‘Fazla iyi bir insan olmak, sizi vaktinizden çok önce öldürebilir’

“Fazla iyi bir insan olmak, sizi vaktinizden çok önce öldürebilir”. Bu cümlenin sahibi Dr. Gabor Maté, konuşmalarında ve yazılarında sık sık “fazla iyi” insanların görece erken yaşlarda deneyimledikleri, önemli bir kısmı ölümcül olan sağlık problemlerinden bahsediyor.

Peki neden bu insanların başlarına böyle talihsiz şeyler geliyor?

Öncelikle buradaki “fazla iyi” tanımını açalım. Yardımsever, empatik, düşünceli, kibar, fedakâr, hoşgörülü bir insan olmamızda elbette ki sakınca yok. Aksine, kutuplaşmanın ve ayrılık bilincinin giderek arttığı dünyamızda, böyle hassas ve nazik ruhlara daha da fazla ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Fakat burada fark etmemiz gereken ince bir çizgi var.

Tüm bunları yaparken kendi ihtiyaçlarımı ihmal ediyor muyum?
Çatışma yaşamamak adına, duygularımı (özellikle de öfkemi) sıklıkla bastırıyor muyum?
Net sınırlar çizmek ve “hayır” demek beni zorluyor mu?
Kendimi başkalarının duygu durumlarından sorumlu hissediyor muyum?
İyi bir insan olmak uğruna kendimi “feda” ediyor olabilir miyim?

Bu soruların cevapları çoğunlukla evet ise, çizginin ötesine geçmiş olabiliriz. Ve bu “fazla iyi” insan olma durumu, bir travma tepkisi olabilir.  

İngilizcede “People Pleaser” olarak geçen karakter yapısı; herkesi memnun etmeye ve herkesle iyi geçinmeye çalışan, başkalarının ihtiyaçlarına odaklı yaşayan kişileri ifade ediyor. Ben de bu kavramla ilk kez tanıştığımda kendimde de (özellikle hayatın belirli alanlarında) çeşitli benzerlikler bulmuştum. Bu aslında çoğu zaman çocukluğumuzda öğrendiğimiz, bir çeşit hayatta kalma mekanizması. Belki, duygularımızı rahatça ifade edeceğimiz, güvenli bir ortam içinde bulunmadık. Belki, sık sık kavga eden ebeveynlerle büyüyüp, ortamı yatıştıran kişi olduk. Belki duygusal olarak olgunlaşmamış ve depresif ebeveynlerimizin duygu durumlarını dengede tutmak bizim görevimiz gibi hissettirdi. Belki de ebeveynlerimiz tarafından kabul görmek için “uslu çocuk” rolüne büründük. Dolayısıyla bu özellik, bir çeşit bir travma sonrasında egonun kendini korumak için geliştirdiği bir sistem.

Yazar ve psikoterapist Pete Walker, benzer bir bakış açısını Fawn tepkisiyle ortaya koyuyor. Dışarıda bir tehdit hissettiğimizde ya da yüksek stres yaşadığımız dönemlerde sempatik sinir sistemimiz aktive oluyor. Bunun üzerine savaş, kaç, don ve fawn tepkilerini veriyoruz:

  • Savaş tepkisindeyken, agresif ve saldırgan bir tutumla olayın üzerine gidiyoruz. Bedenimizi tüm gücümüzle savaşmaya hazırlıyoruz.
  • Kaç tepkisindeyken, panik içinde olaydan uzaklaşıyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz. Bizi zorlayan ya da tehdit eden durumlarla yüzleşmekten kaçıyoruz.
  • Don tepkisindeyken  kendimizi hissiz ve kopuk hissediyoruz. Çeşitli bağımlılıklarla duygularımızı bastırıyor, kendimizi uyuşturuyoruz.
  • Fawn tepkisinde ise çatışma yaşamamak ve kendimizi güvende hissetmek adına, etrafımızdaki kişileri memnun etmeye odaklanıyoruz. Bulunduğumuz ortamlara uyumlanmak adına kendimizden vazgeçiyoruz.

Dr. Joe Dispenza’nın kitaplarında belirttiği gibi; bu tepkiler, yırtıcı hayvanlarla karşı karşıya gelmek gibi gerçek, ölümcül tehlikelere maruz kalan atalarımızın hayatta kalmalarını sağlayan bir tür uyumlanma durumuydu. Biz de çeşitli acil durumlar içerisinde kaldığımızda (kazalar, acil müdahele gerektiren hastalıklar, doğal afetler, saldırıya maruz kalmak vb) bu tepkiler gerekli olabilir. Fakat bedenimiz, gerçek (hayatımızı tehlikeye sokan) bir tehdit ile zihnimizde ürettiğimiz bir stres unsurunu ayırt edemiyor. Bu sebeple, kronik yüksek stres sonucu bu yıkıcı tepkilerinin içinde gereğinden uzun kalmak, bedende bir tür çöküşe zemin hazırlıyor. Bağışıklık sistemimiz zarar görmeye başlıyor ve akabinde çeşitli hastalıklar baş gösteriyor.

Fawn tepkisi ise belki de içlerinde fark edilmesi en zor olanı. Ve de özellikle kadınlar için büyük bir tehlike. Çünkü patriarkal düzen, daha küçük yaşlardan itibaren kadına belirli roller yüklüyor; uslu ve uyumlu olmak, kavgaya karışmamak, gerginlik çıkarmamak, çok konuşmamak, bakım vermek, fedakarlık yapmak, alttan alan kişi olmak ve benzeri niceleri…

Dolayısıyla aslında bir travma tepkisi olan uyumlanma ihtiyacı, toplum tarafından teşvik ediliyor. Ortada bir sorun yokmuş gibi görünüyor. Fakat ne yazık ki araştırmalar bunu göstermiyor.

Dr. Gabor Maté’nin referans aldığı yakın dönemde yapılan araştırmalar, kronik stresle yüksek bir korelasyon içinde olan otoimmün hastalıklara yakalananların %80’inin kadın olduğunu ortaya koyuyor. Sigara içen kadınların sigara içen erkeklere kıyasla akciğer kanseri geliştirme olasılığı ise iki katı. Ve bununla bağlantılı olarak başka bir çalışmada, akciğer kanserine sahip hastaların duygularını bastırmaya eğilimli kişiler olduğu sıkça gözlemlenmiş.

Gerçekte olan şey şu; uyumlanmak ve kabul görmek adına otantik kimliğimizden vazgeçiyoruz. Duygularımızı ve iç sesimizi (gut feeling) bastırıyoruz. Gerçek arzularımızı unutuyoruz. Başkalarının ihtiyaçlarını, kendi ihtiyaçlarımızın önüne koyup, dışarıyı beslerken, kendimizi tüketiyoruz. Kendimizden ve gerçek benliğimizden kopuyor, hayatı başkaları için yaşamaya başlıyoruz.

Hastalıklar tam da bu sebeple çoğunlukla bedenimizin bu var oluş biçimine “dur” demesi. Kendimize, otantik benliğimize geri dönmek için ruhun bir “çağrısı”.  Beden kendimize karşı oldukça yıkıcı olan bu tutumu ancak belirli bir süre tolere edebiliyor. Artık kendini duyurabilmek için sesini yükseltiyor.

Bazen mesaj, romantik ilişkiler veya iş yerinde yaşadığımız problemler aracılığıyla da gelebilir. “Onun için/o iş yeri için her şeyi yaptım, bunu hak etmemiştim” diye isyan edebilir, hayal kırıklığına uğrayabiliriz. Aslında en büyük haksızlığı biz en başta kendimize yapmış olabilir miyiz? Biz kendimizi nerede ve ne zaman terk ettik?

Tüm bu savunma mekanizmalarını fark edip, kök nedenleriyle temas ettiğimizde, kendi değerimizi fark edip, öz benliğimizle bağlantı kurduğumuzda hayatımızda yeni bir denge kurabiliriz. Konfor alanımızdan çıkmak başta zorlayıcı olabilir, ego en ufak bir çatışmada kendini tehdit altında hissedebilir. Önemli olan küçük adımlarla başlayıp, devamlı olarak tekrar etmek. Zamanla bir dengeye oturacak. Hatta geçmişe dönüp, “Ben bunlara nasıl izin vermişim!” diye şaşıracağız.

Hem kibar ve anlayışlı biri olup, hem de net sınırlar çizebiliriz. İlla sert bir “hayır” cevabına gerek yok. Tabii karşımızdaki kişiler iyi niyetli olduğu sürece!
Hem kendimizden ödün vermeyecek hem de karşımızdakinin de ihtiyacına cevap verecek şekilde orta yolları arayabiliriz.
Empatik biri olabiliriz ama başkalarının duygu durumunu yüklenmek bizim sorumluluğumuz değil. Işığımızı ancak önce kendi enerjimizi koruyarak yansıtabiliriz.

Öfkemizi sağlıklı bir şekilde ortaya koymayı öğrenebiliriz. Yıllarca bastırılmış öfke, bazen bizi kutbun diğer ucuna sürükleyip, yıkıcı bir şekilde ortaya çıkabilir. Bu da pratik ettikçe dengeye oturacaktır. Bastırılmış duygular bedende kayıtlı olduğu için, beden üzerine çalışmalar yapmak da (yoga, somatik çalışmalar, dans vb) iyi gelebilir.  

Herkesi kazanamayacağımızı ve memnun edemeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Aksine sormamız gereken şu; “Ben gerçekten bu insanla ilişki kurmak istiyor muyum? Ben bu ilişkiden memnun muyum? Bu insan benim arkadaşlığımı hak ediyor mu?”

Başlarda bu tavırlarımıza pek alışık olmayan yakınlarımızdan tepki görebiliriz. Yeni bize alışmaları zaman alabilir. Bazı insanları kaybedebiliriz de. Dr. Gabor Maté “Hayır demeye başladığınızda, gerçek arkadaşlarınızın kim olduğunu öğreneceksiniz.” diyor. Bize gerçekten değer veren insanlar zamanla bizi anlayıp, destekleyecektir.

Kendimize de en az başkaları kadar iyi davranmayı öğrenmemiz dileğiyle.

İlginizi çekebilir: Büyük dönüşümlerin habercisi olan çağrılara kulak veriyor musunuz?

Siri Kavita
2018 yılında “kendi gerçeğimi” yaşamak üzere bir yolculuğa çıktım. Gerçi hayat boyu bu yolculuktaymışım da, bunu fark etmem 27 yılımı almış ve artık hızlanmanın ... Devam