“Hadi hadi” kültürü: Hız baskısının yorduğu insanlar, yavaşlamayı unutmuş organizasyonlar

Kurumsal hayatta neredeyse hepimizin içten içe bildiği bir gerçek var: Sürekli “hadi hadi” diyen yöneticiler, acil olduğu iddia edilen ama stratejik değeri olmayan işler, hız baskısı ile tükenen çalışanlar ve giderek şiddetlenen bir zihinsel gürültü…

Oysa hem nörobilim hem de modern organizasyon psikolojisi bize şunu söyler: Bireyin sinir sistemi, kurumun kültürünü; kültür de performansı ve üretilen işin kalitesini belirler.

İnsan sinir sistemi alarmda olduğunda, odak daralır, karar kalitesi düşer, yaratıcılık körelir, ilişkiler zayıflar ve en önemlisi güven duygusu yok olur. Bu bireysel yorgunluk da kaçınılmaz biçimde organizasyonun performansına, üretkenliğine, iletişimine ve müşteri deneyimine yansır.

Sonuç: Hız baskısı hem insanı hem organizasyonu aynı anda yormaya başlar.

Dolayısıyla çözüm, tek yönlü hızlanmak değil, iki tarafın da birlikte toparlanması.

Hız odaklı yorgun organizasyonlar

Size sürekli başınızda bekleyip, “hadi hadi” diyen biriyle çalıştığınızı düşünün. Her yaptığınız şeyde daha iyisini, daha yenisini ve daha hızlısını bekleyen biri… Ne kadar odaklanabilirsiniz? Ne kadar kaliteli iş çıkarabilirsiniz?

Organizasyonlar da bundan farklı değil. Herkes tam gaz çalışıyor, toplantıdan toplantıya koşuyor, elinde kahvesiyle koşturuyor… Ama sürdürülebilir bir ilerleme sağlanıyor mu? Çoğu zaman hayır.

Bolca erteleme, unutma, acele kararlar, yüzeysel iletişim, bahaneler… Çünkü hız baskısı, kalitenin tam karşısında duran bir kültür yaratıyor.

Son dönemde özellikle İK ekiplerinin sıkça kurduğu şu cümleler: “Hızlı sonuç alıyoruz. Yüksek tempoda çalışıyoruz. Dönüşümü hızla tetikliyoruz” gerçekte bambaşka bir tabloyu içinde saklıyor: Kalitesiz geri bildirimler, kopuk iletişim, sürecin ortasında unutulan ya da önemsenmeyen insanlar, özensiz kararlar… Hızla giden bir aracın, çevresindeki şeyleri görememesi gibi, hızı odağına alan organizasyonlar da karşılığında iletişimi, ilişkiyi, güveni ve insanı ihmal ediliyor.

“Hadi hadi” kültürü neden ters teper?

  1. Aşırı uyarılan bilişsel sistem verimi düşürür.

Sürekli acele baskısı, limbik sistemi aktive eder. Bu da beynin yaratıcı, planlayıcı kısmı olan prefrontal korteksi geçici olarak kapatır. Sonuç: Daha çok stres, daha az üretkenlik.

  1. Dikkat ekonomisi çöker.

Harvard araştırmalarına göre: Sürekli uyarı altındaki çalışan, %40 daha fazla hata yapıyor; stratejik düşünme kapasitesi %30’a düşüyor.

McKinsey ise şu bulguyu paylaşıyor: Aşırı hız baskısı olan firmalarda proje süreleri ortalama %32 daha uzun. Çünkü plan yapacak alan kalmıyor. Yani hızlı görünenler aslında en yavaş ilerleyenler oluyor.

  1. Bağlılık düşer, insanlar tükenir.

Gallup verileri net: Sürekli acele baskısı olan ekiplerin bağlılığı en düşük seviyede. Düşük bağlılık da düşük kalite ve kaybedilen yetenekler demek.

  1. Üretim “vitrin üretkenliğine” dönüşür.

Toplantılar, raporlar, sunumlar… Çok hareket, az ilerleme. Organizasyon kalabalık ama ağır. Hızlı dönüşüm söylemi insanı değil, yalnızca vitrini besler hale geliyor. 

Kalite, hızdan çok daha değerli

Hızlı olmak; yüksek hata maliyeti, operasyonel zarar, kötü müşteri deneyimi, yüzeysel çözümler, uzun vadeli tükenmişlik demek olabiliyor.

Bugün hem çalışan hem müşteri şunu istiyor: İstikrar. Özen. İlişki. İnsanlık.

Peki o zaman hızın yerine ne geçmeli?

Derin ve odaklı çalışma, sürdürülebilir tempo, bilişsel esneklik, enerji yönetimi, sağlam planlama, kaliteli insan ilişkileri, sinir sisteminin regülasyonu

Ben hıza değil, verimsiz hız baskısına karşıyım

Kurumsal hayatta yıllarca en hızlı iş çıkaran kişilerden biri oldum. Hâlâ öyleyim diyebilirim.

Ama hızım artık dış baskıya değil, kendi sinir sistemime dayanıyor. Bu fark, ortaya çıkardığım işin kalitesini tamamen değiştiriyor.

Bugün şirketlerin ihtiyacı daha fazla proje, daha yüksek tempo değil. Gerçek ihtiyaç, odağı toparlayacak, gürültüyü azaltacak, öncelik belirletecek, insan merkezli süreç kuracak, sinir sistemi bilgisine sahip, sürdürülebilir kültür tasarlayacak profesyoneller. Aksi hâlde dışarıdan hızlı görünen şirketler, içeride insanı ve kaliteyi kaybetmeye devam edecek.

Hızın bıraktığı enkazı toparlamanın yolu bazen yavaşlamaktır

Yavaşlamak; durmak, geri çekilmek ya da üretmemek değildir.
Yavaşlamak; bilinçli hızla ilerlemek, stratejik davranmak, bedene ve zihne alan açmaktır.

Geçen ayki yüzme yarışımda bunu birebir deneyimleme şansı yarattım kendime. Sprint yarışlarımda “kontrollü hız” prensibini uyguladım. Güçlü ama telaşsız. Hızlı ama bilinçli. 

Sonuç ise çok netti: Gerçek hız, nefes nefese kalmak değil; enerjiyi doğru kullanmayı bilmekti.

Dönüşüm içeriden mümkün

Hem insan için hem organizasyon için… Başka yolu da yok.

İçerisi düzenlenmeden dışarıdaki dönüşüm sürdürülebilir olamıyor.

Bugün çoğu ekip şunu hissediyor: “Hızlıyız ama hiçbir şey kaliteli değil.”

İhtiyacımız olan yeni bir dil: Sürdürülebilir, insani, kalıcı ve verimli.

Hızın anlamını yeniden tanımlamak zorundayız. Kendi yaşamlarımız için de emek verdiğimiz organizasyonlar için de…

Ve bazen tek gereken, bir an durup fark etmek: Kalabalık bir sistemin içinde çok hareket oluyor olabilir, ama derinlik, bağlantı ve kalite yoksa gerçek bir ilerleme de yoktur. 

Az bazen gerçek çokluğu yaratır.

İlginizi çekebilir: Taş devrinden sosyal medya çağına: Stresin evrimi

Berna Gedik Asal
Merhaba ben Berna, 17 yaşından beri kendi ruhunun dedektifliğini yapan, içindeki labirenti sabırla dolaşan, karanlıklarını inkâr etmek yerine onlarla çalışmayı seçen biriyim. Bir zamanlar ... Devam