüzde 8’e yükseldi. Alerji oranları düşük olan daha fakir ülkelerden daha zengin ülkelere göç eden insanlar, alerji oranlarının arttığını ve çocuklarının kısa süre sonra alerjik reaksiyonlar gösterdiği gördüler; hem yerli sakinlerde hem de göç edenlerde…

Ancak tüm bunlara rağmen bilim insanlarına göre hijyen hipotezi, alerjilerde gördüğümüz her şeyi açıklamıyor. Çünkü hijyen yüzyıllardır gelişiyor, ancak alerjiler en çok son on yılda arttı. Yine de bu durum yok sayılmıyor; bazı araştırmalar hijyen hipotezine daha fazla vurgu yaparken bazıları çözümün daha kirli olmaktan geçmediğine dikkat çekiyor.

2. Maruz kalma hipotezi

Uzmanlara göre bebeklerin şekillendirilebilir bağışıklık sistemleri vardır; yani yaşamlarının ilk ayları, bağışıklık sisteminin tehditlere karşı tepkisini ayarlamak için oldukça kritiktir. McMaster Üniversitesi’nde klinik pediatri klinik profesörü Douglas Mack, “Rehber niteliğindeki bilgiler, bize çocukların gıda alerjenlerinden erken yaşlarda kaçınmaları gerektiğini önerdi, ancak bu düşünce yanlış olabilir, hatta geri tepmiş durumda. Bu durum, alerji oranlarının son 30 yılda önceki yıllara kıyasla neden bu kadar arttığını açıklayabilir.” diyerek erken yaşlarda başlayan alerjilerin nedenleri arasında alerjenlere maruz kalmama olduğunu söylüyor. Bu maruz kalma hipotezini destekleyebilecek nitelikte araştırmalar da literatürde yer alıyor.

2015 yılında 640 bebekle yapılan bir araştırmada, bebeklerin bir kısmı yer fıstığı içeren gıdaları tüketirken kalan kısmının bu tür gıdalardan kaçınması sağlanmış. Bebekler 5 yaşına geldiklerinde ise yer fıstığından kaçınan bebeklerin yer fıstığı alerjisi oranı yüzde 13.7 iken, yer fıstığı içeren gıdaları tüketen bebeklerde bu oranın yüzde 1.9 olduğu ortaya çıkmış. Diğer bir deyişle yaşamın erken yıllarında alerjen bir yapıda olan yer fıstığına maruz kalmanın, alerjinin ortaya çıkma oranını azalttığı bu araştırma ile ortaya çıkarılmış.

Öte yandan, maruz kalma hipotezine benzer ‘dual exposure’ yani ikili maruziyet adı verilen bir başka durum da alerjilerin ortaya çıkmasında etkili kabul ediliyor. Şöyle ki, araştırmalara ve uzmanlara göre besin alerjenleri sindirim sistemi yoluyla ve ayrıca özellikle egzaması olan bebeklerde deri yoluyla da bulaşabiliyor. Bu nedenle, bir bebek yer fıstığı, soya veya yumurta gibi alerji oranı yüksek gıdaları yemese bile evde cilt yoluyla maruz kaldığında alerji eğilimi gösterebiliyor. Klinik pediatri klinik profesörü Douglas Mack, birçok ülkedeki sağlık yetkililerinin artık bebeklerin bir çocuk doktorunun rehberliğinde potansiyel alerjenlere yavaş yavaş maruz kalması gerektiğini söylediklerine dikkat çekiyor. Ve Dietary Guidelines’ın güncellenmiş beslenme rehberlerinde “Alerjenik gıdaların verilmesini geciktirmenin, diğer tamamlayıcı gıdaların verilmesinin ötesinde, gıda alerjisini önlemeye yardımcı olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur.” Bilgisinin yer aldığını söylüyor.

3. Genetik

Elbette ki sağlıkla ilgili birçok konuda olduğu gibi alerjenler söz konusu olduğunda da genetik etkili bir faktör olarak kabul ediliyor. Uzmanlara göre, bazı insanlar kalıtımsal olarak birtakım gıdalara karşı alerjik reaksiyon göstermeye daha yatkınlar. Aynı genetiğe sahip tek yumurta ikizlerinin %64’ü fıstık alerjisini paylaşırken; çift yumurta ikizlerinde bu oran %7. Ancak, bu durum yine de tıpkı diğer hipotezlerde olduğu gibi alerjilerin kesin nedenini açıklamakta yeterli olmuyor. Çünkü, yaklaşık 100 genin dahil olduğu bilindiğinden, alerjilerin genetik kökleri sanıldığından daha karışık. Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü’nden Alkis Togias “Diğer açıklamalar gibi, genetik de alerjiler hakkında her şeyi açıklamaz, ancak alerjileri önlemenin diğer yollarına daha fazla ışık tutabilir.” Diyerek konuya dikkat çekiyor.

4. D vitamini eksikliği

Alerjilerin ardındaki bir diğer olası neden olarak da D vitamini eksikliği görülüyor. Çünkü, yapılan birçok araştırmaya göre bağışıklık sisteminin düzenlenmesinde kritik bir rol oynayan D vitamini düştükçe, gıda alerjisi oranlarının arttığı ortaya çıkıyor. Ayrıca, iç mekanlarda daha fazla zaman geçiren gelişmiş, zengin ülkelerde yaşayan insanların açık havada zaman geçirenlerden daha yüksek gıda alerjisi oranlarına sahip oldukları da tespit edilmiş. Öte yandan, ekvatordan daha uzak olan ülkelerde, gezegenin güneşli orta kısmındaki ülkelerden daha yüksek alerji oranları olduğu da kanıtlanmış. Her ne kadar bu konuda yapılan araştırmaların sayısı az olsa da elde edilen bu bulgulardan yola çıkarak araştırmacılar, D vitamini takviyelerinin alerji oranlarını azaltmada etkili bir rol oynayıp oynayamayacağı üzerinde çalışmaya devam ediyorlar.

Yetişkinlik döneminde başlayan alerjiler

Yukarıdaki olası teorilerin büyük bir çoğunluğu, çocuklardaki alerjilerin ortaya çıkışına işaret ediyor oldukları için yetişkinlik dönemi ile ilgili pek bir şey söylemedikleri düşünülüyor. Bu nedenle, yetişkinlerde gelişen alerjiler için farklı çalışmalar ve fikirler yer alıyor. Yetişkinlik döneminde başlayan alerjilerin ardındaki teorilerden bir tanesi, bağışıklık sisteminin yaşlanma sürecine girmesi ile ilgili. İlerleyen yaşla birlikte bağışıklık sistemi zayıfladıkça yetişkinlerin zamanla alerjenlere karşı daha duyarlı hale geldikleri biliniyor.

Alkis Togias, “Yetişkinlerdeki alerjiler, bir şekilde bağışıklık sistemini etkileyen ve bağışıklık sistemine daha önce olmadığı yerde IgE antikorları geliştirmeye başlaması için bir mesaj gönderen güçlü bir enfeksiyon gibi immünolojik streslerden de kaynaklanabilir.” diyerek farklı etmenlerin de rol oynayabileceğine dikkat çekiyor.

Öte yandan, uzmanlar gıda alerjisi olan kişilerin acı çekmelerine gerek olmadığın; artık alerjiyle yaşamanın her zamankinden daha kolay olduğuna dikkat çekiyor. Çeşitli kan ve deri testleri ile vücudun neye alerjisi olduğu tespit edilerek alerjiye neden olan gıdalardan kaçınmanın kolay olduğu söyleniyor. Ayrıca, artık birçok restoranda veya menülerde daha fazla gıda alerjisi uyarılarının yer almasının da alerjenlerle baş etmeyi kolaylaştırdığı düşünülüyor. Öte yandan, şiddetli alerjik reaksiyonlar gibi EpiPen olarak bilinen epinefrin enjektörünün pratik bir şekilde kullanılabileceğine ve bu sayede acil durumlarda önlem alınabileceğine de dikkat çekiliyor. Alerji semptomlarını hafifletebilecek ilaçların kullanılması da süreci kolaylaştırabiliyor. Uzmanlara göre alerjiyi tamamen tedavi etmenin bilinen kesin bir yolu olmasa da birçok çeşitli yöntemle önlem almak ve semptomları hafiflemek alerjiyle mücadeleyi kolaylaştırıyor. Son olarak bilim insanları, mikrobiyomun alerjilerle nasıl etkileşime girdiğini anlayarak, uzun vadede gıda alerjisi şiddetini azaltmanın bir yolunu geliştirmeyi umuyorlar.

Kaynak: vox

İlginizi çekebilir: Soğuk algınlığı mı, alerji mi: Belirtileriniz hangi hastalığa işaret ediyor?

Uplifers: Kaliteli ve mutlu yaşam koçunuz!

Hayatın küçük tatlı sürprizlerini L’Occitane Almond Shower Oil ile yakalayın

Hayat, beklenmeyen güzelliklerle dolu bir dans gibi; eğer görmeyi, fark etmeyi bilirsek hayatın şaşırtıcı güzellikteki tatlı anlarını sık sık yakalayabiliriz. Bazen uzun zamandır görmediğimiz bir arkadaşımızla yolda karşılaştığımız, bazense tatlı bir yağmurun ardından çıkan gökkuşağını gördüğümüz o ‘an’da gizli olabilir mutluluk. Bu, beklenmedik ama her zaman iyi hissetmemizi sağlayan hoş sürprizler, hayatın şaşırtıcı güzellikteki anlarından yalnızca birkaçı olsa da tüm gün yüzümüzü güldürmeye yetebilir.



Yakalamak için istekli olursak hayatın monoton akışına biraz olsun ara vermemizi sağlayan ve yaşamın ne kadar büyüleyici olduğunu hatırlatan pek çok tatlı sürpriz bulabiliriz. Tıpkı L’Occitane Almond Shower Oil’in su ile buluştuğunda yağ kıvamından köpüğe dönüşen sürprizli formu gibi.

Sürprizlerle dolu keyif veren bir deneyim

Mutluluk veren, keyif dolu ve sürprizli anlar dediğimizde şüphesiz ki kendimize ayırdığımız zamanların önemi ve yeri çok büyük. Çünkü, günlük hayatın koşturması içerisinde kendimizi şımartabildiğimiz, bedenimizin ve zihnimizin ihtiyaçlarını karşılayabildiğimiz bu özel anlar, monotonluğun içinden bize göz kırpan küçük sürprizler gibi. Özellikle de kişisel bakım ritüellerini taçlandıran L’Occitane Almond Shower Oil ile sürprizlerin hiç sonu yok. Bu özel duş bakım yağı, suyla buluştuğu anda değişen formu ile bize sıradan görünen anları bile özel kılan küçük sürprizler sunuyor.

Almond Shower Oil’in içeriğindeki badem yağı, su ile birleştiğinde anında yoğun keyif verici bir köpüğe dönüşüyor, bize de tatlı küçük sürprizlerle dolu dokunuşların cildimizde bıraktığı o yumuşacık etkinin keyfini sürmek kalıyor. Tabii, o tatlı ve küçük sürprizler Badem Duş Yağı’nın yalnızca köpüren özel formülünde saklı değil, kokusu da bambaşka bir heyecan.

Kokuların duyuları harekete geçiren büyülü dünyası

Bazen sizin de bir kokunun esintisiyle geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıktığınızı hissettiğiniz oluyor mu? Kabul edelim, hayatın içindeki tatlı sürprizli anlarda kokuların da etkisi oldukça büyük. Belki çocukluğunuzdan keyifli bir anı hatırlatan nostaljik bir koku, belki gençliğinizde kullandığınız eski bir parfümün rüzgarla karışmış hali, belki de taze biçilmiş çimlerin havada dağılan dansı… Kokular da sürprizli anların başrol oyuncusu olabiliyor.

Tıpkı, Almond Shower Oil’in tatlı bademin mis kokusunu cildimizde bırakması gibi. Üstelik vegan içeriği ile tüm cilt tiplerine de uygun olan bu bakım yağı, duyuları harekete geçiren büyülü bir dünyanın da kapısını aralıyor. Hayatın bitmeyen telaş ve karmaşasında her şeyden biraz da olsa uzaklaşıp, o büyülü dünyaları keşfetmek hepimizin ihtiyacı değil mi? Daha fark edilmeyi bekleyen onca tatlı sürpriz varken…

Şaşırtıcı üçlü etki

Köpüren özel formül, büyülü dünyalara açılan mis badem kokusu, tabii bir de şaşırtıcı üçlü etki. L’Occitane Almond Shower Oil ile hayatın sürprizlerle dolu anlarını yakalamak çok kolay. Özel vegan formülü, cildi hem temizliyor hem nemlendiriyor hem de onarıyor. Bu üç etkiyi bir arada bulabilmek de en tatlı sürprizlerden biri.

Badem Duş Yağı, özel köpük yapısı ile cildi temizliyor, içeriğindeki omega 6 ve 9 bakımından zengin tatlı badem yağı ve üzüm çekirdeği yağı ile ilk kullanımda nemlendirme etkisi sağlıyor ve cildi besleyerek ışıl ışıl bir görünüme kavuşturuyor.

Elbette, hayatta daha yakalanmayı bekleyen pek çok şaşırtıcı tatlı an var. Bazıları, bir anda karşımıza çıksa da bazen de bu anları biz yaratabiliriz. Bakım rutinlerimize L’Occitane Almond Shower Oil’i eklemek, tanımadığımız birine iltifat etmek ya da sevdiğimiz birine uzun zamandır istediği bir şeyi satın almak, hayatımızda o tatlı sürprizleri artırmaya ve yaşamın keyfini doyasıya çıkarmaya yardımcı olabilir.

Hiç vakit kaybetmeden birinden başlamak istiyorsanız hemen tıklayıp sürprizlerle dolu L’Occitane Almond Shower Oil dünyasını keşfedebilirsiniz.

Sıra dışı bir gelecek: Otomobil dünyasında bizi neler bekliyor?

Teknolojinin, yapay zekanın ve çevre bilincinin hızla geliştiği günümüzde otomotiv dünyası da bu gelişmelerden geri kalmıyor ve inovasyonlarla ve merakla dolu bir sektöre dönüşüyor. Son yıllarda elektrikli araçlar, otonom sürüş özellikleri, akıllı yol çözümleri gibi konularla pek çok gelişime imza atan otomobil dünyasında gelecekte bizi daha nelerin beklediği büyük bir merak konusu. Hepsi çok heyecan verici olsa da en çok merak edilen sorulardan ve benim de heyecanla beklediğim gelişmelerden biri; uçan arabaların hayatımıza girip girmeyeceği 🙂 Uçan arabalar yakın zamanda hayatımıza dahil olur mu bunu bilmiyorum ama otomotiv endüstrisinin geleceği hakkında kendi perspektifimden ele alacağım pek çok konu var. Gelin, benim de bir parçası olduğum bu sıra dışı gelecekte bizi neler bekliyor olabilir birlikte bakalım.



Elektrikli otomobillerin hızlı yükselişi

Geçtiğimiz yıllarda pek çok otomobil markası, yakın gelecekte elektrikli araç üretimine ağırlık vereceğini açıklamıştı, hatta dünya çapında tamamen elektrikli araç üretimine geçmeyi planladığını belirten markalar da var. Elektrikli araçların hayatımıza dahil olması çok yeni bir gelişme olmasa da yaygınlaşması ve popülerliğinin artması son zamanlarda daha bir artış gösterdi. Gelecekte de elektrikli araçların üretiminin ve kullanıcısının artması sektörünün en beklenen gelişmeleri arasında.

Bildiğiniz gibi ben de elektrikli otomobil tutkunlarından biriyim ve sık sık sizlerle Instagram hesabımdan %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E ile olan maceralarımı paylaşıyorum 🙂 Konumuza dönecek olursak; fosil yakıt tüketimini azaltmak ve karbon emisyonlarını düşürmek için ülkelerin elektrikli araç kullanımına yönelik teşviklerini artırması da beklenenler arasında. Ayrıca, batarya teknolojisinde yeni ilerlemeler, elektrikli araçların menzillerinin artırılması, şarj altyapılarının geliştirilmesi de yine yakın gelecekte bizimle olacağa benziyor.

Sürdürülebilir ve çevre dostu çözümler

Elektrikli araçların yükselişi, otomobil dünyasının geleceğinde beklenen tek çevreci haber değil. Doğa dostu yaklaşımlar ve sürdürülebilir çözümlerle dolu yenilikler de ufukta. Pek çok sektörün son yıllarda önemli bir gündem maddesi haline gelmiş olan çevre bilinci, otomotiv dünyası için de önemli bir konu. Geri dönüştürülmüş malzemelerden üretilen iç dizayn ekipmanları, doğa dostu kumaşların kullanımı, üretim aşamasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, daha az karbon salımı yapan motor teknolojileri ve daha nice gelişme, otomotiv dünyasının beklenenleri arasında.

Sektörde yeşil devrim adını verebileceğimiz daha pek çok gelişmenin damga vurması da olası. Araçların iç tasarımdan üretim süreçlerine kadar geniş bir yelpazede sürdürülebilir çözümler, otomobillerin gelecekteki dünyasını ve tabii ki dünyamızı taçlandıracak gibi. Bir çevreci olarak hızla yaygınlaşmasını görmek istediğim gelişmelerden birisi kesinlikle sürdürülebilir çözümler.

Otonom sürüş özelliklerinde ilerlemeler

Ve tabii ki otonom sürüş özelliklerinden bahsetmemek olmaz. Beni belki de en çok heyecanlandıran konulardan bir diğeri. Hani şu sürücüsüz giden otomobiller var ya, işte tam da onlardan bahsediyorum. Yakın bir gelecekte belki de araçların şoför koltukları hep boş kalacak. Olamaz mı? Bu, çok gerçekçi bir senaryo olmasa da şu an için benzer senaryolarla sık sık karşılaşacağız gibi. Çünkü pek çok dünya devi otomobil ve teknoloji firması, otonom araçlar alanında büyük yatırımlar yapıyor. Ancak, tam otonomiye ulaşmak için biraz daha geleceği beklemek gerekecek. Çünkü birtakım zorlukları aşabilmek için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bekleniyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki yoğun ve karışık trafik senaryoları, yasal düzenlemeler, kişisel hakların korunması, uygun yol ve altyapı çalışmalarının tamamlanması gibi pek çok faktör var. Yine de bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve otonom sürüşün farklı seviyelerinin piyasaya sürülmüş olması, otonom sürüş teknolojilerinin potansiyelini gösteriyor. Gelecekte tam otonom seviyeye de erişilmesi mümkün.

Otonom özelliklerin yanı sıra farklı sürüş modları da ufukta. Hatta, ben şimdiden %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E  ile bu modları deneme fırsatına sahibim 🙂 Mustang Mach-E, sürüş deneyimini kişisel isteklere göre uyarlıyor; Aktive, Whisper ve Untamed modları sayesinde motor seslerini, ortam aydınlatmasını ve hatta aracın tepki verme hızını kişiselleştirmek mümkün. 

Akıllı şehirlerin kurulması

Otonom sürüş özellikleri, farklı sürüş modları, otomobil ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, yalnızca bireysel kullanımla sınırlı kalmayacak muhtemelen. Ve önemli bir toplumsal gündem haline de gelecek. Bu da akıllı şehirler gibi bir konseptin hayatımıza girmesi anlamını taşıyabilir. Şehirlerin, otomobillerin geleceği ile ne ilgisi var ki diye düşünmeye başlamadan hemen araya gireyim. Eğer başta otonom sürüş özellikleri olmak üzere otomobiller kendi başlarına -bir sürücünün aracı sürmesine ihtiyaç kalmaksızın- yolda gidebilecekse, bu şehirlerin de birtakım düzenlemelerden geçmesi anlamını taşıyor. Yollardaki alt yapı çalışmalarının bu doğrultuda düzenlenmesi, akıllı şarj istasyonlarının kurulması ve otonom araçların kendi kendini şarja takabilmesi için uygun çevresel yapılanmaların tamamlanması gibi pek çok gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Belki de gelecekte şehirlere akıllı taksi durakları kurulacak ve birtakım mobil uygulamalar üzerinden bağlantıya geçilebilecek.

Sosyal dünya ile bağlantı sağlayan araç özelliklerinin geliştirilmesi

Bir düşünelim; otomobiliniz size en yakın kafeyi önerse ya da zevkinize uygun bir restoranda sizin için rezervasyon yaptırsa, nasıl olur? Ya da arkadaşlarınızla buluşma ayarlasa, arabaya bindiğinizde en sevdiğiniz dizinin kaldığınız bölümünü başlatsa? Siz keyifle buluşmalarınıza hazırlanırken veya dizinizi izleyip, müziğinizi dinlerken sizi istediğiniz yere götürse? Yani adeta bir eğlence merkezine dönüşse? Tüm bunlar, yakın gelecekte hayallerimizi süslemenin ötesine geçebilir. Bağlantılı araçlar, yani kendi internet erişimi olan ve verileri başka cihazlarla da paylaşabilen araçlar, otomobil dünyasının belki de gelecekte en çok parlayan yıldızı olabilir. Yalnızca yolculuk vadetmenin ötesinde bağlantılı araçlar, adeta kişisel mobil cihazlarımıza dönüşebilir.

Çoğu macerama tanıklık ettiğiniz Ford Mustang Mach-E de adeta benim eğlence merkezim. Araç içi iletişim ve eğlence sistemi olan Ford SYNC 4A ile konuşma, ses tanıma, kablosuz akıllı telefon entegrasyonu, sezgisel 15,5″ dokunmatik ekran ve çok daha fazlasını deneyimleyebiliyorum. Halihazırda gelişmiş teknolojinin keyfini sürebiliyor olsam da gelecekte bağlantılı araçlar bizi daha pek çok özelliği ile şaşırtacak diyebilirim.

Kısacası, otomobil dünyasının sıra dışı geleceğinde bizi bekleyen yepyeni heyecanlar var. Uçan arabalar yalnızca filmlerin unutulmaz bir parçası olarak mı hafızalarımızda kalır yoksa gerçekten de hayatımıza dahil olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da otomobil dünyasının hiç olmadığı kadar yenilik dolu olduğu. Kim bilir belki bir gün gökyüzünde bulutların arasında sıkışıp kaldığım bir trafikteyken size yazarım 🙂 Daha fazlası için yazılarımı ve Instagram hesabımı takip etmeyi unutmayın.

İlginizi çekebilir: Virtual Influencer’lar: Kim bu sıra dışı influencer’lar? Takip etmeniz gerekenler?

Sürdürülebilir çözümlerin izinde: VitrA’dan dünyanın ilk ve tek %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabosu

‘Biricik’ dünyamız günden güne artan çevreler baskılar ve azalan doğal kaynak sorunları ile karşı karşıya. İklim krizi, küresel ısınma, atık sorunları, hava kirliliği ve daha nice çevresel sıkıntı, hem dünyamızın hem de insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bu nedenle, sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarına sahip olmanın önemi her zamankinden kat ve kat daha fazla. Böylesi bir gerçekliğin farkında olan tüm endüstrilerde de yenilikçi ve çevre dostu ürünlerin geliştirilmesi oldukça büyük bir öneme sahip. Bu bağlamda VitrA, büyük bir adım atarak çevreye saygısını ve döngüsel ekonomiye olan katkısını gözler önüne seriyor.



VitrA’dan bir ilk; %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo

Çevresel ayak izlerini azaltma yolunda önemli adımlar atan VitrA, sektörün değişim öncülerinden biri olarak bizi yeni çevre dostu lavabosu ile tanıştırıyor. Dünyanın ilk ve tek %100* geri dönüştürülmüş seramik lavabosu özelliğini taşıyan bu lavabo, atık olarak kabul edilen malzemelere yeniden hayat veriyor. Yeni çevre dostu lavaboların içerik olarak yaklaşık %100’ü, kırık seramikler de dahil olmak üzere üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan oluşuyor.

VitrA’nın sürdürülebilirlik konusundaki vizyon ve öncülüğünü yansıtan bu yenilikçi ve çevre dostu lavabolarla, seramik sektöründe sürdürülebilir tasarım konusunda da yeni bir standart ortaya çıkıyor. Tasarım harikası ve fonksiyonel bir ürün olmanın ötesinde geri dönüştürülmüş seramik lavabolar, çevresel bilinç ve sürdürülebilir yaşam tarzlarını da destekleyen güçlü bir mesaj taşıyor.

%30 oranında iyileşen küresel ısınma potansiyeli

ISO 14040:2006 ve 14044:2006 standartlarına uygun yapılan Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi sonuçlarına göre, atıkların kullanılması çevresel etkilerden küresel ısınma potansiyelini %30 oranında iyileştiriyor. Geri dönüştürülmüş lavaboların üretilmesi sayesinde, ürün başına, daha az hammadde kullanılarak %36’lık iyileştirmeyle yaklaşık 5 kilogram hammadde tasarrufu ve %38 iyileştirmeyle 2,48 Kwh elektrik tasarrufu elde edilmesi hedefleniyor.

Sadece bir lavabo olma işleviyle kalmayan, çevresel sürdürülebilirliğe yönelik geniş bir vizyonu temsil eden bu ürün, çevreye duyarlı bir gelecek için atılmış çok büyük bir adım. Eczacıbaşı Yapı Gereçleri’nin çevre dostu lavabolarla benimsediği bu üretim yaklaşımı, döngüsel ekonomiye katkıyı da en üst seviyeye çıkarıyor.

Sürdürülebilir bir gelecek için hijyenik ve şık bir ilham kaynağı

Küresel ısınma potansiyelini iyileştiren, çevre dostu bir tasarım harikası olmasının ötesinde VitrA’nın geri dönüştürülmüş lavaboları, hijyen endişesini de ortadan kaldırıyor; çünkü bu lavabolar VitrA Hygiene teknolojisiyle kaplanıyor. Bakteri gelişimini %99,9 oranında önleyen VitrA Hygiene teknolojisi sayesinde, seramik lavaboların kullanımı sırasında yüzeye bulaşan bakteriler etkisiz hale geliyor. Böylece, bir numaralı önceliğimiz olan hijyenden ödün vermeden çevre dostu seçimler yapmak da kolaylaşıyor.

Ayrıca, her zevke, her alana uygun seçimler yapmak da yine VitrA ile oldukça kolay. Bilecik, Bozüyük’teki VitrA Üretim Kampüsü’nde geliştirilen yenilikçi çözümler sayesinde üretimine başlanan bu çevre dostu çanak lavabolar, ilk olarak mat bej renkte ve 5 formda tasarlanmış olsa da VitrA’nın geri dönüştürülmüş ürün gamına yeni ürün ve renklerin eklenmesi de planlanıyor.

VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabonun hikayesi, gelecekteki çevre dostu ürünler ve teknolojiler için de büyük bir ilham kaynağı. Daha sürdürülebilir bir dünya için gelecekte atılacak tüm adımlara şimdiden ilham olduğu kesin. Siz de yaşam alanlarınızı çevre dostu bir bilinç ile şekillendirmek ve bir eşi daha olmayan dünyamızın geleceği için önemli bir adım atmak istiyorsanız hemen tıklayıp VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo çeşitlerini keşfedebilirsiniz.

* İçerik olarak yaklaşık %100’ü üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan üretilmiştir.

* Bu içerik VitrA katkılarıyla hazırlanmıştır.

İlgili Makale