X

‘Fazla iyi bir insan olmak, sizi vaktinizden çok önce öldürebilir’

“Fazla iyi bir insan olmak, sizi vaktinizden çok önce öldürebilir”. Bu cümlenin sahibi Dr. Gabor Maté, konuşmalarında ve yazılarında sık sık “fazla iyi” insanların görece erken yaşlarda deneyimledikleri, önemli bir kısmı ölümcül olan sağlık problemlerinden bahsediyor.

Peki neden bu insanların başlarına böyle talihsiz şeyler geliyor?

Öncelikle buradaki “fazla iyi” tanımını açalım. Yardımsever, empatik, düşünceli, kibar, fedakâr, hoşgörülü bir insan olmamızda elbette ki sakınca yok. Aksine, kutuplaşmanın ve ayrılık bilincinin giderek arttığı dünyamızda, böyle hassas ve nazik ruhlara daha da fazla ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Fakat burada fark etmemiz gereken ince bir çizgi var.

Tüm bunları yaparken kendi ihtiyaçlarımı ihmal ediyor muyum?
Çatışma yaşamamak adına, duygularımı (özellikle de öfkemi) sıklıkla bastırıyor muyum?
Net sınırlar çizmek ve “hayır” demek beni zorluyor mu?
Kendimi başkalarının duygu durumlarından sorumlu hissediyor muyum?
İyi bir insan olmak uğruna kendimi “feda” ediyor olabilir miyim?

Bu soruların cevapları çoğunlukla evet ise, çizginin ötesine geçmiş olabiliriz. Ve bu “fazla iyi” insan olma durumu, bir travma tepkisi olabilir.  

İngilizcede “People Pleaser” olarak geçen karakter yapısı; herkesi memnun etmeye ve herkesle iyi geçinmeye çalışan, başkalarının ihtiyaçlarına odaklı yaşayan kişileri ifade ediyor. Ben de bu kavramla ilk kez tanıştığımda kendimde de (özellikle hayatın belirli alanlarında) çeşitli benzerlikler bulmuştum. Bu aslında çoğu zaman çocukluğumuzda öğrendiğimiz, bir çeşit hayatta kalma mekanizması. Belki, duygularımızı rahatça ifade edeceğimiz, güvenli bir ortam içinde bulunmadık. Belki, sık sık kavga eden ebeveynlerle büyüyüp, ortamı yatıştıran kişi olduk. Belki duygusal olarak olgunlaşmamış ve depresif ebeveynlerimizin duygu durumlarını dengede tutmak bizim görevimiz gibi hissettirdi. Belki de ebeveynlerimiz tarafından kabul görmek için “uslu çocuk” rolüne büründük. Dolayısıyla bu özellik, bir çeşit bir travma sonrasında egonun kendini korumak için geliştirdiği bir sistem.

Yazar ve psikoterapist Pete Walker, benzer bir bakış açısını Fawn tepkisiyle ortaya koyuyor. Dışarıda bir tehdit hissettiğimizde ya da yüksek stres yaşadığımız dönemlerde sempatik sinir sistemimiz aktive oluyor. Bunun üzerine savaş, kaç, don ve fawn tepkilerini veriyoruz:

  • Savaş tepkisindeyken, agresif ve saldırgan bir tutumla olayın üzerine gidiyoruz. Bedenimizi tüm gücümüzle savaşmaya hazırlıyoruz.
  • Kaç tepkisindeyken, panik içinde olaydan uzaklaşıyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz. Bizi zorlayan ya da tehdit eden durumlarla yüzleşmekten kaçıyoruz.
  • Don tepkisindeyken  kendimizi hissiz ve kopuk hissediyoruz. Çeşitli bağımlılıklarla duygularımızı bastırıyor, kendimizi uyuşturuyoruz.
  • Fawn tepkisinde ise çatışma yaşamamak ve kendimizi güvende hissetmek adına, etrafımızdaki kişileri memnun etmeye odaklanıyoruz. Bulunduğumuz ortamlara uyumlanmak adına kendimizden vazgeçiyoruz.

Dr. Joe Dispenza’nın kitaplarında belirttiği gibi; bu tepkiler, yırtıcı hayvanlarla karşı karşıya gelmek gibi gerçek, ölümcül tehlikelere maruz kalan atalarımızın hayatta kalmalarını sağlayan bir tür uyumlanma durumuydu. Biz de çeşitli acil durumlar içerisinde kaldığımızda (kazalar, acil müdahele gerektiren hastalıklar, doğal afetler, saldırıya maruz kalmak vb) bu tepkiler gerekli olabilir. Fakat bedenimiz, gerçek (hayatımızı tehlikeye sokan) bir tehdit ile zihnimizde ürettiğimiz bir stres unsurunu ayırt edemiyor. Bu sebeple, kronik yüksek stres sonucu bu yıkıcı tepkilerinin içinde gereğinden uzun kalmak, bedende bir tür çöküşe zemin hazırlıyor. Bağışıklık sistemimiz zarar görmeye başlıyor ve akabinde çeşitli hastalıklar baş gösteriyor.

Fawn tepkisi ise belki de içlerinde fark edilmesi en zor olanı. Ve de özellikle kadınlar için büyük bir tehlike. Çünkü patriarkal düzen, daha küçük yaşlardan itibaren kadına belirli roller yüklüyor; uslu ve uyumlu olmak, kavgaya karışmamak, gerginlik çıkarmamak, çok konuşmamak, bakım vermek, fedakarlık yapmak, alttan alan kişi olmak ve benzeri niceleri…

Dolayısıyla aslında bir travma tepkisi olan uyumlanma ihtiyacı, toplum tarafından teşvik ediliyor. Ortada bir sorun yokmuş gibi görünüyor. Fakat ne yazık ki araştırmalar bunu göstermiyor.

Dr. Gabor Maté’nin referans aldığı yakın dönemde yapılan araştırmalar, kronik stresle yüksek bir korelasyon içinde olan otoimmün hastalıklara yakalananların %80’inin kadın olduğunu ortaya koyuyor. Sigara içen kadınların sigara içen erkeklere kıyasla akciğer kanseri geliştirme olasılığı ise iki katı. Ve bununla bağlantılı olarak başka bir çalışmada, akciğer kanserine sahip hastaların duygularını bastırmaya eğilimli kişiler olduğu sıkça gözlemlenmiş.

Gerçekte olan şey şu; uyumlanmak ve kabul görmek adına otantik kimliğimizden vazgeçiyoruz. Duygularımızı ve iç sesimizi (gut feeling) bastırıyoruz. Gerçek arzularımızı unutuyoruz. Başkalarının ihtiyaçlarını, kendi ihtiyaçlarımızın önüne koyup, dışarıyı beslerken, kendimizi tüketiyoruz. Kendimizden ve gerçek benliğimizden kopuyor, hayatı başkaları için yaşamaya başlıyoruz.

Hastalıklar tam da bu sebeple çoğunlukla bedenimizin bu var oluş biçimine “dur” demesi. Kendimize, otantik benliğimize geri dönmek için ruhun bir “çağrısı”.  Beden kendimize karşı oldukça yıkıcı olan bu tutumu ancak belirli bir süre tolere edebiliyor. Artık kendini duyurabilmek için sesini yükseltiyor.

Bazen mesaj, romantik ilişkiler veya iş yerinde yaşadığımız problemler aracılığıyla da gelebilir. “Onun için/o iş yeri için her şeyi yaptım, bunu hak etmemiştim” diye isyan edebilir, hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Aslında en büyük haksızlığı biz en başta kendimize yapmış olabilir miyiz? Biz kendimizi nerede ve ne zaman terk ettik?

Tüm bu savunma mekanizmalarını fark edip, kök nedenleriyle temas ettiğimizde, kendi değerimizi fark edip, öz benliğimizle bağlantı kurduğumuzda hayatımızda yeni bir denge kurabiliriz. Konfor alanımızdan çıkmak başta zorlayıcı olabilir, ego en ufak bir çatışmada kendini tehdit altında hissedebilir. Önemli olan küçük adımlarla başlayıp, devamlı olarak tekrar etmek. Zamanla bir dengeye oturacak. Hatta geçmişe dönüp, “Ben bunlara nasıl izin vermişim!” diye şaşıracağız.

Hem kibar ve anlayışlı biri olup, hem de net sınırlar çizebiliriz. İlla sert bir “hayır” cevabına gerek yok. Tabii karşımızdaki kişiler iyi niyetli olduğu sürece!
Hem kendimizden ödün vermeyecek hem de karşımızdakinin de ihtiyacına cevap verecek şekilde orta yolları arayabiliriz.
Empatik biri olabiliriz ama başkalarının duygu durumunu yüklenmek bizim sorumluluğumuz değil. Işığımızı ancak önce kendi enerjimizi koruyarak yansıtabiliriz.

Öfkemizi sağlıklı bir şekilde ortaya koymayı öğrenebiliriz. Yıllarca bastırılmış öfke, bazen bizi kutbun diğer ucuna sürükleyip, yıkıcı bir şekilde ortaya çıkabilir. Bu da pratik ettikçe dengeye oturacaktır. Bastırılmış duygular bedende kayıtlı olduğu için, beden üzerine çalışmalar yapmak da (yoga, somatik çalışmalar, dans vb) iyi gelebilir.  

Herkesi kazanamayacağımızı ve memnun edemeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Aksine sormamız gereken şu; “Ben gerçekten bu insanla ilişki kurmak istiyor muyum? Ben bu ilişkiden memnun muyum? Bu insan benim arkadaşlığımı hak ediyor mu?”

Başlarda bu tavırlarımıza pek alışık olmayan yakınlarımızdan tepki görebiliriz. Yeni bize alışmaları zaman alabilir. Bazı insanları kaybedebiliriz de. Dr. Gabor Maté “Hayır demeye başladığınızda, gerçek arkadaşlarınızın kim olduğunu öğreneceksiniz.” diyor. Bize gerçekten değer veren insanlar zamanla bizi anlayıp, destekleyecektir.

Kendimize de en az başkaları kadar iyi davranmayı öğrenmemiz dileğiyle.

İlginizi çekebilir: Büyük dönüşümlerin habercisi olan çağrılara kulak veriyor musunuz?

Siri Kavita: 2018 yılında “kendi gerçeğimi” yaşamak üzere bir yolculuğa çıktım. Gerçi hayat boyu bu yolculuktaymışım da, bunu fark etmem 27 yılımı almış ve artık hızlanmanın zamanı gelmiş. En büyük destekçilerim Kundalini Yoga ve Gestalt öğretileriyle, kendimi değiştirmek için değil, tam tersi daha fazla “ben” olabilmek için yürümeye devam ediyorum. Hem kendimin hem de bu yoldaki diğer kahramanların yoluna ışık tutabilmek, yaralarımızı birlikte dönüştürebilmek için yazıyorum.

Lezzetli ve eşsiz tatlarla dolu bir deneyim: Macroonline’da keşif dolu bir yolculuk

Şüphesiz ki söz konusu sofralarımız olduğunda hepimiz ‘en iyisi’nin peşindeyiz. Market alışverişlerimizi yaparken de gözümüz, elimiz hep en iyisinde, en kalitelisinde. Her şeyin en iyisini aldığımızdan emin olmak istiyoruz. Ancak, böylesi bir çabanın çok fazla zaman ve enerji gerektirdiği de aşikar. Hele ki büyük şehirlerde yaşıyorsak, iş çıkış saatinde markette olmak; kalabalıklar, trafik, koşturmaca gibi dertleri de beraberinde getirebiliyor. E peki bunca yorgunluk ve zamansızlığın içerisinde mesai bitimine dakikalar kalmışken her gün zihnimizde dönen o ‘Akşam ne pişirsem’ sorularına nasıl yanıt bulacağız? Hele bir de evde hazırlamak istediğimiz tarifin malzemeleri yoksa.



Güzel haber; artık bu soru da zihnimizi kurcalamayacak, yorgun argın market sırasında beklemek zorunda da kalmayacağız. Macroonline ile yorucu market gezileri, ev konforunda keşifler yapabileceğimiz bir fırsata dönüşüyor.

Macrocenter ayrıcalıkları aynı hizmet anlayışıyla Macroonline’da

Macrocenter’ı tercih edenler bilir; Macrocenter’da alışveriş yapmak, eşsiz bir deneyimdir. Ürün çeşitliliği, yeni keşifler, taptaze lezzetler, baş döndüren kokular ve başka yerde olmayan ürünler… Macroonline da tüm bu deneyimi, bizlere online olarak sunuyor. Aynı uzmanlık, aynı lezzet ve aynı hizmet anlayışıyla tüm Macrocenter ayrıcalıkları, artık Macroonline’da. Kısacası, hayatı güzelleştirecek her şey Macroonline’da. Peki siz neredesiniz; yoksa hala kasa sırasında mı? 🙂 Gelin, Macroonline’Macroonline’Macroonline’da neler neler var biraz daha yakından bakalım… (Ne yok ki! demek serbest.)

Ev konforunda kaliteli bir alışveriş deneyimi

Hangimiz istemeyiz ki raflardaki en taze meyve-sebzeler yer alsın mutfak tezgahımızda, kendi ellerimizle seçtiğimiz.. Ama zamanımız ve enerjimiz yoksa ne yapacağız? Merak etmeyin, en iyilerden vazgeçmek zorunda değiliz. Macroonline, her şeyin en iyisini bizim için seçip evimize kadar getiriyor. İhtiyacımız olan her şey, sanki raflardan kendimiz seçiyormuşuz gibi aynı titizlik ve özenle seçilip bize ulaştırılıyor. Ev konforunda kusursuz ve kaliteli bir alışverişi deneyimi, Macroonline ile artık kapımıza geliyor.

Benzersiz tatlar, otantik lezzetler, yeni keşifler



Macroonline’da dilediğimiz ülkenin lezzetlerini bulmak mümkün. Bugün İtalyan, yarın Fransız Mutfağı, haftaya ise Japon, ne dersiniz? Macroonline dünyasında alışveriş yapmak, adeta geniş bir coğrafyada gezintiye çıkmak gibi. Uzak Doğu’nun egzotik sosları, ithal çikolatalar, artizan ürün çeşitliliği, her yerde bulunmayan lezzetli atıştırmalıklar, profesyonellere özgü ürün seçkileri, taptaze deniz ürünleri ve çok daha fazlası… Hepsi, premium hizmet kalitesi, zengin ürün çeşitliliği ve kolay erişim imkanıyla Macroonline’da. Tek yapmamız gereken bir tıkla sepete eklemek.

Şeflerin özgün tarifleriyle hazırlanan Homemade lezzetler

Dünya mutfağının yanı sıra Türkiye’nin özgün tatlarını da sunan Macroconline’da Homemade lezzetler de var. Şeflerin özgün tarifleriyle hazırlanan Homemade lezzetler, Macroonline’ın beklentileri aşan hizmet kalitesini evlerimize taşıyor. Hep ne pişireceğimizi düşünecek değiliz ya bazen de ne yiyeceğimizi düşünelim, öyle değil mi… Sağlıklı, lezzetli ve zahmetsiz alternatifler arayanların en gözde seçimleri, Macroonline Homemade kategorisinde.

Keyifli, pratik ve konforlu bir alışveriş deneyiminin yanı sıra keşiflerle dolu bir yolculuğa da hazırsak; istikamet: Macroonline. Üstelik, Macroonline’dan verdiğimiz siparişler 45 dakikada teslimat seçeneğiyle ve +4 dereceli araçlarla soğuk zincir kırılmadan dilediğimiz saatte bize ulaşıyor. Macrocenter’ın ayrıcalıklı dünyasını ev konforunda keşfetmek ve Macroonline’da ilk alışverişlerinize özel indirimden de faydalanmak için siz de hemen tıklayın.

*Bu yazı Macrocenter katkılarıyla hazırlanmıştır.



Sıra dışı bir gelecek: Otomobil dünyasında bizi neler bekliyor?

Teknolojinin, yapay zekanın ve çevre bilincinin hızla geliştiği günümüzde otomotiv dünyası da bu gelişmelerden geri kalmıyor ve inovasyonlarla ve merakla dolu bir sektöre dönüşüyor. Son yıllarda elektrikli araçlar, otonom sürüş özellikleri, akıllı yol çözümleri gibi konularla pek çok gelişime imza atan otomobil dünyasında gelecekte bizi daha nelerin beklediği büyük bir merak konusu. Hepsi çok heyecan verici olsa da en çok merak edilen sorulardan ve benim de heyecanla beklediğim gelişmelerden biri; uçan arabaların hayatımıza girip girmeyeceği 🙂 Uçan arabalar yakın zamanda hayatımıza dahil olur mu bunu bilmiyorum ama otomotiv endüstrisinin geleceği hakkında kendi perspektifimden ele alacağım pek çok konu var. Gelin, benim de bir parçası olduğum bu sıra dışı gelecekte bizi neler bekliyor olabilir birlikte bakalım.



Elektrikli otomobillerin hızlı yükselişi

Geçtiğimiz yıllarda pek çok otomobil markası, yakın gelecekte elektrikli araç üretimine ağırlık vereceğini açıklamıştı, hatta dünya çapında tamamen elektrikli araç üretimine geçmeyi planladığını belirten markalar da var. Elektrikli araçların hayatımıza dahil olması çok yeni bir gelişme olmasa da yaygınlaşması ve popülerliğinin artması son zamanlarda daha bir artış gösterdi. Gelecekte de elektrikli araçların üretiminin ve kullanıcısının artması sektörünün en beklenen gelişmeleri arasında.

Bildiğiniz gibi ben de elektrikli otomobil tutkunlarından biriyim ve sık sık sizlerle Instagram hesabımdan %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E ile olan maceralarımı paylaşıyorum 🙂 Konumuza dönecek olursak; fosil yakıt tüketimini azaltmak ve karbon emisyonlarını düşürmek için ülkelerin elektrikli araç kullanımına yönelik teşviklerini artırması da beklenenler arasında. Ayrıca, batarya teknolojisinde yeni ilerlemeler, elektrikli araçların menzillerinin artırılması, şarj altyapılarının geliştirilmesi de yine yakın gelecekte bizimle olacağa benziyor.

Sürdürülebilir ve çevre dostu çözümler

Elektrikli araçların yükselişi, otomobil dünyasının geleceğinde beklenen tek çevreci haber değil. Doğa dostu yaklaşımlar ve sürdürülebilir çözümlerle dolu yenilikler de ufukta. Pek çok sektörün son yıllarda önemli bir gündem maddesi haline gelmiş olan çevre bilinci, otomotiv dünyası için de önemli bir konu. Geri dönüştürülmüş malzemelerden üretilen iç dizayn ekipmanları, doğa dostu kumaşların kullanımı, üretim aşamasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, daha az karbon salımı yapan motor teknolojileri ve daha nice gelişme, otomotiv dünyasının beklenenleri arasında.

Sektörde yeşil devrim adını verebileceğimiz daha pek çok gelişmenin damga vurması da olası. Araçların iç tasarımdan üretim süreçlerine kadar geniş bir yelpazede sürdürülebilir çözümler, otomobillerin gelecekteki dünyasını ve tabii ki dünyamızı taçlandıracak gibi. Bir çevreci olarak hızla yaygınlaşmasını görmek istediğim gelişmelerden birisi kesinlikle sürdürülebilir çözümler.

Otonom sürüş özelliklerinde ilerlemeler

Ve tabii ki otonom sürüş özelliklerinden bahsetmemek olmaz. Beni belki de en çok heyecanlandıran konulardan bir diğeri. Hani şu sürücüsüz giden otomobiller var ya, işte tam da onlardan bahsediyorum. Yakın bir gelecekte belki de araçların şoför koltukları hep boş kalacak. Olamaz mı? Bu, çok gerçekçi bir senaryo olmasa da şu an için benzer senaryolarla sık sık karşılaşacağız gibi. Çünkü pek çok dünya devi otomobil ve teknoloji firması, otonom araçlar alanında büyük yatırımlar yapıyor. Ancak, tam otonomiye ulaşmak için biraz daha geleceği beklemek gerekecek. Çünkü birtakım zorlukları aşabilmek için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bekleniyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki yoğun ve karışık trafik senaryoları, yasal düzenlemeler, kişisel hakların korunması, uygun yol ve altyapı çalışmalarının tamamlanması gibi pek çok faktör var. Yine de bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve otonom sürüşün farklı seviyelerinin piyasaya sürülmüş olması, otonom sürüş teknolojilerinin potansiyelini gösteriyor. Gelecekte tam otonom seviyeye de erişilmesi mümkün.



Otonom özelliklerin yanı sıra farklı sürüş modları da ufukta. Hatta, ben şimdiden %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E  ile bu modları deneme fırsatına sahibim 🙂 Mustang Mach-E, sürüş deneyimini kişisel isteklere göre uyarlıyor; Aktive, Whisper ve Untamed modları sayesinde motor seslerini, ortam aydınlatmasını ve hatta aracın tepki verme hızını kişiselleştirmek mümkün. 

Akıllı şehirlerin kurulması

Otonom sürüş özellikleri, farklı sürüş modları, otomobil ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, yalnızca bireysel kullanımla sınırlı kalmayacak muhtemelen. Ve önemli bir toplumsal gündem haline de gelecek. Bu da akıllı şehirler gibi bir konseptin hayatımıza girmesi anlamını taşıyabilir. Şehirlerin, otomobillerin geleceği ile ne ilgisi var ki diye düşünmeye başlamadan hemen araya gireyim. Eğer başta otonom sürüş özellikleri olmak üzere otomobiller kendi başlarına -bir sürücünün aracı sürmesine ihtiyaç kalmaksızın- yolda gidebilecekse, bu şehirlerin de birtakım düzenlemelerden geçmesi anlamını taşıyor. Yollardaki alt yapı çalışmalarının bu doğrultuda düzenlenmesi, akıllı şarj istasyonlarının kurulması ve otonom araçların kendi kendini şarja takabilmesi için uygun çevresel yapılanmaların tamamlanması gibi pek çok gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Belki de gelecekte şehirlere akıllı taksi durakları kurulacak ve birtakım mobil uygulamalar üzerinden bağlantıya geçilebilecek.

Sosyal dünya ile bağlantı sağlayan araç özelliklerinin geliştirilmesi

Bir düşünelim; otomobiliniz size en yakın kafeyi önerse ya da zevkinize uygun bir restoranda sizin için rezervasyon yaptırsa, nasıl olur? Ya da arkadaşlarınızla buluşma ayarlasa, arabaya bindiğinizde en sevdiğiniz dizinin kaldığınız bölümünü başlatsa? Siz keyifle buluşmalarınıza hazırlanırken veya dizinizi izleyip, müziğinizi dinlerken sizi istediğiniz yere götürse? Yani adeta bir eğlence merkezine dönüşse? Tüm bunlar, yakın gelecekte hayallerimizi süslemenin ötesine geçebilir. Bağlantılı araçlar, yani kendi internet erişimi olan ve verileri başka cihazlarla da paylaşabilen araçlar, otomobil dünyasının belki de gelecekte en çok parlayan yıldızı olabilir. Yalnızca yolculuk vadetmenin ötesinde bağlantılı araçlar, adeta kişisel mobil cihazlarımıza dönüşebilir.

Çoğu macerama tanıklık ettiğiniz Ford Mustang Mach-E de adeta benim eğlence merkezim. Araç içi iletişim ve eğlence sistemi olan Ford SYNC 4A ile konuşma, ses tanıma, kablosuz akıllı telefon entegrasyonu, sezgisel 15,5″ dokunmatik ekran ve çok daha fazlasını deneyimleyebiliyorum. Halihazırda gelişmiş teknolojinin keyfini sürebiliyor olsam da gelecekte bağlantılı araçlar bizi daha pek çok özelliği ile şaşırtacak diyebilirim.

Kısacası, otomobil dünyasının sıra dışı geleceğinde bizi bekleyen yepyeni heyecanlar var. Uçan arabalar yalnızca filmlerin unutulmaz bir parçası olarak mı hafızalarımızda kalır yoksa gerçekten de hayatımıza dahil olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da otomobil dünyasının hiç olmadığı kadar yenilik dolu olduğu. Kim bilir belki bir gün gökyüzünde bulutların arasında sıkışıp kaldığım bir trafikteyken size yazarım 🙂 Daha fazlası için yazılarımı ve Instagram hesabımı takip etmeyi unutmayın.

İlginizi çekebilir: Virtual Influencer’lar: Kim bu sıra dışı influencer’lar? Takip etmeniz gerekenler?



İlgili Makale