Oyuncu Veysel Diker ile ‘Şifa Niyetine’ bir sohbet

Veysel Diker’i hepimiz tanıyoruz. Oyunculuğu, yazım dili ve her birini bizlere büyük bir ustalıkla sunarken son dönemlerde sesiyle de anlattıkça anlatan, düşündüren, bizleri bambaşka duygulara sürükleyip farklı bir kentte, hiç tanımadığımız insanlarla, hiç bilmediğimiz bir dilde konuşturan sevgili Veysel Diker’i…

Sohbet ederken, sizi bir kitabı dinliyormuş hissiyle baş başa bırakan ve dünya görüşüyle bildiğiniz pek çok şeyi yeniden düşünmenize neden olan, aynı zamanda ailesiyle olan güçlü bağları ve bu denli dışa dönük bir meslekte daha sakin ve sade bir yaşam sürmeyi başarmış; “En büyük mutluluğum müzik dinlerken yemek yapmak ve bunları oğluma, eşime dostuma yediriyor olmak.” diyen Veysel Diker ile yaptığımız röportajı keyifle okumanızı diliyorum.

Tanıdığımızın dışında, sahnenin uzağındaki Veysel Diker kimdir?

Aslında tanıdığınız Veysel’i sorayım öncelikle size. Televizyondan, dizilerden, tiyatrodan belki… Tiyatrolarımı izlemişseniz ne ala. Onu daha çok yeğlerim tabii. Tiyatro sahnesinde çok daha kendim olduğumu düşünüyorum. Rol kişisi olarak değil tabii; içten kendimi. Rollerin arkasındaki Veysel’i ne derece görebiliyorsunuz bilmiyorum ama zor olsa gerek. Rolümü iyi oynarım. Ancak tanıdığınız kişi daha çok roller aracılığıyla tanıdığınız silüetim dersek daha iyi anlamış oluruz.

Pandemi döneminde ben de iyice tanıdım kendimi. Evde olmayı çok seven, evde yemekler yapmayı çok seven; evi tertipleyip, düzenleyip, çarşafların kenarına lastik çevirerek yatak düzenli olsun kaygısı yaşamaktan tutun da, ‘Aman çiçeklerin saksısı daha güzel olsun; iyi ki değiştirdim mutlu oldular.’ diyen bir Veysel var. Yani hayatı daha sakin yaşamayı ve içte olmayı seviyor, işim ne kadar dışta olmayı gerektiriyorsa ve sunuyorsa da normal hayatta da içteki Veysel’i yaşamayı yeğliyorum ve çok seviyorum. Kendimle paylaştığım zamanda, yemek yapmak ve bunu oğluma, eşime, dostuma yediriyor olmak ve onların beğenisi almak dünyadaki en büyük mutluluğum. Onu da yaparken mutfakta müzik dinlemek… Hayatta beni daha fazla mutlu eden elbette bir iki şey vardır, ama bu kadar yoktur.

Yaz mevsimini çok seviyorum. Deniz kenarı, mor çiçekler, balıklar… Dünyayı seviyorum. Sorunuza hala cevap bulmaya çalışıyorum. Daha çok detay, küçük şeylerin farkına varıp onların sahibi olmak ve onları kendine sunuyor olmak, onların farkına varmak beni çok mutlu ediyor. Zamanımın büyük bir kısmını oğlumla geçiririm. Onunla basketbol oynamak, film izlemek, ders çalışmak, eğlenmek… Her gece uykusundan önce 1 saat odasında otururuz. O oyuncakları ile oynar ben de onun odasında oturur kitap okurum. Bu bizim ritüelimizdir. Çok mutlu olduğum saatler. Sonra onu uyuturum. Onun huzurla uyuduğunu görüp salona geçme anımı hiçbir şeye değişmem. Veysel, küçük anların mutluluğunu yaşamaktan keyif alan ve daha da mutlu olan bir adamdır.

‘Her şey mutluluğa hizmet etmeli’ diyorsunuz. Dünya olarak neyi yanlış yapıyoruz?

Şunu çok iyi biliyoruz; bu filmin sonunda bütün karakterler ölüyor. Dünyada ölüm diye bir şey kesin var. Hepimizin belki de tek ortak fikirde olduğu konu bu. Sağlık alanının iyileşmesine rağmen günümüzde 70-80 civarında bir yaş ortalaması var. Yaşadığımız süre kendi kafamıza göre çok uzun olabilir ama evren tarihine göre bir zerreyiz. Yani yaşadığımız kısım o kadar kısa bir dönem ki…

Bu dönemde eğer seçme hakkımız varsa ben mutluluktan yanayım. Çünkü bana iyi hissettiriyor. Mutlu olunca ya da mutlu edince bunun keyfi olağanüstü güzel geliyor bana. Neyi eksik yapıyoruz? Hayatımda mutlu edecek şeyleri istiyorum ve onların yaşaması ve çoğalması için elimden geleni yapıyorum. Mutluluk için çaba harcamak gerekir. Çaba her anlamda; kişisel gelişimden tutun da çevremizi güzelleştirmeye kadar…

Mesela ben sigara içen birisi değilim. Yerlerde izmarit görünce kendi kendime sesli konuşuyorum. ‘Dünyaya bunu nasıl yaparsınız?’ Gözlemliyorum ve izmariti yere atarken o kadar rahatlar ki… Bu denli rahat olmaları beni ürkütüyor. Sitede yaşıyorum. Normalde site hayatı düzenlidir ve bir çerçevesi vardır. Çalışan ve yaşayan insanlar var. Belirli bir eğitim ve ekonomi seviyelerine sahipler. Elbette çevreye dikkat etmek bunlara endeksli değil. Ama bir nebze de olsa etkilidir diye düşünüyorum. Sitesine, evine girerken sigarasını yere atan insanlarla aynı yerde yaşamak beni mutsuz ediyor. Hayata karşı kaba olmamakla alakalı bir durum. Doğaya, hayvanlara ve insanların birbirine karşı kötü davranıyor olması beni ürkütüyor.

İvmesi her geçen gün artan bir şekilde kadın cinayetleri mevzusu var bu ülkede. Kadın mutsuz, ayrılmak istiyor, birçok gerekçesi var. Bir erkeğin ayrılmak isteyen karısını öldürmek gibi bir hakkı olduğunu düşünmesi dehşet verici bir durum. Bunun bireysel bir şey olduğunu düşünmüyorum ben. Bu toplumsal bir ‘hak görüş’ diye düşünüyorum. Toplumun birçok dinsel, sosyolojik, psikolojik açıdan erkeğe verdiği kaba bir imtiyaz. Erkek bu gücünü kendi kan dolaşımından aldığı kadar, bu zihinsel yapının çıkış noktası aynı zamanda yaşadığı toplum ve bu toplumun bileşenleri. Dolayısıyla çok üzücü bir şey. Bizlerin bu acıları yaşamaması mümkün değil. Bu durum, ülkemizdeki Türk erkeğinin acıklı halidir. İstenmemeyi kendine yedirememe ezikliğidir. Kadın seni istemiyorsa özür dilerim deyip gidebilmek güzel bir şeydir. Bence şu an Türkiye’deki en büyük problemlerden biri kadın cinayetleri.

Mutlu olmamız için haddimizi, sınırlarımızı bilmemiz gerekiyor. Bir ülkenin bile sınırlarını biliyor olması gerekir. Makul olmak ve hırsları törpülemek gerekiyor. Ne yaparsan yap maksimum 80-90 yıl yaşayabiliyorsun. Cana can katacağına can almak bence hastalıklı bir hal. İnsanın ve toplumun hasta olması ile alakalı bir durum. Umarım iyileşiriz. Toplumun en büyük iyileştiricilerinden bir tanesi sanat diye düşünüyorum. Sanat iyileştirir. Müzik, tiyatro, resim… Çünkü orada kişi izlediği, baktığı, işittiği sanat ürünlerinde kendini tedavi edici çıkarımlar yaşayabilir. Bunun birçok bilimsel açıklaması var. Gerekirse bunu da uzun uzun açıklarım sizlere.

Tiyatro ile bambaşka bir bağınız var. Hayata bağlanmak için mi, yoksa yaşamdan uzaklaşmak için mi sahne?

Hayattan kaçmak için değil aslında. Hayattan biraz uzaklaşıp tekrar hayatı anlatabilmek için kullandığım ve yaşadığım bir yolculuk benim için. İnsanlara onları anlatabilmek için onlardan uzaklaşabiliyor olmanız gerekiyor. Bunun teknikleri var. Yabancılaşmak deniyor buna. Ama bu uzaklaşmak ruhen; sanatçının toplumdan kopması manasında bir şeyden bahsetmiyoruz elbette. Bu zor da olsa bilinçli bir şekilde uzaklaşmak gerekiyor. Bir doktorun kendi çocuğunu ameliyat edebiliyor olması gibi bir şey düşünün. Onu çocuğu gibi düşünürse belki de yapamayacak. Panik olur ve işini yapamaz. Durum bizde de böyle. Yaşadığın şeye sanki ben yaşamamışım gibi uzaklaşıp onun bilgisine ulaşıp, onu kurgulayıp, bir sanat eseri haline getirip sunuyor olmakla ilgili bir yabancılaşmadan bahsediyoruz. Dolayısıyla her kaçışım daha da kucaklaşmak için aslında.

Biraz da ‘Şifa Niyetine’ oyununuz üzerine konuşalım. Geniş bir kitleye ulaştınız. Bekliyor muydunuz?

Altan Erkekli hocayla yapıyoruz. 4. yılımıza girdik. Pandemiden dolayı biraz ara vermek zorunda kaldık ama inanılmaz güzel bir sahne yolculuğumuz var. Türküler söylüyoruz, hikayeler anlatıyoruz. Bunu nasıl yaptığımız konusunun altını çizmek istiyorum. Burada sanırım ikimizin de kalben uzlaştığı, belki içinde bulunduğumuz sektöre de bir tepki ya da sektörün de bize sonuç olarak yaşattığı bir durum bu.

Sahnede samimi olduğumuzu, çok içten olduğumuzu düşünüyorum. Bunun bir kurgusal süreç olduğunu bilmemize rağmen süreci içselleştiriyor olmamızı ‘bizim sanat yolculuğumuz’ diye adlandırabilirim. Böyle işlere umarak başlamazsınız; hissedersiniz, yaşarsınız. Belki de ummadığımız şeylere dönebilir, bilemeyiz. Bugüne kadar yaşadığımız şeyler nasıl ki ummadığımız şeylerse belki daha da ummadıklarımıza dönüşecek. Belki dünyayı kurtaran bir programa dönüşecek. Yaşadığımız kısımla ilgili söyleyebileceğim şey, sahnede bu samimiyeti yakalayabiliyor olmamız bence bizim için sanatsal bir evrim noktası. Ben mutluyum ve o sahnede olmak içime çok siniyor. İnşallah pandemi biter ve yine seyircinin karşısında oluruz.

2021 için yeni bir projeniz var mı?

Ben pandemide dizi yazdım. Oyunlar, projeler yazardım ama bu kez bir dizi yazdım. Şu an elimde 3 bölümü hazır, bitmiş ve ötesi de olan 18 karakterli bir dizi var. İsmi de ‘Gelecek Güzel Günler’. Gelecekle ilgili hayalleri güzel olan, komedi ile hayatın gerçeklerini yaşamdan uzaklaşmadan anlatan bir televizyon projesi geliştirdim. Yapımcılarla da görüşüyorum. Kısmet, inşallah olur.

Türkiye’de sanat konusunda iyimser misiniz, gerçekçi mi?

Bu konuda iyimser olmak için çok çaba harcamak gerekiyor çünkü makas maalesef daralıyor. Ülkenin genel konjonktürü itibariyle pek de huzurlu olduğu söylenemez. Ekonomik, politik, sosyolojik birçok anlamda… Sanat sanki gereksizmiş gibi görülüyor. Halbuki az önce bahsettiğim negatif sonuçların ortadan kalkması için toplumsal ruh sağlığına ve sakinleşmeye ihtiyacımız var. Bunun da hiç tartışmasız sanatla olabileceğini düşünüyorum. Sanata çok ihtiyacımız var. Keşke farkında olsak.

Biz elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz ama büyük bir ülkedeyiz. Biz mi onlara ulaşacağız yoksa onlar mı fark edecekler bilemiyorum ama bir şekilde ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum. Bununla ilgili bir örnek vermek istiyorum. 2500 yıldır üzerinde yaşadığımız bir toplumda amfitiyatrolar var. Buralarda tiyatrolar oynanırdı ve hükümet bunları desteklerdi. Hem eğlence hem de eğitim amacı vardı. Seyirci sahnede izlediği bir tragedyada ki karakterin yaşadıklarını görerek korkardı. ‘İyi ki bana böyle bir şey olmadı’ diye korkardı. En önemli ikinci şey de acıma duygusu. Seyirci, bu iki duygu ve oyuncu ile kurduğu bağ üzerinden bir iyileşme süreci yaşardı. Yani o oyuncunun yaşadığı felaketleri yaşamadan, onun duygusunu yaşardı. Yaşadığı duygu üzerinden de bilgiye ulaşırdı. Bu sayede ruhunu eğitmiş olurdu. Yine o amfi tiyatrolar var ama maalesef, sert cümleler söyleyeceğim ama; devletler ve hükümetler destekli bir futbol var. Yine seyirciler, oyun ve oyuncular var. Ama buradaki tek amaç seyirciyi düşündürmemek ve eğitmemek. Tamamıyla onları taraftar haline getirerek çatıştırmak. Klasik kapitalizm mantığı. Parçala, böl, yönet. Sen kırmızı, sen beyaz tarafsın diyerek buradan sanayiyi geliştirmek. Sanayiden kastım, sahadaki oyunun seyircinin zihinsel ve sosyolojik gelişimine hiçbir katkısı olmayan, sadece öfkesini kusabildiği, bağırıp çağırabildiği, kaba bir rahatlama alanı sunmaktan öteye geçemiyor. O anlamda işimiz çok zor. En büyük rakibimiz düşünmeyi istemeyen kitleler, topluluklar ve devletler. Ama sanat hep vardı ve var olmaya da devam edecek. Umarım sanatla tanışan şanslı kitleden olursunuz. Ben tanıştım ve çok mutluyum.

Şimdi bir zaman yolculuğuna çıkalım. 53 yaşındaki Veysel Diker 33 yaşındaki Veysel’e ne söylemek isterdi?

Zamanı iyi değerlendir Veyselcim. Hızlı geçiyor. Bak 33’tük 53 olduk. Her salisenin farkına var. Değerini bil. Dolu dolu yaşa. Yaşamadım mı? Yaşadım tabii ki. Ama hani belki daha da çok fark ederek yaşardım. Bu konuda kendime haksızlık etmek istemiyorum. Bir gün hayatını nasıl yaşadın diye sorarlarsa ‘dolu dolu yaşadım’ derim. Kelebek filminde vardır; Steve Mcqueen bir gece rüyasında görür. Hakimler onu yargılarlar. Yargının sonucu şudur: ‘Senin suçun hayatını boşa harcamaktır’ derler. Umarım hayatımızda hiçbir zaman kendimize hayatını boşa harcadın demeyiz. Çünkü çok güzel yaşamak büyük bir hediye. O anlamda, ‘yaşamak çok güzel’ Veyselim. Sakın küçük şeyler için üzme kendini. Gül eğlen. Yapman gerekeni yap. Kimseye kötü davranma. Hakkını yeme kimsenin. Güneşi her zaman göğüsle. Denizi, balığı, ağacı, yeşili, kendini sev. Kirli kalma. Saçların yağlı olmasın. Güzellikle, hayatı güzel kılmakla, estetikle ilgili ne yapabiliyorsan, gücün neye yetiyorsa yap.

Mesela o yaşlarda bir gün eve giderken yağmurlu bir gündü İstanbul’da. Yolda çok küçük beyaz bir kedi buldum. O kadar küçüktü ki bıraksam belki yarım saat sonra ölecek. Eve götürdüm, kuruttum. Ertesi gün veterinere götürdüm. Bakımları yapıldı. Böylece bir kedim oldu: Omlet. Uzun müddet benle yaşadı. Bıraksam belki de ölecek. Ona dokunabildim. Etrafımıza baksak belki dokunabileceğimiz o kadar hayat var ki. Her şey için söylüyorum bunu. Kirliliği bile ortadan kaldırmak ya da kirliliğe sebep olmamak… Çok önemsiyorum bunu. Çünkü maalesef ülkemiz insanın çevreye karşı kaba olduğunu düşünüyorum. Özden, ruhsaldan başlıyor aslında bu. Mutsuz olan mutsuzluk, içi kötü olan kötülük saçıyor. Keşke etrafımızdaki güzellikleri fark edip daha da güzelleştirebilsek.

Dünya olarak içinde bulunduğumuz karmaşadan uzaklaşmak için çeşitli kavramlara yöneldik. Bu konuda okuyucularımıza söylemek istedikleriniz neler?

İnsanlara hayatın güzelliğini, zamanın kıymetini ve biten bir şey olduğunu anlatmak gerekiyor. İstediğin kadar biriktir, karnını doyurabildiğin kadar yiyebiliyorsun. Kapitalizmin verdiği şeylerden biri de ‘artık miktara ulaşma hastalığı’. Kendimize kıyamet sendromu yaşatıyoruz. Sanki büyük bir kıtlık olacak gibi, inanılmaz şekilde biriktiriyoruz. Hem vücudumuzda yağ olarak hem de mal, mülk ve para biriktiriyoruz. Bence dünyanın en büyük hastalığı biriktirme. Dünyanın bu anlamda sakinleşmesi gerekiyor.

Pandemi bu konuda bizleri bir nebze de olsa bilinçlendirdi ama ben bu durumda bile akıllanmadığımızı düşünüyorum. Bu durum insanların bir trajedisi. İnsanlık bir evrim geçiriyor. Evrim henüz bitmedi ve daha başındayız diye düşünüyorum. Makinayı ve maddeyi yönettik ancak mana kısmını hala yönetebildiğimizi düşünmüyorum. Şablonik olarak bazı öğretiler bizlere eğitim bazında anlatılmaya çalışılsa da günümüz insanına yetmiyor maalesef. Yeni dönemin yeni öğretilerine ihtiyacımız var. Kentli insanın ruhsal eğitim süreçlerine ve araçlarına ihtiyacı var. Sanat, bilimle birlikte dünyaya hakim olursa daha tedavi edici olur. Bu şekilde daha sağlıklı bir dünyaya dönüşebiliriz. Birçok ülke bu durumun farkında ancak ruhsal veya bedensel açlığın verdiği delirmişlikle toplumlarına bunu fark ettiremiyor. Şu an bilgi çağında olduğumuz söyleniyor ama bunu çok az bir kitle yaşıyor. Dünyanın büyük bir kısmı bence hala Orta Çağ kabalığında ve karanlığında yaşıyor. 100 ya da 200 yıl mı sürer bilmiyorum ama dünyadan umudum var. Umarım dünya iyiye gider temennisiyle cümlelerimi bitiyorum. Kalın sağlıcakla.

Yağmur Aşık Mola
Yağmur Aşık Mola, 1993 yılında Aydın’da doğdu. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun olduktan sonra çeşitli ajans ve gazetelerde muhabirlik yaptı. Halen bir kamu kurumunda ... Devam