X

Sizce siz sakin bir ebeveyn misiniz?: Uzman Klinik Psikolog Yasemin Meriç Kazdal ile ebeveynlik üzerine

Uzman Klinik Psikolog Yasemin Meriç Kazdal’ın kaleme aldığı Sakin Ebeveyn kitabı, hem daha sakin bir insan, hem de daha sakin bir ebeveyn olmanın yollarını bilimsel ve psikolojik temellere dayanarak anlatıyor. Bir yandan çocukluğunuzla, bir yandan da kendi çocuğunuzla olan ilişkinizi gözden geçirmenize yardımcı oluyor. 

Kitapta ilerledikçe üzerinizdeki baskıları fark ediyor, konu aralarındaki testlerle birlikte kendi durumunuzu gerçekçi bir şekilde değerlendirebiliyor ve düşüncelerinizde kalıcı değişimler deneyimleyebiliyorsunuz.

İçerisinde çocuğun hislerine uyumlanmaktan, beynin verdiği tepkilerin sebeplerine kadar onlarca değerli bilgi barındıran bu kitabı, ebeveyn olan veya olmayı düşünen herkese tavsiye ederim. 

“Yok bir şey!” düşen bir çocuğa veya ağlayan bir çocuğa yetişkin birinin verdiği ilk tepkilerden biri. Belki de çocuğun duygularını görmezden geldiğimizi anlatan ilk cümle… Peki, neden biz ebeveynler çocuğumuzun duygularını görmek istemiyoruz? Veya neden onun zorlayıcı duyguları ile baş etmesini izlerken bu denli zorlanıyoruz?

“Çocuk zorlayıcı bir duygu yaşarken ebeveyninin de zorlandığını görmesi çocukta “Yüzleşilemeyecek kadar kötü bir duygu yaşıyorum!” düşüncesini yaratabilir. Bu düşünce de çocuğun duygularını bastırmasına, yok saymasına ya da onlara yabancılaşmasına neden olabilir, ki bu bahsettiğim üç durum birçok psikolojik sıkıntının da alt yapısını oluşturur.”

Çünkü duygular güçlüdür ve duygularla temas halinde olmak bazen gerçekten cesaret ister. Duygular insan canlısının ihtiyaçlarının bir yansımasıdır ve duyguları görmek demek o ihtiyaçları da fark etmek anlamına gelir çoğu zaman. Bu nedenle çocuklarımızın duygularını görmek, olduğu haliyle kabullenmek her zaman çok kolay olmuyor. 

Elbette bunda biz ebeveynlerin çocukken nasıl bir ebeveynlik gördüğümüz de etkili. Çoğumuz duygularımızın önceliklendirildiği bir ortamda büyümedik, hal böyle olunca öğrendiğimiz doğrumuz ya da alışkanlığımız da bu oldu.

Halbuki çocukların, yetişkinlerin yani tüm insanların hissettikleri her duyguya önem vermeyi öğrenmesi gereklidir. Duygularımızı fark etmek, onları tanımlamak ve ifade edebilmek en büyük ihtiyaçlarımızdan biridir. Kendi duygularımızı kabullenmek, kendi hayatımızı değiştirirken çocuklarımızın duygularını görmek ve onları kabullenmek çocuklarımızın hayatını dönüştürür. Bunları yapmakta zorlanınca zorlayıcı duygularla baş etmek de zorlaşır. Çocuğumuz hiç üzülmesin, hiç korkmasın ya da hiç kızmasın isteriz. Bunun mümkün olmadığını ve her duygunun dönemsel olduğunu kabul etmek bize yardımcı olacaktır. Çocuk zorlayıcı bir duygu yaşarken ebeveyninin de zorlandığını görmesi çocukta “Yüzleşilemeyecek kadar kötü bir duygu yaşıyorum!” düşüncesini yaratabilir. Bu düşünce de çocuğun duygularını bastırmasına, yok saymasına ya da onlara yabancılaşmasına neden olabilir ki bu bahsettiğim üç durum birçok psikolojik sıkıntının da alt yapısını oluşturur.

Sizin de kitabınızda bahsettiğiniz üzere, sosyal medya günümüz ebeveynlerin işini oldukça zorlaştırabiliyor. Sizce sosyal medya bizi daha mı öfkeli kılıyor?

Sosyal medyada sürekli olarak mükemmel aile fotoğrafları, hiç ağlamayan bebekler, evde yapılan sağlıklı içecekleri içen çocuklar gibi içeriklerle karşılaşmaktayız. Genel gerçeklikten uzak bu içerikler bir ebeveynde ne yaparsa yapsın yetersiz olduğu ve kendi hayatının kusurlu olduğunu düşündürebiliyor.

Bu düşüncede yetersizlik hissi ve başka zorlayıcı duyguların oluşmasına neden oluyor. “Dışarıda herkes mükemmel ama ben değilim.”, “Ben çocuğuma asla yetemeyeceğim.” gibi düşünceler de ebeveynleri sakinlik halinden çıkarıp daha öfkeli ve daha tahammülsüz kılabiliyor çünkü ebeveyn kusurlu olduğuna inanmaya başlıyor. 

Bu kusurlu olduğuna inanma hali “tahammül etmesem de olur zaten iyi bir ebeveyn değilim” düşüncelerini doğurabiliyor. Burada “yeterince iyi”nin gücünü benimsemek ve başkalarının değil kendimizin en iyi versiyonunda olmaya çalışmak işlevsel bir bakış açısı kazanmaya destek sağlayacaktır.

Son zamanlarda dikkatimi çeken bir durumdan bahsetmek istiyorum. Bazı aileler, çocuklarını başkası etiketlemeden önce: “Bu çocuk hiperaktif!”, “Bu çocuk huysuz.” gibi önden kendileri yaftalamayı tercih ediyorlar. Bunu yaparak, “bazı şeylerden kurtulmaya çalıştıklarını” gözlemliyorum. Çocuğa koyduğumuz etiketler, çocuğu nasıl etkiler?

Bir çocuğa yapabileceğiniz en kötü şeylerden biri onu etiketlemektir. Bunu söylediğimde zihninizde sadece yaramaz, sakar, dikkatsiz gibi olumsuz etiketler oluşmasın. Çok zeki, akıllı, aşırı yetenekli gibi etiketler de çocuklar için oldukça zararlı olabiliyor.

Çocuklara konulan etiketlerin, çocuğun kimliği ve davranışları üzerinde önemli etkileri olabiliyor. Etiketler, çocuğun kendini algılaması, başkalarıyla ilişkileri ve genel davranışları üzerinde derin ve uzun süreli yönlendirmeler oluşturabilir. Bu etiketlemeler “kendini gerçekleştiren kehanet’’ etkisi yaratabilir. Yani çocuğa atfedilen davranışlar nedeniyle çocuk bu davranışları sergileme eğiliminde olabilir. 

“Huysuz’’ denilen bir çocuk, bir süre sonra gerçekten huysuz davranışlar sergileyebilir. Örneğin, aslında bir şeyden korktuğu için ağlayan ve huzursuz olduğu anlaşılan bir çocuğa “O zaten huysuz, şımarıklık ediyor…” gibi etiketler kullanmak, bir süre sonra kendini gerçekleştirmeye başlayabilir. Çocuğa konulan etiket, davranışlarını şekillendiren bir döngü yaratabilir. Diğer insanlar çocuğa bu etikete göre yaklaşabilir ve bu da çocuğun bu davranışı sürdürmesine ortam yaratır. 

Çocuk başkalarının onu bu şekilde gördüğüne inanarak kendini değersiz hissedebilir ve motivasyonu olumsuz yönde etkilenebilir. Kendini gerçekleştiren kehanet oluştukça, çocuk kendisine atfedilen etiketlerden dolayı daha savunmacı bir tutuma bürünebilir ve bu da aile ve sosyal çevresiyle anlayışlı bir iletişim kuramamasına sebebiyet verebilir. Bu nedenle, çocuklara olumlu ya da olumsuz etiketler yerine, onların güçlü ve zayıf yönlerini kabul edip destekleyici ifadeler kullanmak önem taşır. Onların güçlü yönlerini vurgulamak, başarılarını takdir etmek, çabalarını görmek ve gördüğünüzü belli etmek ve desteklenmesi gereken yönlerini destekleyecek şekilde bir tutum sergilemek, olumlu bir özsaygı ve özgüven geliştirmelerine yardımcı olur.

Peki sizce çocukların duygu ve düşüncelerine saygı duymakta neden bu kadar zorlanıyoruz?

Çocuklarımızı dinlerken ebeveyn rolünden çıkıp “insan” rolüne kalmakta zorlandığımız için olabilir. Çocuklarımız bize kendi çocukluğumuzu ve o dönemde yaşadığımızı duyguları anımsattıkları için olabilir. Çocuklarımızı kendi başarı ya da başarısızlığımızın bir temsili olarak gördüğümüz için olabilir. Toplumsal baskılar nedeniyle olabilir. Maruz kaldığımız ebeveynlik tutumlarıyla öğrendiğimiz “doğru” ve “yanlışlar” nedeniyle olabilir. Henüz kendi duygularımızı bile kabul edip onlara saygı duymayı başaramadığımız için olabilir. 

Yaşadığımız coğrafya ve yetiştiğimiz toplumsal dinamiklerin de çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Ama tüm bunlar bir dönüşüm içinde. Bir kısım anne babalar önemli bir farkındalık devriminden geçiyor diye düşünüyorum.

Zor duygularla baş eden çocuğa hangi adımda müdahale etmeliyiz? Yoksa yardım etmemeli miyiz?

Çocuklar zorlayıcı bir duyguyu yaşarken o duygudan bir an evvel kurtulması için bir yol bulmak ya da ona bir yol göstermekse, bu aslında bir yardım değil. Sırf bu nedenle çocukların ağlaması engellenir çoğu zaman: “Tamam ağlama, bitti, yok bir şey!” denir. Halbuki bu yaklaşım çocuğun hem duygusunu reddetmeyi ya da yok saymayı içerir hem de kendi kendisini sakinleştirmesi, regüle etmesi için tüm hayatı boyunca ihtiyaç duyacağı beceriyi geliştirmesini engeller. 

Bir çocuk sizden yardım talep ediyorsa ona hep yardımcı olun derim ben. Ancak duygudan kaçarak, yok sayarak ya da “Ben varken sana hiçbir şey olmaz!” gibi bir tavırla değil. En etkili yardım çocuğunuza anlaşıldığını hissettirmenizdir. Duygudan kaçmak yerine birlikte ona destek olarak duyguda kalabilmenizdir. Birlikte neler yapabiliriz diye düşünebilmenizdir.

Malum çocuğun zor duygular ile baş etmesini desteklerken, kendimiz zor bir gün geçirmişsek, pek de sabırlı olamayabiliyoruz. Peki ya biz ebeveynler, aradığımız sabra nasıl ulaşabiliriz?

Sabırlı olabilmek bir sonuçtur çoğu zaman. Beklentilerinizin, duygusal farkındalığınızın, öğrendiklerinizin ve mizacınızın oluşturduğu bir havuz var. Sabır o havuzun içinde oluyor genelde.

Zor bir günün ardından, her şeyden önce, ebeveynin ebeveyn kimliğinin yanında insan rolüyle, duygularının farkında olarak ifade etmesi, paylaşması rahatlatıcı bir adım olacaktır. Çocuğun zor duygular ile baş etmesini izlerken, onun duygusal tepkilerini anlamak, ne hissettiğini dinlemek, sorunlarını ciddiye almak çocuğun duygusuyla uyumlanmaya yardımcı olacaktır. Etkin dinlemek ve karşımızdakini anlamaya çalışmak bizim regüle olmamızı sağlayacak önemli bir faktördür. 

Bir başka faktör de güven hissinin korunmasını sağlamaktır. Duyguların düzenlenmesi bireyin temelde kendini güvende hissetmesi ile mümkündür. Zor bir duyguyla baş eden çocuğu izlerken onu tehdit etmemek, örneğin “Böyle yaparsan oynamam, yemeğini yemezsen tatlı vermem!” gibi cümleler kullanmamak işlevsel olacaktır.

Bunu yaparken zaman zaman kendimize mola vermek, belki bir kaç dakikalığına odadan ayrılmak ya da hafif başka bir aktivite yapmak iyi gelebilir. Sabırlı olamamak ve bu sabra geç ulaşmak bir başarısızlık göstergesi değildir. İçsel süreçleri anlamak, duygulara ve ihtiyaçlara özen göstermek ve olumlu bir bakış açısı geliştirmek, sabrı artırmak için yardımcı olabilir.

Çocuk yetiştirme konusunda toplumdan gelen oldukça büyük bir baskı olduğunu düşünürsek, topluma ve yakın çevremize karşı nasıl sağlıklı sınırlar çizebiliriz?

Bu sınırları çizerken mükemmel ya da ideal ebeveyn olmaya çalışmaktansa yeterince iyi bir ebeveyn olmaya çabalamanın daha gerçekçi olduğunu aklımızda bulundurmamız gerekir. Mükemmel olan hedeflendiğinde standartlar hep daha da yükselir ve bu da insanı yıpratırken hayatı kaçırmasına sebep olabilir. 

Mükemmel ebeveynlik gibi, ideal bir çocuk da gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çocuğun hiçbir sorun yaşamamasını hedeflemek de gerçekçi değildir. Ebeveynlerin özgüvenlerinin yüksek olması sağlıklı sınırları çizerken bize yardımcı olur. Hata yapmaktan korkmayan ebeveynler, deneye deneye kendileri için en doğru yöntemi keşfedeceklerdir. Bu deneme yolculuğunda başarısız hissettiğiniz anlar olsa da bu başarısızlıkların bizi başarmaya daha yaklaştırdığı üzerinde durmak ve zaman zaman hüsrana da uğrayabilme cesaretini göstermek gerekir. 

Tüm bunların yanında sağlıklı iletişim kurmayı da öğrenerek kendi sınırlarınızı daha kolay çizebilirsiniz. Tabi bazı toplumlar çocuğu, onun ihtiyaçlarını ve duyguları önemsizleştiriyor maalesef. Bu yaklaşıma karşı tamamen net bir tavır almalı ebeveynler. “Çocuktur anlamaz, aman o ne hissedecek ki, küçücük velede açıklama mı yapacağız şimdi?” yaklaşımlarıyla üzerinizde kurulan çevresel baskıya direnin diyorum hem anne hem babalara.

Çocuklarımızı duyguları ile yüzleştirmek adına yapabileceğimiz pratikler var mı?

Çocukların duygularını yok saymadığımız müddetçe genellikle yüzleştirmeye ihtiyaç duymuyorlar. Yani ilk adımımız onlara zarar vermemek ve var olan becerilerini köreltmemek olsa yeterli aslında.

Çünkü çocuklarımıza duygularını bastırmayı zaten biz yetişkinler öğretiyoruz. Çocukların duygularını fark etmeleri duygusal gelişimlerini desteklemek ve genel psikolojik sağlıkları açısından önem taşır. İleriki yaşantılarında, bir başkasının duygularını daha iyi tanıyabilmeleri için temelde kendi duygularını tanıyabilmeleri ve bu duygulara kulak verebilmeleri işlevsel olacaktır. Bunun başlangıcı da tabi ki aile ortamındaki iletişimden geçer. 

Örneğin, evde birlikte bir hikaye okuduktan sonra hikayede ne olduğundan çok hikayedeki karakterin nasıl hissettiğine dair konuşabilmek çocukların duygular üzerine düşünebilmeleri için güzel bir fırsat olabilir. Aile içinde kendi duygularınızı rol yapmadan açık ve serbest bir şekilde ifade etmek çocuğun da bunu deneyimlemesine ve öğrenmesine olanak sağlayacaktır. 

Sizin duygularınızı konuşabilmek ve aynı zamanda çocuğa zorlayıcı ya da keyifli her türlü duygusunu konuşabileceği bir ortam sağlamak, çocuklara duygularını açık bir şekilde ifade etmelerini öğretmek için faydalı olacaktır. Çocuğun zorlayıcı duygusunu yaşamasına, yüzleşmesine ve açık ifade edebilmesine izin vermek için onunla göz teması kurmak ve o duygularını ifade ederken dinleme sesleri çıkarmak (“Hımm, evet, anlıyorum…” ya da onaylar gibi kafa sallamak) ve yorum yapmadan dinlemek, anlattığı duygularına birlikte isim vermek (“Sanırım buna kızmışsın, üzüldüğünü hissediyorum, böyle hissetmekte haklısın.”) gibi adımlar izlenebilir. Ben, Sakin Ebeveyn kitabımda bu yöntemleri detaylıca anlatmaya çalıştım umarım okuyuculara pratik anlamda da yardımcı olur.

Sizce son dönemde kaygılı çocuk sayısı arttı mı?

Evet, son zamanda kaygılı çocukların sayısı oldukça arttı diyebiliriz. Bunun en önemli sebeplerinden biri dünyada ve ülkemizde yaşadığımız toplumsal zorlayıcı deneyimler. Çocukları ne kadar bunların dışında tutmaya çalışsak da televizyon ve sosyal medya, okulda arkadaşlarının konuşmalarını duymaları, biz yetişkinlerin konuştuklarına aşina olmaları sebebiyle aslında onlar da bu zorlayıcı deneyimlerden etkileniyorlar. 

Pandemi, deprem, ekonomik kaygılar gibi sebepler için “Çocuk o anlamaz.” gibi bir düşünce olsa da onlar yetişkinlerin kaygılarını çok rahat okuyabiliyorlar. Dolayısıyla bu durum çocuklarda gösterdikleri ya da açıkça gösteremedikleri, paylaşamadıkları bir kaygıya sebep olabiliyor.

Son olarak kontrolü elden bıraktığımızda veya istenmeyen şeyler yaşandığında, çocuğa nasıl yaklaşılmalı, durum nasıl açıklanmalı?

Çocuğunuzla kontrolü elden bıraktığınız veya istenmeyen bir durum yaşandığında, duygusal olarak destekleyici ve anlayışlı bir şekilde yaklaşmak önemlidir. Ebeveynin beklenmedik ya da istenmeyen bir durum karşısında oksijen maskesini önce kendisine takarak kendisini sakinleştirmesi kilit bir nokta olabilir. 

İlgili durum karşısında çocuğunuzla sakin bir şekilde iletişim kurmak, onun da daha sakin ve açık olmasına yardımcı olacaktır. Bu iletişimde açık ve basit bir dil kullanarak durumu çocuğa izah etmek, onun yaşına ve anlama düzeyine göre faydalı olacaktır. Dili ağır ifadeler, kontrolün elden çıktığı ya da istenmeyen bir durumda daha karmaşık bir duygu durumu yaratabilir. Bu gibi durumlarda çocuğun duygularını kabul ederek durumla ilgili sorularını anlayışla ve sabırla dinlemek ve cevaplamak kaygılarının giderilmesine ortam yaratacaktır.

Kontrolü kaybettiğinizi düşünüyorsanız önce kendinizi sakinleştirmelisiniz. Destek almanız gerekiyorsa destek almalısınız. Çocuğunuzdan özür dilemeniz gereken bir şey varsa ondan özür dilemelisiniz. Tutarlı olmak tüm ilişkilerde olduğu gibi ebeveyn çocuk ilişkisinde de çok önemlidir.

Bu keyifli ve bilgilendirici röportaj için Uzman Klinik Psikolog Yasemin Meriç Kazdal’a sonsuz teşekkürler…

İlginizi çekebilir: Astrolog Hazal Talay ile keyifli bir röportaj: Plüto Kova çağı, retro, ekonomi ve çok daha fazlası

Andi Hodara: Andi Hodara, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe bölümünden 2010 yılında mezun oldu. Yolu yoga ile üniversitede kesişti ve o günden bu yana eğitimlerini da tamamlayarak Yin Yoga eğitmeni oldu. Üniversitede okuduğu süre boyunca birçok proje için röportaj yapma imkanı yakaladı ve böylelikle içerik üretme ve yayıncılık hayatına giriş yaptı. Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi Film Çalışmaları programını tamamladı ve bu sayede birçok uluslararası yapımda reji asistanı olarak görev aldı. Mezun olduktan sonra bir gazetenin dış haberlerinde çalışma imkanı yakaladı ve daha sonra dijital yayıncılığa geçiş yaptı. Halen dijital yayıncılık, içerik üretimi ve yazarlık yapıyor, yin yoganın mucizelerinden faydalanıyor ve herkesin de faydalanmasını istiyor. Aynı zamanda kişisel gelişime son derece meraklı olması sebebiyle aldığı psikoloji derslerinin ardından Evlilik ve Aile Danışmanlığı eğitimini de tamamladı ve bu konularda da içerikler üretiyor.

Sürdürülebilir çözümlerin izinde: VitrA’dan dünyanın ilk ve tek %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabosu

‘Biricik’ dünyamız günden güne artan çevreler baskılar ve azalan doğal kaynak sorunları ile karşı karşıya. İklim krizi, küresel ısınma, atık sorunları, hava kirliliği ve daha nice çevresel sıkıntı, hem dünyamızın hem de insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bu nedenle, sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarına sahip olmanın önemi her zamankinden kat ve kat daha fazla. Böylesi bir gerçekliğin farkında olan tüm endüstrilerde de yenilikçi ve çevre dostu ürünlerin geliştirilmesi oldukça büyük bir öneme sahip. Bu bağlamda VitrA, büyük bir adım atarak çevreye saygısını ve döngüsel ekonomiye olan katkısını gözler önüne seriyor.



VitrA’dan bir ilk; %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo

Çevresel ayak izlerini azaltma yolunda önemli adımlar atan VitrA, sektörün değişim öncülerinden biri olarak bizi yeni çevre dostu lavabosu ile tanıştırıyor. Dünyanın ilk ve tek %100* geri dönüştürülmüş seramik lavabosu özelliğini taşıyan bu lavabo, atık olarak kabul edilen malzemelere yeniden hayat veriyor. Yeni çevre dostu lavaboların içerik olarak yaklaşık %100’ü, kırık seramikler de dahil olmak üzere üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan oluşuyor.

VitrA’nın sürdürülebilirlik konusundaki vizyon ve öncülüğünü yansıtan bu yenilikçi ve çevre dostu lavabolarla, seramik sektöründe sürdürülebilir tasarım konusunda da yeni bir standart ortaya çıkıyor. Tasarım harikası ve fonksiyonel bir ürün olmanın ötesinde geri dönüştürülmüş seramik lavabolar, çevresel bilinç ve sürdürülebilir yaşam tarzlarını da destekleyen güçlü bir mesaj taşıyor.

%30 oranında iyileşen küresel ısınma potansiyeli

ISO 14040:2006 ve 14044:2006 standartlarına uygun yapılan Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi sonuçlarına göre, atıkların kullanılması çevresel etkilerden küresel ısınma potansiyelini %30 oranında iyileştiriyor. Geri dönüştürülmüş lavaboların üretilmesi sayesinde, ürün başına, daha az hammadde kullanılarak %36’lık iyileştirmeyle yaklaşık 5 kilogram hammadde tasarrufu ve %38 iyileştirmeyle 2,48 Kwh elektrik tasarrufu elde edilmesi hedefleniyor.

Sadece bir lavabo olma işleviyle kalmayan, çevresel sürdürülebilirliğe yönelik geniş bir vizyonu temsil eden bu ürün, çevreye duyarlı bir gelecek için atılmış çok büyük bir adım. Eczacıbaşı Yapı Gereçleri’nin çevre dostu lavabolarla benimsediği bu üretim yaklaşımı, döngüsel ekonomiye katkıyı da en üst seviyeye çıkarıyor.

Sürdürülebilir bir gelecek için hijyenik ve şık bir ilham kaynağı

Küresel ısınma potansiyelini iyileştiren, çevre dostu bir tasarım harikası olmasının ötesinde VitrA’nın geri dönüştürülmüş lavaboları, hijyen endişesini de ortadan kaldırıyor; çünkü bu lavabolar VitrA Hygiene teknolojisiyle kaplanıyor. Bakteri gelişimini %99,9 oranında önleyen VitrA Hygiene teknolojisi sayesinde, seramik lavaboların kullanımı sırasında yüzeye bulaşan bakteriler etkisiz hale geliyor. Böylece, bir numaralı önceliğimiz olan hijyenden ödün vermeden çevre dostu seçimler yapmak da kolaylaşıyor.



Ayrıca, her zevke, her alana uygun seçimler yapmak da yine VitrA ile oldukça kolay. Bilecik, Bozüyük’teki VitrA Üretim Kampüsü’nde geliştirilen yenilikçi çözümler sayesinde üretimine başlanan bu çevre dostu çanak lavabolar, ilk olarak mat bej renkte ve 5 formda tasarlanmış olsa da VitrA’nın geri dönüştürülmüş ürün gamına yeni ürün ve renklerin eklenmesi de planlanıyor.

VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabonun hikayesi, gelecekteki çevre dostu ürünler ve teknolojiler için de büyük bir ilham kaynağı. Daha sürdürülebilir bir dünya için gelecekte atılacak tüm adımlara şimdiden ilham olduğu kesin. Siz de yaşam alanlarınızı çevre dostu bir bilinç ile şekillendirmek ve bir eşi daha olmayan dünyamızın geleceği için önemli bir adım atmak istiyorsanız hemen tıklayıp VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo çeşitlerini keşfedebilirsiniz.

* İçerik olarak yaklaşık %100’ü üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan üretilmiştir.

* Bu içerik VitrA katkılarıyla hazırlanmıştır.

İlgili Makale