Eko-anksiyete (eco-anxiety): İklim değişikliği, gelecek kaygısı ve varoluş sancısı üçgeninde hayatta kalmak

Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada kontrol altına alınmaya çalışılan orman yangınları, yüzyıllardır eşi benzeri görüşmemiş doğa olayları, seller, salgın hastalıklar, dolular, hortumlar… Dünyadaki mevsimsel ısınma ve soğumaların normal döngüsünün bozulmasıyla meydana gelen iklim değişikliği, aslında onlarca yıl öncesinde başlamış ve etkilerinin yakın zamanda görüleceğinin sinyallerini çoktan vermişti. İklim değişikliğinde geri dönülemez noktayı çoktan aştık ve artık yapabileceğimiz tek şey iklim değişikliğinin etkilerini en aza indirerek, bu durumu mümkün olabildiğince az hasarla atlatmaya çalışarak doğanın kendisini iyileştirmesine zaman tanımak. İnsan eylemleriyle, seçimleriyle ve bilinçsizliğiyle kocaman bir gezegenin iklimini değiştirdi ve bu değişimin etkileri gün geçtikçe daha da hissedilir hale gelecek.

Hava kirliliği, kuraklık, salgın hastalıklar ve besin kıtlığı gibi insanın beden sağlığını olumsuz etkileyecek durumların yanı sıra, uzmanlar son yıllarda iklim değişikliğinin oldukça ciddi bir ruh sağlığı probleminde de artışa neden olacağını öngörüyor: Eko-anksiyete.

Eko anksiyete nedir?

Eko-anksiyete en basit tanımıyla, insanoğluna ve tüm canlılara ev sahipliği yapan Dünya’nın geleceği ve Dünya üstündeki yaşamın devamıyla ilgili kronik hale gelen endişe, kaygı ve korku halini ifade ediyor. 

İklim değişikliğine bağlı stres bozukluğu, ekolojik travma, eko-yas/ekolojik yas gibi doğayla, iklimle ve dünyayla ilgili pek çok farklı kavramı ve ruh sağlığı durumunu kapsayan eko-anksiyete, sadece endişe ve kaygı gibi duyguların değil, pek çok farklı ruh sağlığı durumuna ait çeşitli semptomların ortaya çıkmasına neden olabiliyor.

İklim değişikliği karşısında eko-anksiyete geliştirmek normal mı?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle anksiyetenin ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını anlamamız gerekiyor. Kaygı ve endişe gibi duygularla tanımlanan anksiyete, bedenin algılanan tehditler karşısında doğal ve refleksif olarak verdiği kaçma-savaşma-donma tepkileri sonucunda ortaya çıkar. Düşme, yaralanma, aniden gelen çok yüksek ses gibi sinir sisteminde yoğun uyarılma ve aktivasyona neden olan pek çok somut durum anksiyeteyi tetikleyerek bedenin hayatta kalabilmesi için gerekli olan tepkilerin ortaya çıkmasına neden olurken; günlük yaşamda tehdit olarak ‘algılanan’, yani gerçekte bir tehlike yaratmasa da kişinin tehdit olarak algıladığı, gerçekçi olmayan düşüncelerle, inançlarla ve korkularla da beslenebilir.

Bu perspektiften bakıldığında iklim değişikliği, yıkıcı sonuçlarıyla her ne kadar yeni yeni yüzleşmeye başlasak da, hem insanlar hem de diğer canlılar için oldukça gerçek, etkileri gözle görülebilir ve somut bir tehdit. Bu nedenle eko-anksiyete, diğer pek çok anksiyete bozukluğu durumunda olduğu gibi gerçekçi olmayan inançlardan ve korkuya neden olan düşünce kalıplarından kurtularak başa çıkabileceğimiz bir ruh sağlığı problemi değil. Aksine organizmanın hayatta kalabilmesi için gerçekten korkması, sonuçlarından korunmak için çözüm üretmesi ve kendisini koruması gereken, motivasyon ve değişim için itici güç sağlayan bir duygusal tepki olarak işlev görüyor.

Eko-anksiyete diğer anksiyete türlerinden nasıl farklılaşıyor?

Ortalama sıcaklıkların her geçen yıl daha da artması, hava koşullarının ve mevsim normallerinin değişmesi; bitki ve hayvan türlerindeki çeşitliliğin doğal felaketler nedeniyle azalması gibi iklim değişikliğiyle bağlantılı pek çok durumun insan yaşamında ve tüm canlı ekosisteminde yarattığı kalıcı değişimler sizi alarma geçiriyorsa ve öfke, endişe, korku, panik, üzüntü gibi pek çok olumsuz duyguyu anlam veremediğiniz kadar yoğun ve sık yaşıyorsanız yalnız değilsiniz; ‘anormal’ hiç değilsiniz. Normal olmayan şey yaşanan durumun kendisi ve hissettikleriniz sadece anormal bir duruma verilen oldukça normal ve doğal tepkilerden ibaret. İnsan doğuştan empati becerisine sahip bir canlı ve parçası olduğu doğanın, bir arada yaşadığı canlıların zarar görmesi, derin bir travma yaşamasına neden olabiliyor. İklim değişikliğine karşı önlem alınmaması ve beraberinde gelen umutsuzluk bile başlı başına eko-ankiyete geliştirilmesini tetikleyebiliyor. Eko-anksiyeteyi tetikleyen diğer durumların başında,

  • İklim değişikliğini görmezden gelen ve önlem almayan önceki nesillere duyulan öfke ve hayal kırıklığı,
  • Kaderci bakış açısı,
  • Varoluşsal sıkıntılar,
  • Kendi tüketim alışkanlıklarınız ve karbon ayak izinizle ilgili yaşadığınız suçluluk ve utanç duyguları,
  • İklim değişikliğinin etkilerinden kaynaklanan doğal afetler sonrası yaşanan travma sonrası stres,
  • Depresyon, endişe ve panik duyguları,
  • Doğal habitatların ve vahşi yaşamdaki popülasyonların kaybıyla ilişkili yas ve üzüntü duyguları,
  • İklimle ilgili geliştirilen takıntılı düşünce kalıpları,
  • Yukarıdaki durumlarla bağlantılı ikincil sorunlar olan uyku problemler, iştah değişiklikleri ve odaklanma problemleri yer alıyor.

Tüm bunların yanı sıra artan stres seviyesi, özellikle iklim değişikliği konusunda aynı görüşe sahip olmadığınız arkadaşlarınız, partneriniz ya da aile bireylerinizle olan ilişkilerinizde de gerilimi artırabiliyor.

İklim değişikliği ile ilgili endişeler bazen o kadar bunaltıcı hale gelebilir ki, bu korkulardan ve duygulardan kaçınmak için dikkat dağıtıcı şeylerin arayışına girebilirsiniz. Bununla birlikte, dikkatinizi dağıtmak, yaşadığınız yoğun duygular üzerinde çalışmanızı engellediğinde ya da madde veya alkol kullanımı gibi sağlıklı olmayan başa çıkma stratejilerine dönüştüğünde yaşam kalitenizi ve ruh sağlığınızı olumsuz etkileyebilir.

Eko-anksiyete neden ve nasıl ortaya çıkıyor?

İklim değişikliği hem küresel hem de oldukça bireysel bir problem. Özellikle şehir yaşamında, günlük hayatın ve sorumlulukların içinde gezegenle olan bağlantınızı aktif şekilde düşünme ve bununla ilgili farkındalık geliştirme konusunda pek başarılı olamasak da, yaşayan her canlı gibi biz de doğaya bağlı ve bağımlıyız. Dünya’ya ‘toprak ana’ dememizin arkasında bir gerçeklik var: Doğa ve üzerinde yaşadığımız dünya hepimizin evi ve beslenmek, gelişmek, hayatta kalmak için dünyanın kaynaklarına ihtiyacımız var. Kendinizi bu gerçeklikten oldukça uzak hissediyor olsanız da, dünya var olmadan biz de var olamayız ve dünyanın yavaş yavaş yok olması bize kendi sonluluğumuzu hatırlatırken, yaşanan kayıpların yasını tutmanız ve kendi türünüzün yok olacağına dair endişe hissetmeniz oldukça normal. Gelin, eko-anksiyeteyi tetikleyen durumları biraz daha yakından inceleyelim:

Kişisel deneyimler

İklim değişikliğinin uzun vadeli etkilerinin neler olabileceğini bilmek ve o etkileri deneyimlemek tahmin edebileceğiniz üzere birbirinden oldukça farklı iki durum. Belki sel, kasırga, dolu, orman yangını gibi felaketler nedeniyle evinizden uzaklaşmak zorunda kaldınız ya da zor zamanlar yaşadınız. Belki de aynı felaketlerde sevdiklerinizi kaybettiniz, yeri tekrar doldurulamayacak kayıplar yaşadınız.

Bu kadar somut ve ani değişimler yaşamamış olsanız bile, aşırı sıcaklık ve artan yağışlar gibi kademeli olarak hissedilen değişimler bile vücut ısısının düzenlenememesi, biyolojik ritmin bozulması, daha az güneş ışığı alınması gibi dolaylı etkilerle kaygı ve depresyon semptomlarınızın artmasına, serotonin üretiminin azalmasına ve bu semptomlarla bağlantılı ruh sağlığı problemlerinin tetiklenmesine neden olan risk faktörlerini artırabiliyor.

Maruz kalınan haberler

İklim değişikliğiyle ilgili farkındalık oluşturulması ve bu farkındalıkla çözüm için etkili adımlar atılması konusunda medyanın gücü tartışılmaz. Ancak bireysel olarak iklim değişikliğiyle ve yıkıcı etkileriyle ilgili çok fazla habere maruz kalmak, yaşanan bilgi kirliliği ve kıyamet senaryoları bazen değişim için motivasyon sağlamaktan çok çaresizlik ve umutsuzluk gibi yıkıcı duyguları beraberinde getirebilir.

Yağmur ormanlarının giderek küçülmesi, mercan resiflerinin yok edilmesi, sayıları tek hanelere kadar inen türlerle ilgili anlatılar ve haberler yaşadığınız şoku ve yas duygularını daha da yoğun hale getirebilir. Bu derin umutsuzluk ve çaresizlik hali, bazı durumlarda çözüm üretme ve harekete geçme isteğini körelterek kişiyi içinden çıkamayacağı bir umutsuzluk girdabına hapsedebilir.

Kendi etkinizi azalt(a)mamanın yarattığı pişmanlık

Plastik atık üretimi, klima kullanmak, hayvansal besinler tüketmek, küvet doldurmak, hatta balkon yıkamak gibi günlük alışkanlıklarınızı sürdürmeniz ve bilinçli ya da bilinçsiz attığınız her adımda dünyaya bir şekilde zarar verdiğinizi bilmeniz, iklim değişikliğine bireysel olarak katkıda bulunduğunuzu düşünmenize ve pişmanlık, suçluluk, utanç gibi duyguların oluşmasına neden olabilir. Yaşam tarzınızla ilgili kendinizi sert bir şekilde eleştirmeniz ve yargılamanız, çoğu zaman değişim için adım atmaktan daha kolay olduğu için, bu yanılgıya düşerek kendinizi çaresiz hissetmeniz çok daha olası.

Evet, karbon ayak izinizi azaltmak, dünyanın kaynaklarını daha bilinçli kullanmak ve ihtiyaçlarınızı doğanın ihtiyaçlarına da duyarlı yöntemlerle karşılamaya çalışmak için bireysel adımlar atabilirsiniz. Ancak gelinen noktada iklim değişikliğini sadece bireysel çabalarınızla çözemeyeceğinizin de farkında olmalısınız. İklim değişikliği, kapsamlı bir değişim için küresel boyutta yaptırımlar gerektiren, oldukça büyük ölçekli bir sorun. Ve en önemlisi de, bu gerçekliğin farkında olsanız da kendi bireysel çabalarınızın kocaman bir okyanustaki bir su damlası olduğunu görmek de, güçsüzlük ve çaresizlik duygularıyla beraber eko-anksiyete geliştirmenize neden olabilir.

Kimler daha fazla risk altında?

Hepimizin var oluşunu sürdürebilmesi, yaşamına sağlıklı şekilde devam edebilmesi gezegenin sağlığına bağlı. Dolayısıyla hepimiz, bir ucu iklim krizini reddetme, diğer ucuysa iklim krizine bağlı yok olma korkusu arasında yer alan eko-anksiyete spektrumunun bir noktasında bulunuyoruz.

Bununla birlikte, bazı gruplar, iklim değişikliğine karşı görece daha savunmasız olmaları nedeniyle eko-anksiyete semptomları göstermeye daha eğilimli olabilirler.

Yıl boyunca tüm geçimini sadece ilkbahar aylarında ekip yaz aylarında hasat ettiği ürünlerden sağlayan ve daha önce, yaz ortasında yaşanan dolu yağışı nedeniyle tüm mahsülünü kaybetmiş olan bir çiftçiyi düşünün. Bu durumda olduğu gibi, geçimi doğaya ve hava koşullarına bağlı olan köylüler ve tarım işçileri şehirde yaşayan kişilere göre eko-anksiyete semptomları geliştirmeye çok daha yatkın olabiliyor.

Benzer şekilde, deniz kıyısında, ada ülkelerinde, kurak bölgelerde ya da yüksek jeolojik risk barındıran diğer bölgelerde yaşayan insanlar; sosyoekonomik olarak dezavantajlı olan topluluklar, gelecekle ilgili belirsizliğin tüm yaşamlarını belirleyeceği çocuklar, ergenler ve genç yetişkinler; engelli bireyler ve kronik sağlık sorunları olan kişiler eko-anksiyeteden kaynaklı risk grubu içinde yer alıyor.

Doğal bir afetin etkilerini atlatabilecek kadar kaynağınız olmadığında ya da devletin kaynaklarının son derece yetersiz olduğunu gördüğünüzde, gelecekle ilgili endişe taşımamanız mümkün olmayacaktır. Geçim kaynaklarınız tamamen doğaya ve hava koşullarına bağlı olduğunda sadece geçiminiz değil tüm kültürel ve bireysel kimliğiniz de değişen iklimle birlikte değişim geçirebilir ve varoluşsal problemleriniz eko-anksiyete geliştirmenizi tetikleyebilir.

Artan kuraklıkla birlikte çiftçilerin intihar oranlarının da arttığını gösteren, 2015 yılında yayınlanmış olan bir araştırmanın sonuçları da iklim değişikliği nedeniyle artan eko-anksiyetenin yıkıcı sonuçlarının hangi boyutlara ulaşabileceğini açık şekilde gösteriyor. Eko-anksiyete ile nasıl baş edebileceğinize, ekolojik boyutta yaşanan değişimlerin insan psikolojisini nasıl ve neden etkilediğine dair ayrıntılı yazıları ilerleyen günlerde #HaftanınTeması kategorisindeki yazılarımızda bulabilirsiniz.

İlginizi çekebilir: Çevresel psikoloji nedir: Çevreyle etkileşimimiz neden önemli?

Uplifers
Kaliteli ve mutlu yaşam koçunuz!