X

“Öte”de neler oluyor?

Geçtiğimiz günlerde bir zamandır ismini çevremden duyduğum Öte İğneada’Öte İğneada’ya gittim. Herkesin bu kadar anlattığı yerin farklılığını yakından deneyimlemek istedim. Ufak bir kaçamak olarak planladığım yılın en soğuk gününe gelmesine rağmen bu doğa tatilinde şahane ortamı gözlerimle gördüm ve Tuba Gürcan’la da sohbet etme şansını yakaladım. Arkada kazların sesi ve mutfakta pişen yemek eşliğinde söyleşimizi yaptık. Keyifli okumalar!

Öte ne zaman kuruldu, bu fikrin tohumları ilk ne zaman filizlendi?

Tuğba Gürcan: Başlangıç yolculuğu 2020’ye dayanıyor. Ama aslında başlangıçta aklımda böyle bir fikir hiç yoktu. 2010’dan beri geziyorum; birçok permakültür çiftliğinde kaldım, ilgili olarak da bir sürü şey biriktirdim ama günün birinde “gideyim de kendim bir çiftlik kurayım” gibi bir hayal kurmuyordum. Daha çok içimde oluşmuş merakımın ayak izlerini takip ediyordum o zamanlar. Yalın olarak şöyle ifade edebilirim “böyle bir yaşam gerçekten mümkün olabilir mi” sorusuna cevap arıyordum. Başlangıç fikrini kocam Ömer’in “Böyle bir şey yapsak mı?” sorusu yeşertmeye başladı. O, biraz bunun öyküsünü belgeselleştirmek de istiyordu ve benim de geçmişimi bildiği için bu vizyonu yaratabileceğimi biliyordu. Diğer ortağımız Evrim de gelecekte olacağı düşünülen ya da öngörülen dünya düzeni açısından çok heyecan duyuyordu. Fütüristik gelecekte “Gıda gerçekten düşündüğümüz hale dönüşecek mi, kenarda bir organik yaşam öbeği oluşturulmalı mı?” gibi soruların peşine düşmüştü. Daha küçük metrekarelerde ama özgürlük ve nefes alma alanı geniş bir bahçe içinde yaşamak Evrim’i çok heyecanlandırmıştı. Ömer’le birlikte biz bunları düşünürken Evrim’e bahsetmiştim heyecanla -Evrim’le Ömer henüz tanışmıyorlardı- o da “Ben de bu oluşumun bir parçası olmak istiyorum” dedi. Böylelikle bir arayışa girdik. Onların işleri dolayısıyla İstanbul’dan çok da uzak olmasın diye düşündük; zaten hiçbirimizin de İstanbul’a kırgınlığı, küskünlüğü ya da kentten kaçma düşüncesi yoktu.

Şunu da sormak isterim; “Her şehirli insanın rüyalarının biri doğa içinde olmak olabilir mi? Ya da metropol insanlarını o dönüşüm de bir yerde bizi özleme doğru itiyor mu?”

Bununla ilgili mutlaka bir düş görmüşlüğü vardır insanların. Fakat kesinlikle dışarıdan göründüğü kadar romantik bir şey değil pastoral yaşam. Bizim burada, kentten göç edenlere daha temel, belki önce bir ilçe ve daha sonra bir köy, daha yumuşak bir geçiş hedeflemelerini öneriyoruz. Çünkü bizim yaptığımız henüz işin başında olanlar için çok sert. Aslında ikisi çok zıt uçlarda duruyor. Yani biri çok kalabalık biri çok yalnız, biri çok planlı ve dışa dönük biri çok içe dönük ve plansız. Bizim bütün hayatımızı burada o günün getirdikleri belirliyor çünkü. Ben yarın için burada plan yapsam da yarının getirdiği hava şartları ya da hayvanlardan birine bir şey olması, tarlada herhangi bir sorun çıkması, o günün dinamiğini kendi içinde dönüştürüyor ister istemez. O yüzden metropoldeki işinde ya da kişisel hayatında mükemmeliyetçi biri için buradaki yaşantı bir hayli zor bir şey. Delirtebilir bile gerçekten.

Diğer taraftan da başka insanlara hayatlarına daha anlamlı bakabilmeleri için permakültür olsun, buradaki yaşamı görmek olsun bir eğitim verilmesinin iyi olabileceğini düşünüyor musunuz?

Kesinlikle düşünüyorum. Yani, bir kere şehirlilerin “ben bu yaşam tarzının dışına çıkamam, bunun dışında bir şey yapamam” algısından kurtulması lazım. Başka bir dünya da mümkün çünkü. Pandemi döneminden önce biri gelip “iki sene böyle yaşayacaksın, hayat şu hale gelecek” dese bunun distopik bir kurmaca olduğunu düşünür “yürü git” derdik. Uyumlandık ama sonuçta. İnsan her şeye uyumlanıyor. Şehirlilerin biraz bu iki tonu beraber götürmesi gerektiğini düşünüyorum ki son dönemde de biraz bu şekle evriliyor gibi görünüyor. Örneğin İstanbul’un dibinde mantar toplamaya gidiyorsun, yürüyüş grupları var, bisiklet grupları çoğaldı…

Bunların bir sonucu belki de?

Evet bunların bir sonucu. Çünkü insanlar, hafta sonları, ayaklarına daha rahat bir ayakkabı, üzerlerine daha konforlu bir kıyafet giymek, biraz olsun oksijen ve yeşil oranı kent içine nazaran daha yüksek yerlerde vakit geçirmek istiyorlar. Bunun içine Moda sahilinde, parkta oturmayı da iliştirebiliriz, Maçka Parkı’na insanların otomatikman gitmesini de yerleştirebiliriz. Bu illaki en yakın köye kaçmak değil de Belgrad Ormanı’na ya da Emirgan Korusu’na gitmek de aynı şey yani. Çünkü artık fazla yüzeysel olan, maneviyattan uzak, monoton bir yaşam herkesi çok sıkıştırıyor. Maneviyat konusu o kadar ileri bir yere gitti ki örneğin eski bir soba romantik bir fotoğrafa dönüşebiliyor; işte bir özlem, işte bir şefkati içeren fotoğraf… Halbuki soba bir ısınma aracı olmasına rağmen sobayı arzular, özler hâle geldiler bence insanlar.

Peki siz nasıl bir eğitim sürecinden geçtiniz permakültür ile ilgi? Genel olarak kendinizi nasıl geliştirdiniz ve Türkiye’de bu alanda neler yapılabilir ya da ne gibi açıklıklar görüyorsunuz?

Ben normalde moda tasarım ve çalışma ekonomisi okudum. Birini çok sancılı, uzata uzata okurken diğerini de sonlandırmadım zaten. Bu arada, bütün hayatım, boyunca çok faydasını gördüm. Okulu çok severim normalde ama o bölümleri seçtiğin yaş o mesleği yapmak istediğin yaşla çok örtüşmeyebiliyor. Tesadüfen mutfakta buldum kendimi. Ama mutfak benim işimmiş gerçekten, bunu anladım. Hayatım boyunca çok severek yaptım. Bir daha dünyaya gelsem yine bu işi yapmak isterim.

Kitabınızda da bahsediyorsunuz. Annenizle de ilintili değil mi mutfakta olma durumunuz?

Annem çok iyi bir aşçı, gerçekten iyi yemek yapıyor. Babam da yaklaşık 110 yıllık bir aktar dükkanımız var dededen devam eden, Manisa’da, onunla ilgileniyor. Çok küçük yaşlardan itibaren babamdan, bitkilerden ilaç yapmayı öğrenmeye başladım. Baharatları tanımaya başladım. Biraz kokular ve tatlar konusu beni cezbediyordu. Başlangıçta, uzun yıllar, çok kurumsal bir mutfakta çalıştım. İzmir’deydi. Endüstriyel, otelcilik mutfağı… Fakat bana hiç zor gelmedi mutfağın hiyerarşisi çünkü yaptığım işi çok seviyordum. 2010 yılına geldiğimizde yani mesleğe başladıktan bir dört yıl sonra falan içim bir kaşınmaya başladı. “Kimseye bu kadar endüstriyel şey yedirmek istemiyorum” meselesine çok takıldım. Hayatım boyunca hep bir dünya sorumluluğu, dünya etiği taşıyordum ki bu kendi varoluş yolculuğumda vardı bu bence.

Kitapta yine, “Tüm dünyevi bahaneleri çöpe attım!” diyorsunuz. Hepimizin ister istemez bir misyonunu bulma ihtiyacı oluyor, düşünen insan böyle bir sorumluluk üstleniyor: O dünyevi bahaneler neydi ve sizin misyonunuz da acaba böyle mi şekillendi?

Kurumsal mutfakta çalışıyorum ve o dönem şu anki gibi bir ortam yoktu. Yani bu kadar şefin ortada gezdiği bir dünya değildi. Özellikle kadın şef toplasanız üç kişi vardı ve tüm Türkiye’de de herkes onları bilirdi. Çok iyi bir maaş alıyordum. O dönem için astronomik bile denebilir. Ama gözüm hiç onu görmedi. Daha düşük ücretlere de çok basit bir mutfakta başka şeyler öğrenerek yaşayabilirim dedim. Bir kağıda “Ben ne olmazsa yaşayamam ne olursa yaşayabilirim?” türevinde maddeler yazım mesela.

Çöpe atılanlar neler oldu?

İlkelerim var ve bu ilkeler, benim için, dünyevi diyebileceğimiz birçok şeyden daha önemli. Dünyaya karşı bir sorumluluk taşıyoruz ilk olarak. Dünyanın herhangi bir yerindeki soruna karşı kayıtsız kalamıyor, etkileniyorum bu anlamda çok empatik bir yapıdayım. Gıda bir kere çok takık olduğum bir konu. Ekoloji keza öyle çok takık olduğum bir konu. Bu konuda bir aktivist ya da fanatik olduğumu söyleyemem ama kendi iç dünyamda veya davranış ya da yaşamsal modelimde önemli ve değer bulan bir mesele. Hayatımın merkezinde olduğunu net ifade edebilirim. Nefes alarak yaşamak istiyorum, öksürerek değil. O listede hatırladığım ve hiçbir zaman unutmadığım şu oldu: Tamam çok para kazanabilirim, günde on altı saat çalışabilirim ama karşılığında neyi satın alacağım konusu… Yani sistem bana kıyafet aldırarak mı, daha lüks bir evde yaşatarak mı kent yaşamından kopmamamı sağlayacak? “Öte”de ise inanılmaz bir günün içine uyandığımı düşünüyorum hep, sabahları. Parayla olabilecek bir mutluluk değil bu. Hayatımın bu evresinden sonra her ne olursa olsun bir bahçeye ihtiyacım var ve bahçesiz bir yaşantı istemiyorum. Nefes almak istiyorum; o kadar küçük metrekarelere, akıllı evlere sığabilecek biri değilim çünkü. Ve sabah uyandığım şeyi satın alabilecek miyim ve onun tadını çıkarabilecek miyim sorusu bence temel soru. Yoksa 16 saat de çalışırım. Zaten benim işim öyle bir iş. Minimum 15-16 saat çalışmam gereken bir işim var. Tamam işimi de seviyorum ama hep çalışıyorsam ne yapacağım şimdi? Bir şey mi almam lazım? Eğer bir şey de almıyorsam ne yapacağım? Ne için çalışıyorum? 40 yaşındayım, iki çocuğum olmasına rağmen ayda, şahsi olarak, 1000 Lira bile harcamıyorumdur yani. Belki bir iki arkadaşımla kahve içiyorumdur ya da bir yemek yiyorumdur. Öyle sürekli kıyafet alan, telefon değiştiren vs. bir tip değilim.

Belki “misyon sorusu”nun cevabı da böyle bir şey. “Böyle bir yaşam mümkün”ü göstermek.

Özgürlük önemli bence. İlham almak ve olmak hoşuma gider. Belki tek başıma yapmak zor gelebilirdi ama iki çocukla yapıyor olmayı göze almak, iyi bir kariyeri bırakıp bu işe soyunmuş olmak da hoşuma gidiyor. İyi bir ilham olma modeli diye de düşünüyorum kendi iç dünyamda. Genelde bahane olarak kullanılan şeyleri elimin tersiyle itmiş olmak önemli. İşin başında istemek çok önemli bir adım. Dediğim gibi “Neye uyanmak istiyorsun?” bütün mesele bu bence.

Bu tip süreçler için gerek kişisel gelişim olsun gerek seçim yapmak üzerine olsun çok da iyi kitaplar var. Mihenk taşı dediğiniz, sizi bu yolculukta etkileyen ya da bir cümlesini bile olsa okuyup bıraktığınız ama etkileyen kitaplar var mı? Sizi dinlerken aklıma “Tembellik Hakkı” isimli kitap geldi mesela. Sistemin kölesi olmayın der.

Festivaline de gittim. Hiçbir Şey Yapmama Festivali. 2010 senesinde şehirden ayrılmaya karar verdiğimde aslında, sadece bu, yemek yolculuğu olmadı benim için. Bir derdimin olduğunu fark ettim. O derdi bulmaya, o derde çözüm üretmeye kafayı taktım. O yüzden bunun için bayağı seyahat ettim. Dünyada ulaşabileceğim, bende merak uyandıran ekollerin hepsinde gezindim. Bunun içinde mistik İslam’dan tutun Sufizm, Taoizm, Uzakdoğu’da 3,5-4 yıl yaşayıp Budist kültürü içinde yaşamama kadar geçirdiğim süreçlerden bahsediyorum. Bunun yanında ciddi bir okuma süreci de var tabii. Türkiye’de, Oruç Güvenç ile birtakım çalışmalar yaptım, ondan bir şeyler öğrendim. İbni Sina bu coğrafya adına kafamı çelen bir adam oldu. Kendime rol model aldığım bir kafa yapısı varsa onun da Ursula K. Le Guin olduğunu söyleyebilirim. Onun tarzında bir aktivist olabilirim ben. Sokağa çıkabilecek biri değilim. Kendimi eşit şartlarda görmüyorum, karşımda boy gösterisi yapacağım yapılarla. Kendi kapısının önünün süpürme konusunda çok güçlü bir aktivist olabilirim. Birçok insanı bu halimle etkileyebilirim diye düşünüyorum. Bir misyon olarak edindim diyemesem de bu gücü hissediyorum kendimde. Şöyle bir örnek vereyim: Bir feministim fakat bunu sabaha kadar oturup saatler süren tartışmalarla anlatmaya çalışmaktan hoşlanmıyorum.

Siz nasıl bir yol izlediniz?

Birçok çiftlikte çalıştım mesela; gönüllü olarak, maaşlı olarak. Türkiye’de beni tatmin eden bir çiftlik olmadı açıkçası. Daha sonra Tayland’a gittim ve orası beni bayağı etkiledi, 2015 senesiydi. 2018 ya da 2019’da döndüm. Malezya’dan çok etkilendim. Orada Spice Garden diye bir yere gittim. Taze baharat bahçeleri, Çin tıbbı, bitkilerden ilaç yapmak… Bu türden her şeyi öğrenmek istedim.

Permakültür bilincini oluşturmak için ne yapabiliriz?

Bu sırf okullarda gösterilerek öğretilecek bir konu değil. Biraz bu konulara meraklı da olmak gerekiyor. Yoksa bir ortamda sabaha kadar permakültür konuşabiliriz. Ama pratikte ne yaptığımız önemli. Buraya çöp atmam demek de bir bilinç, atayım çöp aracı gelsin alsın demek de bir tercih. Günlük hayatımızdaki ufak değişimler bence yeterli. Çünkü mesela ben büyük şirketlerle de karbon ayak izi konuşuyorum, ama bunu kaç kişiye anlatabilirsiniz ki, dediğim gibi günlük eylemlere dokunmak daha önemli bana kalırsa.

İnsan önce kendi bireysel değişiminden başlamalı diyorsunuz…

Evet, kişi önce kendi kapısının önünü temizlemeli. Benim neye ihtiyacım var diye sorulmalı. Hepimiz neden Japon kültürünü seviyoruz mesela. Oldukça sadeler ve bu bizi büyülüyor. Kendimize nasıl yeteriz sorusundan başlamak lazım kısacası. Çünkü bu bir kültür meselesi.

Mutfakta olmazsa olmazlarınız neler ve de asla sokmadıklarınız?

Sodyum içerikli şeyleri mutfağıma sokmuyorum. Mümkün mertebe ambalajlı ürün kullanmamaya gayret ederim. Ama burada davetler de yapılıyor. Bazen mecburen kullanıyorum ama o da minimum düzeyde oluyor. Örneğin nişasta gibi… Bir de permakültür dünyası için o kadar kafa patlattım ki… Bu arada Türkiye’de, Murat Onuk’ tan aldım eğitimi. Bill Morrison Akademi’nin Türkiye ayağındaydı. Bu akademide aldım eğitimimi ve uluslararası değere sahip sertifikam var bu alanda. Permakültür dizaynırı olarak geçiyorum. Benim için permakültür sadece bir toprak meselesi değil. Mutfak kültürümü de etkiliyor, çocukların eğitiminde de rol alıyor vs. Bütün bir düşünce ve yaşam sistemi olduğuna inanıyorum. Gaia Felsefesi ise beni derinden etkilemiş ve hayatımda uyguladığım bir düşünce sistemi. Permakültür altyapısından gelen birisi olarak mutfakta da bu düşünceyle çalışıyorum. Zaten bu nedenlerden kariyerimin yönünün değiştirdim. Bir de tat konusu. Benim için en önemli şey tat. Sağlıklı bir mutfak işliyor olmak tadı götürmez, götürmemeli diye düşünüyorum. Yoksa sürdürülebilir olmazdı. Sağlıklı beslen deyip haşlanmış sebze, tuzsuz ve haşlanmış lapa konmamalı. Buna üç gün dayanıp, beşinci gün depresyona girer bir haftanın sonunda isyan edersiniz. Sağlıklı bir şekilde lezzetlendirmek elimizde.

O zaman sağlıklı bir mutfak endüstriyel mutfaktan daha iyi diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle. Üstüne üstlük sağlıklı bir mutfak endüstriyel mutfaktan daha lezzetli. Çünkü gıdaların kendi lezzetini kullanıyorsunuz neticede. Biz bir trendi yaratırken, tarih ya da background düşünmüyoruz. Mesela avokado için insanlar gerçekte amazonlarda savaşıyor. Yer altı sularını bile çeken, ekolojik olarak da zarar veren, üreticiliği yıkımlara ulaştığı için suç unsuruna dönüşmüş bir besin aslında. Bunu bilince avokado yemek istemeyebiliriz. Ben böyle durumları da gözetmeye çalışıyorum özetle. Bir de şöyle bir durum var. Bu coğrafyada birçok şey yetişmesine rağmen, hala ithal etme peşindeyiz. Oysa ki ille de kinoa yemek zorunda değiliz.

Bu bilinci oluşturmak için sizin gibi uzmanlara ne düşüyor?

Bizim gibi uzmanların yukarıda bahsettiğim avokado örneği gibi besinlerin promote’unu azaltmak görevi olabilir. Bir de şu örneği de verebilirim: Hedefimiz yiyeceklerin muadilini bulmaya çalışmak olmaması lazım. Veganların tepkisini çekebilirim belki ama vegan döner dünyanın en korkunç gıdası aslında. Bağırsak sağlığını etkiliyor. Soya zaten şaibeli. Bence bizim derdimiz veganlara döner bulmak olmamalı. Çünkü mesela dünyadan tohum alıp getiriyoruz tropikal iklim yapmak için. Ama bu aslında bulunduğumuz florayı bozuyor. Oysa ki Hipokrat’ın çok sevdiğim bir lafı var, “Senin temel gıdan doğduğun yerin gıdasıdır.” der.

Türkiye’de son durum nasıl peki?

Bu coğrafyada 1001 çeşit arpa, karabuğday her şey yetişiyor. Antik bulgura kadar yığınla bulgur türü var. O yüzden buranın devamlı ithal besinlerle ilgilenmeye ihtiyacı yok aslında, bu bilinç gelişse harika olur. Bizim sadece buraya ait bir şey yetiştirmemiz gerekiyor.

Buranın mısırı ile Amerika’nın mısırı bile farklı değil mi?

Tabiİ, flora ve iklim her şeyi değiştirir. Bunu mesela arıcılar da hukuken çok iyi bilir. Gökçeada’nın arısını buraya getiremezsin, kanunen yasaktır. Genetiğiyle oynamamanız gerekiyor. Buranın florasına uygundur, buranın iklimini bilir, bölgenin florasını değiştirmek doğru değildir.

Kitaba geri dönecek olursak, ne zaman yazıldı?

Aslında bu bir üçleme. İlk yazmak istediğim Müziğe Tarif’ti ama ona biraz zaman verdim. Böylece bu çıktı. Yemek kitabı ve kişisel gelişim arasında bir kitap oldu. Duyguya Tarif Gerek ismi, duygu durumlarını yazarken çıktı, hormonları bile sağaltan tarifler var çünkü. Bu arada şunu da eklemek isterim, kitap yazmak gibi bir meselem yoktu ama etraftan kesin yazmalısın diye ciddi anlamda baskı gördüm. Yine de yayınevi dünyasına kendimi yakın hissetmiyorum. Şu an başka nerede yazabilirim diye kafa patlatıyorum. Sonuçta yazı yazmayı seviyoruz.

Unutamadığınız bir geri dönüş var mı?

Evet var. Hiç konuşmayan annesine benim kitabımı okuyan bir okur, annesinin konuştuğundan bahsetmişti ve bu beni çok etkilemişti. İletişim kurmuşlar… Öykü gibi geldi ya da bir hatırayı harekete geçirdi demek ki. Kendisi alıp bana ulaşan çok insan oldu, bu da beni gerçekten mutlu ediyor.

Son soru da gönüllülere nasıl ulaşıyorsunuz?

Buraya gönüllü sistemi kurmaya karar verince worki-v üstünden ulaşmaya başladım. Başta tutmaz sandım ama ilk denemede 95 kişi başvurunca demek ki büyük bir cazibe yokmuş diye düşündüm. Türk gönüllü ve yabancı gönüllü arasındaki farkı şöyle açıklayabilirim. Türk gönüllüler pastoral yaşamı deneyimleyince kurumsal hayata dönüp, köleleşmek onlara daha kolay geliyor. (Gülüyor.) Yabancı gönüllüler ise bunu bir dünya görevi olarak görüyorlar.

İlginizi çekebilir: Macbeth’i anan oyun: “Ölümün Tersi Arzudur”Macbeth’i anan oyun: “

Günsu Özkarar: 1987 Ankara doğumluyum. 2008 yılında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Viyola Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldum. Ardından İsviçre’de Hocshule der Künste Bern’de yüksek lisansımı tamamladım. Yüksek lisansım sırasında Orchester der HKB, Schweizer Jugend Sinfonie Orchestra, The Women Orchestra of Switzerland’da çalarak, Christopher Warren­Green, Bruno Weil, Daniel Klajner, Jos van Immerseel, Kai Baumann gibi orkestra şefleriyle Avrupa’nın farklı şehirlerinde konserler verme deneyimi edindim. Tatjana Masurenko, Michael Kugel, Ruşen Güneş, Çetin Aydar, Danel Quartet, Marco Misciagna, Michel Michalakakos, Apple Hill Quartet, Siegfried Führlinger gibi hocaların ustalık sınıflarına katıldım. The World Youth Orchestra, The World Orchestra, Greek Turkish Youth Orchestra, Bilkent Youth Symphony Orchestra, Bilkent Youth Virtuosos, Jungenc Philharmonic Orchestra, AIMA Festival Orkestrası gibi ensemble/ orkestralarda ve Young Euro Classic, Schloss/Beuggen International Music Fest, Schlern International Music Fest, Bayreuth Youth Talented Artists ́s Music Fest, The Turco-British Association Bach Günleri, Datça Uluslararası Müzik Akademisi, T.R.N.C. Malta Dostluk Günleri, Klasik Keyifler Oda Müziği Festivali, Uluslararası Istanbul Müzik Festivali, Uluslararası D - Marin Klasik Müzik Festivali, AIMA Ayvalık Müzik Festivali ve Cervo International Music Fest gibi etkinlik ve festival konserlerinde yer aldım. İstanbul’a taşındıktan sonra CRR, AIMA Orkestrası, Orkestra Sion’da çalıştım. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Doçent Beste Tıknaz Modiri ile Sanatta Yeterlilik çalışmalarımı tamamlayarak, Okan Üniversitesi’nde öğretim görevliliğine başladım. Bitirme tezim “Tarihsel Süreçte Gelişen Viyola Ekolleri” kitap olarak yayınlandı. Trio Pax, Trio Tını gruplarının yanı sıra Okan Üniversitesi Orkestrası’nda üç yıl öğretim görevlisi olarak çalıştım. Psikoloji ve edebiyat her zaman ilgi alanım oldu. Çeşitli yaratıcı yazarlık kursları ile birlikte psikanaliz de gördüm ve bu sürecin ardından farklı dergilerde yazılarım yayınladı. Şimdi Milliyet Sanat, SanatAtak dergilerinde düzenli yazmaktayım ve Mayıs'ta İkinci Adam Yayınları’ndan çıkacak Küflü Virgül isimli ilk öykü kitabımı beklemekteyim.

Kıyafetlerinize özen gösteren teknoloji: Siemens iQ500 ile tanışın

Evde zamanımızın büyük bir kısmı, farkında olmasak da rutin işlere gidiyor. Pek çoğumuz için bu rutinde en çok vakit alan işlerden biri de şüphesiz ki çamaşır yıkamak ve kurutmak. Çamaşırlar için uygun programı seçmek, deterjanı ayarlamak, ıslak çamaşırların kurumasını beklemek ve ütü… Tüm bunlar bazen günün temposu içinde küçük ama rutinde bir yük haline dönüşebiliyor. Hayatı kolaylaştıracak birçok yenilik ise Siemens’ten geliyor. Siemens iQ500 Çamaşır ve Kurutma makineleri ile rutininiz artık hiç olmadığı kadar kolay ve pratik. Siemens iQ500 çamaşır ve kurutma makinesinde çamaşırlarınızı sizden önce düşünen, her adımı sizin yerinize planlayan bir teknoloji var. Size ise bu teknolojinin keyfini çıkarmak kalıyor. 



intelligentDry: “Ben ne yapacağımı bilirim” diyen çamaşır ve kurutma ikilisi 

Pamuk tişörtler, hassas bluzlar, okuldan gelen kalın eşofmanlar… Normalde hepsi için ayrı ayrı düşünüp doğru programı aramanız gerekir. Ama artık değil. Gün içinde onlarca şeyle uğraşırken bir de çamaşırın “fazla mı kurudu, az mı kurudu, ya buruşursa?” stresi yaşamıyorsunuz. Çünkü makineler zaten kendi arasında konuşup sizin yerinize karar veriyor.  

Çamaşır ve kurutma makineniz sadece yan yana duran iki cihaz değil; birbirini anlayan, sizin yerinize düşünen bir ikili. Siemens iQ500’ün intelligentDry teknolojisi sayesinde “Acaba doğru programı seçtim mi?” stresi tamamen bitiyor. Yıkama bittiği anda çamaşır makineniz tüm detayları (kumaş türü, yük miktarı, ıslaklık seviyesi, hatta ısı toleransını) tek tek kurutma makinesine iletiyor. Kurutma makinesi de tüm bu bilgileri alıp kıyafetlerin için en doğru programı otomatik olarak seçiyor ve başlatıyor. 



Evinizde görünmez bir iş ortağı varmış gibi… Sessiz, hızlı ve tamamen sizin konforunuz için çalışan. Tek yapmanız gereken çamaşırları makineye atmak; gerisini teknolojinin kendisine bırakmak ve keyfini çıkarmak. 

Mini Yük Özelliği: “Şunu bir hızlı aradan çıkarayım” dediğiniz anlar için 

Spor sonrası sepette sırasını bekleyen bir tişört, “yarın tekrar giyeceğim” diye bir kenara ayırdığınız gömlek ya da akşam dışarı çıkmadan önce anında yıkanması gereken bir bluz. Makineyi tam dolduracak kadar birikmesini beklemek istemezsiniz; ama tek parça kıyafet için makinenizi çalıştırmak istemezsiniz. Siemens iQ500 çamaşır makinesinin mini yük özelliği tam da bu anlar için tasarlandı. Yarım kiloya kadar olan birkaç parça çamaşırı, kısa sürede ve düşük enerji tüketimiyle yıkayabilirsiniz. 



Günlük hayatın koşturmacasında en güzeli de şu: Siemens Home Connect uygulaması üzerinden bir dokunuşla mini yük programını açıyor, çamaşırlarınızı dakikalar içinde temiz ve mis gibi alıyorsunuz. Pratik, hızlı ve o küçük yükleri büyük bir mesele olmaktan çıkaracak kadar akıllı. Siz temponuza devam edin; o, çamaşırlarınız için detayları halletsin.  

20’den fazla yıkama ve 15’den fazla kurutma programı ile gardırobunuzdaki her kıyafete ayrı bir seçenek 

Her kumaş, her kullanım, her kıyafetin ayrı bir dili vardır. Siemens çamaşır ve kurutma makinesi işte bu yüzden onlarca akıllı programla kıyafetlerinizin ömrünü uzatıyor. Siemens iQ500 Çamaşır ve Kurutma Makineniz, tüm ihtiyaçları bilir ve sizin için en uygun seçeneği sunar. Siemens Home Connect uygulaması sayesinde tüm programlara tek dokunuşla erişebilir, hatta yeni çıkan programları indirerek makinenizi kişiselleştirebilirsiniz. Böylece makineniz yıllar geçse bile zamana ayak uydurmaya devam eder.  

Program Asistanı: “Sen söyle, ben ayarlarım” diyen yardımcı 

“Hangi program daha doğru? Çamaşır az mı çok mu? Bir kere giydim ama uzun programa atsam mı?” diye düşünmenize gerek kalmadan Program Asistanı tüm bunları size en doğru programında çalıştırır. Kumaş türünü, çamaşırın ağırlığını, kirlilik seviyesini analiz eder ve size en uygun yıkama-kurutma programını önerir. Bu sayede yalnızca doğru programı bulmakla kalmaz; suyu, enerjiyi ve zamanı en verimli şekilde kullanır. Siz de makinelerin işini yapmasına izin verip, geri kalan zamanınızı kendinize ya da sevdiklerinize ayırabilirsiniz. 

SmartFinish: Ütüye ayırdığınız süre artık size kaldı 

Kim ister çamaşırların başında ütüyle saatlerini harcamayı? SmartFinish teknolojisi buharın gücünü kullanarak kırışıklıkları daha makineden çıkmadan %50’ye kadar azaltıyor. Sonuç? Daha az ütü, daha çok kendinize ayırdığınız zaman. Teknolojinin keyfini çıkarmak için Siemens Home Connect uygulamasıyla SmartFinish’i açmanız yeterli. Ütü masası açmadan, güç harcamadan, zaman kaybetmeden kıyafetleriniz giyime hazır hale gelir. Bir toplantı öncesi, spontane bir plan öncesi ya da sadece rahatlık istediğiniz bir anda SmartFinish teknolojisi sizin için çalışır.  

Program İndirme: Makineniz hep güncel, hep “yenilikte” 

Siemens iQ500 Çamaşır ve Kurutma makinesi, güncel yeni programları kolayca indirip tek dokunuşla kullanabilirsiniz. İhtiyaç değiştikçe çamaşır makineniz de sizinle birlikte kendini güncelliyor. Siemens’in en sevilen yanlarından biri, cihazların statik kalmaması. Yani bugün aldığınız çamaşır makinesi birkaç yıl sonra bile yeni özellikler kazanabiliyor. 



Siemens Home Connect üzerinden cihaza özel yeni yıkama ve kurutma programları indirebiliyorsunuz. Mevsimsel ihtiyaçlar, moda olan yeni kumaş türleri, spor kıyafetlerin gelişmesi… Ne değişirse değişsin, makineniz hep güncel kalıyor. 

Tıpkı telefonunuza uygulama güncellemesi indirir gibi çamaşır ve kurutma makineniz de güncellemelerle değişen yaşam tarzınıza ayak uyduruyor. 

Akıllı deterjan yönetimi: i-Dos ile her yıkamada doğru ölçü 

Makineyi tamamen doldurunca veya tek parça kıyafeti makineye attığınızda ne kadar deterjan koyacağınızı bilemiyor olabilirsiniz. İşte tam bu noktada i-Dos Deterjan Tarama teknolojisi devreye giriyor. Siemens Home Connect üzerinden şişelerin barkodunu okutup su sertliği ve deterjan yoğunluğunu makineye iletiyor, i-Dos ise her yıkamada doğru miktarı otomatik olarak ayarlıyor. Üstelik Siemens Home Connect uygulaması, deterjan seviyesini takip ederek deterjanınız tükenmeden önce size haber veriyor. Tek yapmanız gereken uygulamayı telefonunuza yüklemek ve çamaşır makinenizi uygulamaya bağlamak. 

stainRemoval teknolojisi: Zorlu lekelerle inatlaşmayı unutun 

Çay, yağ, makyaj, çikolata lekeleri… Gün içinde fark etmeden üzerinize bulaşan lekeler artık kâbus olmaktan çıkıyor. Siemens iQ500 çamaşır makinesi ile stainRemoval teknolojisi devreye giriyor. Tek bir dokunuşla çay, yağ, kozmetik veya günlük hayatta karşılaştığınız diğer zor lekeler için özel programları aktif edebilirsiniz. 

Siemens Home Connect uygulaması sayesinde daha fazla leke türünü ve bunlar için geliştirilmiş özel programları keşfetmek de mümkün. Yani sadece “lekeyi çıkar” demekle kalmıyor, sizin için en doğru yıkama programını da otomatik olarak öneriyor. Böylece hem lekelerle uğraşmak zorunda kalmıyor hem de giysilerinizin ömrünü koruyorsunuz. 

Artık çocuğunuza yemek yedirirken dökülen yemek lekeleri, kahve kazaları ya da mutfakta sıçrayan yağ lekeleri sizi endişelendirmiyor. stainRemoval, günlük hayatın getirdiği küçük sürprizlere karşı en güvenilir yardımcınız oluyor. 

Siemens iQ500 çamaşır ve kurutma makineleri, artık sadece kıyafetlerinizi temizleyen makineler değil; size zaman, konfor ve güven veren akıllı iş ortaklarınızdır. Ütüye harcadığınız vakti kendinize ayırın, lekelerle uğraşmayı unutun ve teknolojinin yaşam alanınıza uyumunun keyfini yaşayın.

*Bu yazı Siemens’in katkılarıyla hazırlanmıştır. 





İlgili Makale