Kaçımız ‘an’dayız, kaçımız ‘yan’dayız?

Size olur mu bilmem? Bazı geceler yatağa yattığımda düşüncelerimden yorgun düştüğümü hissederim. Sanki o kadar zorlamış olurum ki kendimi; beynim ısınmış, neredeyse onu yakacakmışım da fark edememişim “yazık” derim kendime. Uyku Hızır gibi yetişir böyle anlarda. Uyuyup uyanınca kendimi şarj etmiş, yenilenmiş ve tekrardan canlanmış bulurum.

Gün içerisinde, hayat koşuşturmacasında bizi yıpratan, kafamızı allak bullak eden birçok durum oluyor. Adı üstünde koşuşturmaca, kolay olmayacak diyip umursamamaya çalışıyoruz genelde. Uyuyup uyansak, bunlar kötü bir rüya desek ve geçse diye diliyoruz içimizden. Peki sahiden ne yapıyor zihnimiz böyle durumlarla karşılaşınca?

Geçmişte bize yapılanları hatırlarız bol bol; hele öfkelenmelerimiz, sinirlenmelerimiz hemen eski anılarımızla tetiklenir. Ya da o günümüzden memnun değilsek, gelecek zaten böyle olmayacak deriz. Bazen büyük, süslü hayallerimize dalarız; bazen onu da alırım, bunu da yaparım planlarımızda kayboluruz. Zihnimiz bizi bir geçmişe, bir geleceğe çekiştirirken; bir bakmışız aslında bu “an”ımız, bugünümüz elimizden kaçmış ve gitmiş…

Biz günlerimizi böyle savururken, bambaşka bir trend yükselir Batı’dan. “An”ı yaşa! Biraz fazlaca da pazarlanır, hep iyi taraflarına odaklanılır. Bolca “Keyfini çıkart, bir daha mı geleceksin dünyaya?” diyerek başka hazlara doğru yönlendiriliriz. “An”ı yaşamak; iyi, güzel, şahane. Ama çoğumuzun fark etmediği ise “an”ın içerisinde; bazen hoşlandığımız, bazen beğenmediğimiz sürprizleri barındırıyor olması. Biz gözümüzü kötü olanlara kapayınca, iyi olana da kapatmış ve iyi olanın da gitmesine izin vermiş olmuyor muyuz?

Çoğumuzun fark etmediği ise “an”ın içerisinde; bazen hoşlandığımız, bazen beğenmediğimiz sürprizleri barındırıyor olması.

İşte benim için de tam olarak bir değerlendirme dönemiydi; geçmiş sorgulamaları, gelecek rüyaları; bir yandansa gözümü kötü olana kapatma ve onu görmezden gelme isteğinin yoğunluğu… Bir şeyler yolunda değilmiş gibi hissediyordum. Hatta biraz da gereğinden fazla “Neden böyle oldu, oluyor?” cevaplarının peşindeydim. Deneyimlediğim Vipassana “Olanı, olduğu gibi kabul et. Bu da gelir, bu da geçer.” dese de; benim yeniden hatırlamam sanki ihtiyacım olandı.

Vipassana ile Doğu’dan çıkmıştım yola, yürünecek yollarım varmış demek ki daha. Yollar beni başka öğretilere götürmüş, bu sefer kendimi bulmuştum Batı’da. Peki ya dünya yuvarlaksa?

Tekerleme gibi olsa da; binlerce yıllık Doğu öğretilerini, daha Batı diliyle ve uygulamalarıyla yaşatan bir eğitim çıktı karşıma. Günümüzde gittikçe popularitesi artan “Mindfulness” ya da Türkçesi ile “Bilinçli Farkındalık”. İnsanlığın yüzyıllar boyunca aynı problemlerden muzdarip, Doğu- Batı demeden benzer arzulara sahip olduğunun ve kendine çareler yaratmak isterken nasıl da benzer yöntemlerden yararlanabildiğinin kanıtıydı benim için.

Bilinçli farkındalığın babası Jon Kabat Zinn, 1979 yılında tanımlarken bazı noktalara vurgu yapıyordu. “Dikkati şimdiki ana bilinçli bir şekilde, herhangi bir yargılama olmadan yönlendirebilmek” diyordu. Zinn, 8 Haftalık Bilinçli Farkındalık Temelli Stres Azaltma (MBSR) Programı’nı oluşturdu. Programın etkilerinin çok kısa sürede gözlemlenebildiğinden bahsediliyordu ve MBSR tüm dünyada öğretilmeye başlanmıştı.

Bense kendimi bu sefer, Doç. Dr. Zümra Atalay’ın “8 Haftalık Bilinçli Farkındalık Temelli Stres Azaltma Eğitimi”nde (MBSR) bulmuştum. İnternette eğitim hakkında bolca bilgiye ulaşmak mümkün. Burada kuru bilgi vermek yerine eğitimin dikkatimi çeken kısımlarından ve kendi fark edişlerimden bahsetmeyi daha çok istiyorum ve paylaşmaya başlıyorum!

Jon Kabat Zinn’e göre bilinçli farkındalık: “Dikkati şimdiki ana bilinçli bir şekilde, herhangi bir yargılama olmadan yönlendirebilmek”

Zihnimiz çok hızlı kararlar alıyor. Bazı rutinleri bir kez öğrendik mi, sonrasında tekrar tekrar öğrenmek zorunda kalmıyoruz. Mesela tehlike anında yukarıdan bir şey düşüyorsa, hemen kaçarak korumaya alıyoruz kendimizi. Araba kullanmayı çözdüysek bir kez, her yeni gün güzel güzel yollara koyulabiliyoruz. Bu yüzden hakkı ödenmez kendisinin, bunlar olmasa hayat bizim için çok daha zor olurdu illaki!

Zihnimizin bir de iyiyi ve kötüyü bolca çarpma huyu var ama. Daha gerçekleşmemiş bir olayı bile kafada deve yapma. Bir olay hakkında çok hızlı karar alma, tepkisini gösterme ve otomatik pilottan bol bol cevap verme. Bütün bunlar da ne yaptığımızın farkına bile varmadan yaşamamıza neden olabilen bir yönü maalesef.

Ben özellikle son yıllarda farkında olmaya ve yaşamaya çok önem veriyorum, ne de iyi yapıyorum diyorum. Sonra eğitimde “Farkında olmak her zaman iyi midir?” sorusuyla irkiliyorum. “Farkında olduklarınla nasıl başa çıkacaksın peki?” diye devam ediyor. Sonrasında bir benzetme bende çok kalıcı yer ediyor. “Farkındalık çatısı açık bir ev gibi, uçsuz bucaksız. Ama o eve yağan yağmurlardan nasıl koruyacaksın kendini?”

Farkında olup, aksiyona geçmediğimiz her an; kaosu körüklüyoruz aslında. Bir de ağzımızda sürekli “Neden? Neden? Neden?”. Hayatta bazı şeylerin nedeni olmayabilir belki de. Ya da bazen “Neden?” sorusunu “Nedir?” ile değiştirmek, bizi daha yargısız bakmaya götürebilir mi? Bir nevi kendimize ve olaylara daha yukarıdan ve dışarıdan bir gözle bakmaya.

“Farkında olmak her zaman iyi midir?”

Şimdi biraz kendimize dürüst olma zamanı! Kaçımız gerçekten “an”dayız ve “an”ı yaşıyoruz? Kaçımız her akşam birlikte yemek yediğimiz masada ne yediğimizin farkındayız? Kaçımız evimize giderken yürüdüğümüz yoldaki çiçeklerin farkındayız? Kaçımız şahane bir gün batımı izlerken; şunun fotoğrafını nasıl çeksem, nerede paylaşsam diye düşünüyoruz? Kaçımız sevdiğimize sarılırken, tüm bedenimizle, ruhumuzla oradayız? Kaçımız çocuğumuz heyecanla bize hikayeler anlatırken, onu tüm kalbimizle dinliyoruz?

Çocukken yaşadığımız heyecanlar, büyüyünce neden sönüyor peki? Çocukken daha çok duyumlarımızla yaşıyoruz; elliyoruz, bozuyoruz, tadıyoruz, düşüyoruz, kalkıyoruz. “Onlar ne düşünür?” demeden yaşıyoruz da ondan. Ne zaman ki büyümeye başlıyoruz, düşünceler sarmaya başlıyor bizi. Etraf ne derler, ben onu yapamamlar, artık çok geçler, başkasının çimenleri neden böyle yeşiller…” Peki düşüncelerimiz gerçekliğimiz mi, yoksa yanılsamalarımız mı?

“Bilinçli Farkındalık” ise yeniden bedenimize ve duyumlarımıza odaklanarak, “an”ın ve kendimizin daha çok farkında olmamız için elimizden tutuyor bizim. Duygularımızı bastırmak ya da düşüncelerimizden kaçmak yerine, onları daha yargısız bir şekilde gözlemleyebilmemiz için nefesten başlıyor. Her nefes yeni bir an! Nefesimizi bir çapa gibi “an”a odaklamak için kullanmamıza yardımcı oluyor. Eğitim beden taraması, farklı meditasyon pratikleri, yoga hareketleri ile devam ediyor.

Eğitimin her gün uygulanması önerilen egzersizlerinin yanı sıra, günlük hayatımızda “bilinçli farkında an”lar yaratma kısmı beni çekiyor. Yemek yerken, yürürken, gezerken, dinlerken dikkatimi tamamıyla o “an”a vermeye çalışıyorum. Beni en çok etkileyen fark edişlerim ise bununla birlikte başlıyor.

Hep çok hızlı yemek yediğimden şikayetçi olan ben, sebebinin çatalı elimden bırakmadan yemek olduğunu gözlemliyorum. Çok basit bir değişikle, çatalımı her lokmamdan sonra masaya koyarsam; yeme hızımın yavaşladığını fark ediyorum. Bulunduğumuz ortamda odağımızı nereye kaydırırsak, tam da orada mercek etkisi yaratmasına şaşırıyorum. Sahildeki rengarenk gün batımına bilinçli bir şekilde tamamıyla kendimi verebilince, sahilde yüksek sesle çalan korkunç müziği çok geri planda tutabildiğime hayret ediyorum.

Hep çok hızlı yemek yediğimden şikayetçi olan ben, sebebinin çatalı elimden bırakmadan yemek olduğunu gözlemliyorum.

Tatildeyken sürekli online olma sevdamdan vazgeçiyorum artık. Telefonumu uçuş moduna alıp, tatilimin her anını dolu dolu ve hakkıyla yaşamaya başlıyorum. “Instagram’a ne koysam, acaba hangi filtreyi kullansam, bu paylaşım kaç like alır, o ne post etmiş, bak sen o da bunu mu yapmış” sorularıyla; elimdeki “an”ı kaçırmaktan kendimi kurtarıyorum! Çok şükür “an”da olmayı tercih ediyorum, “yan”da kalmaktansa.

“Bilinçli farkındalık” sayesinde bedenime ve duyumlarıma daha çok kulak vermeye çalışıyorum. Duşa girdiğimde vücuduma değen sıcak suyu, adaya gittiğimde mis gibi yasemin kokan sokakları, sahilde yürüyüş yaparken tenimde hissettiğim rüzgarı yeniden fark etmeye başladığıma seviniyorum. Vücudumdaki gerginlikleri fark edince, kendime, hislerime dönmeye gayret ediyorum; onu dinlemeye özen gösteriyorum. Sonbaharda yaşanan renk şöleninin bizi siyah-beyazı bol bir kışa hazırlamasına şükrediyorum. Soğuk günlerde söylenmek yerine, mevsimlerin bir bir geçtiğini fısıldıyorum kendime.

Sahildeki rengarenk gün batımına bilinçli bir şekilde tamamıyla kendimi verebilince, sahilde yüksek sesle çalan korkunç müziği çok geri planda tutabildiğime hayret ediyorum.

Hala yolun çok başındayım. Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya bu dünyada fark edişlerimle, şuursuzluklarımla birlikte büyüyorum. Ama artık özel anların peşinde koşturmamaya dikkat ediyorum. Çünkü gelecek güzel günlerdense, her “an”ımızın birleşip hayatımızı oluşturduğunun farkına varmaya başlıyorum. İşte “el çırpmak” kadar kısacık ve biricik bu “an”ların, kanat çırpmamızı sağlayabileceğine şahit oluyorum. Sizin saatiniz kaçı gösteriyor bilmiyorum, ama benimkinin “şimdi” olduğunu unutmamak için ben elimden geleni yapıyorum.

Not: Doğanın güzelliğinden gözlerimi alamadığım, 20’li yaşlarımı 30’lularla değiştirmeye başladığım, farkındalıklarıma bol bol şükür ettiğim; “an”da olabildiğim Hallstat seyahatimden fotolar. (Avusturya 2016)

 

İlginizi çekebilir: Sen hiç 10 gün susup sadece kendinle baş başa kaldın mı?

Sinem Kocacan
Bir eylül sabahı Denizli'de gözlerimi açmışım dünyaya. Benim hayat yolculuğum küçük bir şehirden üniversite ile İstanbul'a taşınmış. Boğaziçi Uluslararası Ticaret'i tercih etmişim, yurtdışına açılan ... Devam