X

Dersaadet Apartmanı: Film ekibiyle sinema üzerine bir sohbet

Bu yıl 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali pandemi sürecine rağmen ve tüm tedbirler alınarak gerçekleşti. Festivalde 8 yıldır seyirci ile buluşmayı bekleyen bir film var: Dersaadet Apartmanı.  Pandemi süreci ile yolu açılan film, nihayet bu yılki festivale seçiliyor ve tam bağımsız bir film olarak, yıllardır söylemek istediğini artık söyleyecek olmanın haklı heyecanını yaşıyor.

Birbirini evvelden beri tanıyan bir samimiyet görüyorum ben sizin ekibinizde. Sahi nasıl bir araya geldiniz?

Tankut Kılınç: Janset’le biz sektörden tanışıyoruz. Yaklaşık 12 sene önce bir dizi çalışmasında bir araya gelmiştik ilk kez. Gürsel’i belki 20 yıl önce bisiklet camiası aracılığı ile tanıdım. Yılları eskitmişiz.

Hüseyin Karsin: Benim katılmam da yanlış hatırlamıyorsam 2013. Tankut bizi bir araya getirdi. Çok da güzel oldu.

Dersaadet Apartmanı fikri ilk ne zamana uzanıyor?

T. K.: 2008 yılında, İstanbul’un 2010 Avrupa Başkenti olması için devlet destekli çalışmalar başlamıştı. Bu proje beni oldukça şaşırttı. Söz gelimi İstanbul’da bu kadar tarih bilinci yokken ve rant bu kadar yoğunken, bu harekete karşıt olarak ben de kaybolan kent kimliğini nasıl anlatırım diye düşünmeye başladım. İstanbul’un kesinlikle daha karanlık tarafını anlatmak istiyordum. Böylece ilk draftı hazırlamaya başladım. Şehrin sesi olmak, çığlığını seslendirmek esas amacım oldu.

Senaryo sürecinden bahsedebilir miyiz?

T.K.: Başta ufak ufak notlar şeklinde yazmaya başladım. Yapmak istediğim, bu şehri bir karakter gibi göstermekti. Senarist arkadaşlarım daha dramatik hikayeler yazdılar ama ben bunu istemedim. Böyle olunca sonradan iş başa düştü. (Gülüyor.)

İlk senaryonuz değil tabii. Birçok kısa filminiz var. Onlar nelerdi?

T.K.: Belki de son çekilenlerden bahsetmem daha doğru. Çünkü küçük yaşlardan beri kamera hep elimdeydi. Kırk yıl öncesinden bahsediyorum. Sinema eğitimi aldığım yıllarda ise daha elle tutulur kısa filmlerim oldu tabii. 90’ların sonu 2000’lerin başından itibaren sayacak olursak Yumruk, Küçük Usta, Mavide Dans, Babamın Kulesi, İpler Kimin Elinde olarak dört film sayabilirim.

Uzun metrajla kısa metraj arasındaki fark nedir?

T.K.: Kısa metraj daha özgür bir alan. Bir hikayeyi daha sınırsız bir çalışma alanı içinde anlatabiliyorsunuz. Uzun metraja girdiğiniz zaman ise bir takım kodlar, prodüksiyonel kalıpları var. İşin içine ticari kodlar ve kaygılar da giriyor. Ben kısayı hep daha samimi buluyorum. Yeri geldiğinde söyleyeceğini bir tokat gibi vuruyor. Bunu özellikle yazın lütfen.

H.K: Biri şiir biri roman gibi bence.

Sizin de ilk çalışmanız değil mi?

H.K: Gösterime giren ilk çalışmam evet.

Zorlayıcı bir soru olabilir ama sizin kaçıncı filminize denk geliyor?

Janset Pacal: Uzun metrajda son filmim bu. 2002 Neredesin Firuze, 2005 Banyo, 2006 Kısık Ateşte 15′, 2010 Romantik Komedi Aşk Tadında, 2011 Ya Sonra, 2014 Rimolar ve Zimolar, 2015 Hayat Öpücüğü, 2015 Köstebekgiller 2 ve 2016 Dersaadet Apartmanı.

Samimi bir çevre ile çekmiş olmanın filmi çekerken kolaylıkları oldu mu?

T.K: Aslında benim dışımda kimse birbirini tanımıyor. İşin senarist yönetmeni olarak ben tanıştırmış oldum. Ama benim herkesi eskiden beri tanıyor olmam samimiyet yaratmıştır. Yıllar içinde de herkesin dostluğu gelişti tabii.

J.P.: Evet birbirimize nazımız geçti bence de. Bunu suistimal etmediğin sürece, bu türden bir samimiyet çalışma kolaylığı veriyor. Çünkü insan tanımadığı bir oyuncu ile çalışırken ister istemeden bir de alışma süreci geçiriyor. Ama bu filmde benim için söz konusu değildi çünkü radyodaydım ve çekimlerim hep tekli idi.

Kendisi Türkiye’de önemli bir bisikletçi olan Gürsel Akay’ı filme dahil ederek neyi vurgulamak istediniz?

T.K.: Gerçek hayattaki samimiyeti filme de yansıtmak istedim. Filmde iyi olan karakterlerden biri Gürsel Akay ve kendisini oynuyor.

Gürsel Akay: Evet, ufak değişiklikler hariç filmde kendimi oynadım diyebilirim. Ben de nükleer santrallere karşı protestolara katıldım, daha yeşil bir dünyaya farkındalık yaratmak için sürüşler gerçekleştirdik. Bu şehirde yaşıyoruz, bu şehrin kaosunu görüyoruz. Bu film benim için hayatın bir parçası gibiydi.

H.K.: Bu arada benim de oynadığım karakterle benzer bir hikayem var. Ben de mimarım. Ayrıca İstanbul’daki tarihi bir binada oturuyorum.

T.K.: Evet burası çok önemli. Filmde Hüseyin’in gerçekte de oturduğu apartmanı kullandık. Burada da ben gerçeği yansıtmaktan yana oldum kısacası.

Gürsel Akay bisiklete nasıl başladı?

G.A.: Ben gerçekte başka bir okuldan mezunum. Son 30 yıldır da ciddi olarak bisiklete biniyorum. Tabii yaptığımız birçok iş gibi bu da çocukluğa dayanıyor. Benim dağcılık yaptığım 80’li yıllarda dağ bisikleti diye bir şey çıktığını duyunca “Dağlar ve bisiklet. Tam bana göre.” dedim. Bu da benim yolumu belirleyen şey oldu bence.

Bu film sizin temel meselelerinizden biri diyebilir miyiz?

T.K.: Kesinlikle. Şehrin dokusu dışında bizim ruhlarımız da yaralı. Kaybettiğimiz çok şey var bu kaos ortamında. Tarih bilincimiz yok. Sürekli yenileme çabası ama bunu da yok ederek yapıyoruz.

H.K.: Kentsel dönüşüm İstanbul’un büyük gerçeği. Deprem diye bir gerçeğimiz de var. Bu binaların daha sağlam yapılması için kentsel dönüşüm bir yerde gerekli. Ama bu birilerinin işine yarar hale geldiğinde yıkım da başlıyor. Burada başlıyor düğüm… Bitmek bilmeyen inşaat, kıymeti bilmeyen tarihi eserler… Bir koruma planı yok, kanun işlemiyor.

T.K.: Ben bunlara yıkıcılar diyorum. Devamlı yıkıyorlar. Sürekli hız ve yıkım filmin kötü tarafı. İyi tarafı ise sade ve yavaşlık üstüne bir duruş sergiliyor. Filmde de iyi ve kötünün savaşını ben de bir go oyunu üstünden anlatmaya çalıştım.

Bir öneri getirmiyorsunuz da ama. Tarihi bir belge gibi de düşünülmesini mi istediniz filmin?

H.K.: Tabii. Dediğim gibi, biz buna tam bir eleştiri getirmek değil bu durumu göstermek istiyoruz aslında.

Bir de pandemi vurdu. Festival süreci ile ilgili düşünceleriniz neler?

T.K.: Böyle bir dönemde sinema ile insanları buluşturmak mucize gibi. Altın Portakal’da yarışan önemli filmlerin arasında bağımsız bir film olarak yer almaktan onur duyuyoruz.

H.K.: Tüm festival ekibi canla başla çalışıyor. Her zamankinden farklı bir enerji olmalı.

Nedir Dersaadet Apartmanı?

T.K.: Dersaadet bu filmde İstanbul’u simgeliyor. Kelime anlamı olarak da Saadet Kapısı demek. Ben de burada bu ismi bir ironi kullandım.

Bir de nasıl karakterler izleyeceğiz?

J.P.: Bu hikayede go tahtasındaki pembe taşım. Siyah ve beyazın arasındaki pembe taş.. Küllerinden yeniden doğan Simurg’um aynı zamanda. Hiçbir zaman İstanbul’la kavga etmedim. İstanbul’u hep çok sevdim. Benim derdim şehrin üstündekilerle. Oynadığım karakter bir radyo spikeri. İstanbul’un maruz kaldığı suistimali gören ve bunu bazen alaylı bazen de gerçekçi bir dille ve duruma uyan şiirlerle göstermeye çalışan. Bu projeyi kabul ederken de İstanbul’u çok sevdiğim ve benzer kaygılarım olduğu için kabul ettim. İstanbul’un en az 2000 yıllık bir tarihi var ve ne olursa olsun Simurg gibi devamlı küllerinden doğuyor. Bizim yapmamız gereken de ona karşı değil de onunla birlikte yaşamayı öğrenmek.

H.K.: Ben Amerika’da bir üniversitede hocalık yapan bir bilim insanını oynuyorum. Ülkeden ve ailesinden uzakta yaşayan bir adamım. Ailemi kaybettiğimi duyunca dönüyorum. Biraz go oyunundan da bahsetmek istiyorum. Go oyunundaki alan mücadelesine benzer bir alan mücadelesi gibi görüyor İstanbul’la olan ilişkisini benim oynadığım karakter. Zorlu bir mücadele bu. Hem aileden kalan apartmanı muhafaza etmeye çalışıyorum hem de Amerika’daki işlerime geri dönmem gerekiyor. Bisikletçi benim arkadaşım, bir de huzur bulduğum bir radyo programı var dinlerken.

G.A.: İnşaat mühendisliği okuyup, ben bu rezil binalarımı mı yapacağım diye mesleğini yapmayıp, bisiklette karar veren bir karakter. Bisikleti şehirdeki en doğru ulaşım aracı olarak gördüğü için bisikletli bir yaşam seçmesi.

Go da filmin bir karakteri gibi. Go oyununa kim meraklı?

T.K.: Go oyununu Türkiye’ye tanıtan kişi abim Alpar Kılınç. Odtü’de okuduğu yıllarda Go Klubü’nü kurarak, oyunun gelişmesinde ilk temelleri atan kişi kendisi.

Tüm bu karakterleri bir bağımsız sinema filminde izliyoruz. Bağımsız film yapmanın zorlukları neler?

T.K.: Siyah tarafta, ben onlara yıkıcılar diyorum, komşular, apartman yöneticisi, müteahhit var. Radyocu Deren ve bisikletçi Gürsel filmin aydınlık tarafta olanları. Kaplumbağa da bu tarafın başlı başına bir karakteri. Film, kurtuluşumuzun kaplumbağada olduğunu vurguluyor. Dönüşmemiz gereken o.

Türkiye’de bağımsız sinemanın ilerlemesi için ne yapılabilir?

T.K.: Biz 8 yılda buraya gelebildik. Devlet desteği de almadık. Yapım ortağım Selda Oknas’ın çok büyük emeği var. Filmi birlikte finanse ettik. Ama sadece onun değil, bu filmde tüm oyuncuların ve ekibin de emeği var. Çok mekandan oluşan büyük bir prodüksiyon. Ekip arkadaşlarımız mekan ve lojistik destek sağladı. Filmimiz bağımsız bir yapım olduğu ve ticari bir beklentimiz olmadığı için ekipçe çok sahiplendik.

J.P.: Acil bir vergilendirme sistemi lazım.Yatırımcıları bağımsız film yapmaya teşvik edebilecek bir destek lazım. Çünkü devamlı bir maddi destek arayışı içinde olmak sektör adına da üzücü.

Bu zorluklar içinde yine de film çekmeyi istemenin altında gerçek bir sinema aşkı yattığını düşünüyorum. Sizin sinema ile ilk bağlarınızı öğrenebilir miyim?

Ukde kalmış bir aşk

H.K.: 90’larda şehir tiyatroları ile başladım. Sonra Atıf Yılmaz’ın kült filmi Gece Melek ve Bizim Çocuklar’da oynayacaktım. Ama hastalanınca yerime Uzay Heparı oynadı. Sonra bir kısa filminde oynayacaktım ama o da çekilemedi. Ben de işin mutfağında Kipçeçalıştım. Üvey Baba’nın senaryosunu yazdım mesela.

Bir yaşam biçimi olarak oyunculuk

J.P.: Ben çocukluğumdan bu yana başka bir meslek yapmak istemedim. Almanya’da doğdum büyüdüm. Annem tam bir filmsever. Küçükken seyrettiğim uçuş uçuş etekli müzikli filmler, oyuncu olma isteğimi kamçılamış olabilir. Ve evet çok sevmezseniz yapabileceğiniz bir iş değil oyunculuk.

İzleyici koltuğundan büyük perdeye

G.A.: 69 yılıydı sanırım Stanley Kubrick’in Uzay Yolu Macerası beni çok etkilemişti ama oyunculuk anlamında ilk filmim.

Yönetmenin ilham aldığı yönetmenler?

T.K.: Türk Sineması’ndan Nuri Bilge Ceylan, Lütfü Akad, Yılmaz Güney, Metin Erksan’ı sayabilirim. Yabancı sinemadan birçok isim var ama biraz yeni dönemden örnek verebilirim belki. Fransız Sineması’ndan Gaspar Noe, Güney Amerika’dan Inarritu ve Aronofsky, ikili yönetmenlerden Jean-Pierre Jeunet ile Marc Caro, Japonya’dan Akira Kurosawa, bunlar büyük ustalar.

Günsu Özkarar: 1987 Ankara doğumluyum. 2008 yılında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Viyola Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldum. Ardından İsviçre’de Hocshule der Künste Bern’de yüksek lisansımı tamamladım. Yüksek lisansım sırasında Orchester der HKB, Schweizer Jugend Sinfonie Orchestra, The Women Orchestra of Switzerland’da çalarak, Christopher Warren­Green, Bruno Weil, Daniel Klajner, Jos van Immerseel, Kai Baumann gibi orkestra şefleriyle Avrupa’nın farklı şehirlerinde konserler verme deneyimi edindim. Tatjana Masurenko, Michael Kugel, Ruşen Güneş, Çetin Aydar, Danel Quartet, Marco Misciagna, Michel Michalakakos, Apple Hill Quartet, Siegfried Führlinger gibi hocaların ustalık sınıflarına katıldım. The World Youth Orchestra, The World Orchestra, Greek Turkish Youth Orchestra, Bilkent Youth Symphony Orchestra, Bilkent Youth Virtuosos, Jungenc Philharmonic Orchestra, AIMA Festival Orkestrası gibi ensemble/ orkestralarda ve Young Euro Classic, Schloss/Beuggen International Music Fest, Schlern International Music Fest, Bayreuth Youth Talented Artists ́s Music Fest, The Turco-British Association Bach Günleri, Datça Uluslararası Müzik Akademisi, T.R.N.C. Malta Dostluk Günleri, Klasik Keyifler Oda Müziği Festivali, Uluslararası Istanbul Müzik Festivali, Uluslararası D - Marin Klasik Müzik Festivali, AIMA Ayvalık Müzik Festivali ve Cervo International Music Fest gibi etkinlik ve festival konserlerinde yer aldım. İstanbul’a taşındıktan sonra CRR, AIMA Orkestrası, Orkestra Sion’da çalıştım. Ayrıca İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Doçent Beste Tıknaz Modiri ile Sanatta Yeterlilik çalışmalarımı tamamlayarak, Okan Üniversitesi’nde öğretim görevliliğine başladım. Bitirme tezim “Tarihsel Süreçte Gelişen Viyola Ekolleri” kitap olarak yayınlandı. Trio Pax, Trio Tını gruplarının yanı sıra Okan Üniversitesi Orkestrası’nda üç yıl öğretim görevlisi olarak çalıştım. Psikoloji ve edebiyat her zaman ilgi alanım oldu. Çeşitli yaratıcı yazarlık kursları ile birlikte psikanaliz de gördüm ve bu sürecin ardından farklı dergilerde yazılarım yayınladı. Şimdi Milliyet Sanat, SanatAtak dergilerinde düzenli yazmaktayım ve Mayıs'ta İkinci Adam Yayınları’ndan çıkacak Küflü Virgül isimli ilk öykü kitabımı beklemekteyim.

Lezzetli ve eşsiz tatlarla dolu bir deneyim: Macroonline’da keşif dolu bir yolculuk

Şüphesiz ki söz konusu sofralarımız olduğunda hepimiz ‘en iyisi’nin peşindeyiz. Market alışverişlerimizi yaparken de gözümüz, elimiz hep en iyisinde, en kalitelisinde. Her şeyin en iyisini aldığımızdan emin olmak istiyoruz. Ancak, böylesi bir çabanın çok fazla zaman ve enerji gerektirdiği de aşikar. Hele ki büyük şehirlerde yaşıyorsak, iş çıkış saatinde markette olmak; kalabalıklar, trafik, koşturmaca gibi dertleri de beraberinde getirebiliyor. E peki bunca yorgunluk ve zamansızlığın içerisinde mesai bitimine dakikalar kalmışken her gün zihnimizde dönen o ‘Akşam ne pişirsem’ sorularına nasıl yanıt bulacağız? Hele bir de evde hazırlamak istediğimiz tarifin malzemeleri yoksa.



Güzel haber; artık bu soru da zihnimizi kurcalamayacak, yorgun argın market sırasında beklemek zorunda da kalmayacağız. Macroonline ile yorucu market gezileri, ev konforunda keşifler yapabileceğimiz bir fırsata dönüşüyor.

Macrocenter ayrıcalıkları aynı hizmet anlayışıyla Macroonline’da

Macrocenter’ı tercih edenler bilir; Macrocenter’da alışveriş yapmak, eşsiz bir deneyimdir. Ürün çeşitliliği, yeni keşifler, taptaze lezzetler, baş döndüren kokular ve başka yerde olmayan ürünler… Macroonline da tüm bu deneyimi, bizlere online olarak sunuyor. Aynı uzmanlık, aynı lezzet ve aynı hizmet anlayışıyla tüm Macrocenter ayrıcalıkları, artık Macroonline’da. Kısacası, hayatı güzelleştirecek her şey Macroonline’da. Peki siz neredesiniz; yoksa hala kasa sırasında mı? 🙂 Gelin, Macroonline’Macroonline’Macroonline’da neler neler var biraz daha yakından bakalım… (Ne yok ki! demek serbest.)

Ev konforunda kaliteli bir alışveriş deneyimi

Hangimiz istemeyiz ki raflardaki en taze meyve-sebzeler yer alsın mutfak tezgahımızda, kendi ellerimizle seçtiğimiz.. Ama zamanımız ve enerjimiz yoksa ne yapacağız? Merak etmeyin, en iyilerden vazgeçmek zorunda değiliz. Macroonline, her şeyin en iyisini bizim için seçip evimize kadar getiriyor. İhtiyacımız olan her şey, sanki raflardan kendimiz seçiyormuşuz gibi aynı titizlik ve özenle seçilip bize ulaştırılıyor. Ev konforunda kusursuz ve kaliteli bir alışverişi deneyimi, Macroonline ile artık kapımıza geliyor.

Benzersiz tatlar, otantik lezzetler, yeni keşifler



Macroonline’da dilediğimiz ülkenin lezzetlerini bulmak mümkün. Bugün İtalyan, yarın Fransız Mutfağı, haftaya ise Japon, ne dersiniz? Macroonline dünyasında alışveriş yapmak, adeta geniş bir coğrafyada gezintiye çıkmak gibi. Uzak Doğu’nun egzotik sosları, ithal çikolatalar, artizan ürün çeşitliliği, her yerde bulunmayan lezzetli atıştırmalıklar, profesyonellere özgü ürün seçkileri, taptaze deniz ürünleri ve çok daha fazlası… Hepsi, premium hizmet kalitesi, zengin ürün çeşitliliği ve kolay erişim imkanıyla Macroonline’da. Tek yapmamız gereken bir tıkla sepete eklemek.

Şeflerin özgün tarifleriyle hazırlanan Homemade lezzetler

Dünya mutfağının yanı sıra Türkiye’nin özgün tatlarını da sunan Macroconline’da Homemade lezzetler de var. Şeflerin özgün tarifleriyle hazırlanan Homemade lezzetler, Macroonline’ın beklentileri aşan hizmet kalitesini evlerimize taşıyor. Hep ne pişireceğimizi düşünecek değiliz ya bazen de ne yiyeceğimizi düşünelim, öyle değil mi… Sağlıklı, lezzetli ve zahmetsiz alternatifler arayanların en gözde seçimleri, Macroonline Homemade kategorisinde.

Keyifli, pratik ve konforlu bir alışveriş deneyiminin yanı sıra keşiflerle dolu bir yolculuğa da hazırsak; istikamet: Macroonline. Üstelik, Macroonline’dan verdiğimiz siparişler 45 dakikada teslimat seçeneğiyle ve +4 dereceli araçlarla soğuk zincir kırılmadan dilediğimiz saatte bize ulaşıyor. Macrocenter’ın ayrıcalıklı dünyasını ev konforunda keşfetmek ve Macroonline’da ilk alışverişlerinize özel indirimden de faydalanmak için siz de hemen tıklayın.

*Bu yazı Macrocenter katkılarıyla hazırlanmıştır.



Sıra dışı bir gelecek: Otomobil dünyasında bizi neler bekliyor?

Teknolojinin, yapay zekanın ve çevre bilincinin hızla geliştiği günümüzde otomotiv dünyası da bu gelişmelerden geri kalmıyor ve inovasyonlarla ve merakla dolu bir sektöre dönüşüyor. Son yıllarda elektrikli araçlar, otonom sürüş özellikleri, akıllı yol çözümleri gibi konularla pek çok gelişime imza atan otomobil dünyasında gelecekte bizi daha nelerin beklediği büyük bir merak konusu. Hepsi çok heyecan verici olsa da en çok merak edilen sorulardan ve benim de heyecanla beklediğim gelişmelerden biri; uçan arabaların hayatımıza girip girmeyeceği 🙂 Uçan arabalar yakın zamanda hayatımıza dahil olur mu bunu bilmiyorum ama otomotiv endüstrisinin geleceği hakkında kendi perspektifimden ele alacağım pek çok konu var. Gelin, benim de bir parçası olduğum bu sıra dışı gelecekte bizi neler bekliyor olabilir birlikte bakalım.



Elektrikli otomobillerin hızlı yükselişi

Geçtiğimiz yıllarda pek çok otomobil markası, yakın gelecekte elektrikli araç üretimine ağırlık vereceğini açıklamıştı, hatta dünya çapında tamamen elektrikli araç üretimine geçmeyi planladığını belirten markalar da var. Elektrikli araçların hayatımıza dahil olması çok yeni bir gelişme olmasa da yaygınlaşması ve popülerliğinin artması son zamanlarda daha bir artış gösterdi. Gelecekte de elektrikli araçların üretiminin ve kullanıcısının artması sektörünün en beklenen gelişmeleri arasında.

Bildiğiniz gibi ben de elektrikli otomobil tutkunlarından biriyim ve sık sık sizlerle Instagram hesabımdan %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E ile olan maceralarımı paylaşıyorum 🙂 Konumuza dönecek olursak; fosil yakıt tüketimini azaltmak ve karbon emisyonlarını düşürmek için ülkelerin elektrikli araç kullanımına yönelik teşviklerini artırması da beklenenler arasında. Ayrıca, batarya teknolojisinde yeni ilerlemeler, elektrikli araçların menzillerinin artırılması, şarj altyapılarının geliştirilmesi de yine yakın gelecekte bizimle olacağa benziyor.

Sürdürülebilir ve çevre dostu çözümler

Elektrikli araçların yükselişi, otomobil dünyasının geleceğinde beklenen tek çevreci haber değil. Doğa dostu yaklaşımlar ve sürdürülebilir çözümlerle dolu yenilikler de ufukta. Pek çok sektörün son yıllarda önemli bir gündem maddesi haline gelmiş olan çevre bilinci, otomotiv dünyası için de önemli bir konu. Geri dönüştürülmüş malzemelerden üretilen iç dizayn ekipmanları, doğa dostu kumaşların kullanımı, üretim aşamasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, daha az karbon salımı yapan motor teknolojileri ve daha nice gelişme, otomotiv dünyasının beklenenleri arasında.

Sektörde yeşil devrim adını verebileceğimiz daha pek çok gelişmenin damga vurması da olası. Araçların iç tasarımdan üretim süreçlerine kadar geniş bir yelpazede sürdürülebilir çözümler, otomobillerin gelecekteki dünyasını ve tabii ki dünyamızı taçlandıracak gibi. Bir çevreci olarak hızla yaygınlaşmasını görmek istediğim gelişmelerden birisi kesinlikle sürdürülebilir çözümler.

Otonom sürüş özelliklerinde ilerlemeler

Ve tabii ki otonom sürüş özelliklerinden bahsetmemek olmaz. Beni belki de en çok heyecanlandıran konulardan bir diğeri. Hani şu sürücüsüz giden otomobiller var ya, işte tam da onlardan bahsediyorum. Yakın bir gelecekte belki de araçların şoför koltukları hep boş kalacak. Olamaz mı? Bu, çok gerçekçi bir senaryo olmasa da şu an için benzer senaryolarla sık sık karşılaşacağız gibi. Çünkü pek çok dünya devi otomobil ve teknoloji firması, otonom araçlar alanında büyük yatırımlar yapıyor. Ancak, tam otonomiye ulaşmak için biraz daha geleceği beklemek gerekecek. Çünkü birtakım zorlukları aşabilmek için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bekleniyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki yoğun ve karışık trafik senaryoları, yasal düzenlemeler, kişisel hakların korunması, uygun yol ve altyapı çalışmalarının tamamlanması gibi pek çok faktör var. Yine de bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve otonom sürüşün farklı seviyelerinin piyasaya sürülmüş olması, otonom sürüş teknolojilerinin potansiyelini gösteriyor. Gelecekte tam otonom seviyeye de erişilmesi mümkün.



Otonom özelliklerin yanı sıra farklı sürüş modları da ufukta. Hatta, ben şimdiden %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E  ile bu modları deneme fırsatına sahibim 🙂 Mustang Mach-E, sürüş deneyimini kişisel isteklere göre uyarlıyor; Aktive, Whisper ve Untamed modları sayesinde motor seslerini, ortam aydınlatmasını ve hatta aracın tepki verme hızını kişiselleştirmek mümkün. 

Akıllı şehirlerin kurulması

Otonom sürüş özellikleri, farklı sürüş modları, otomobil ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, yalnızca bireysel kullanımla sınırlı kalmayacak muhtemelen. Ve önemli bir toplumsal gündem haline de gelecek. Bu da akıllı şehirler gibi bir konseptin hayatımıza girmesi anlamını taşıyabilir. Şehirlerin, otomobillerin geleceği ile ne ilgisi var ki diye düşünmeye başlamadan hemen araya gireyim. Eğer başta otonom sürüş özellikleri olmak üzere otomobiller kendi başlarına -bir sürücünün aracı sürmesine ihtiyaç kalmaksızın- yolda gidebilecekse, bu şehirlerin de birtakım düzenlemelerden geçmesi anlamını taşıyor. Yollardaki alt yapı çalışmalarının bu doğrultuda düzenlenmesi, akıllı şarj istasyonlarının kurulması ve otonom araçların kendi kendini şarja takabilmesi için uygun çevresel yapılanmaların tamamlanması gibi pek çok gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Belki de gelecekte şehirlere akıllı taksi durakları kurulacak ve birtakım mobil uygulamalar üzerinden bağlantıya geçilebilecek.

Sosyal dünya ile bağlantı sağlayan araç özelliklerinin geliştirilmesi

Bir düşünelim; otomobiliniz size en yakın kafeyi önerse ya da zevkinize uygun bir restoranda sizin için rezervasyon yaptırsa, nasıl olur? Ya da arkadaşlarınızla buluşma ayarlasa, arabaya bindiğinizde en sevdiğiniz dizinin kaldığınız bölümünü başlatsa? Siz keyifle buluşmalarınıza hazırlanırken veya dizinizi izleyip, müziğinizi dinlerken sizi istediğiniz yere götürse? Yani adeta bir eğlence merkezine dönüşse? Tüm bunlar, yakın gelecekte hayallerimizi süslemenin ötesine geçebilir. Bağlantılı araçlar, yani kendi internet erişimi olan ve verileri başka cihazlarla da paylaşabilen araçlar, otomobil dünyasının belki de gelecekte en çok parlayan yıldızı olabilir. Yalnızca yolculuk vadetmenin ötesinde bağlantılı araçlar, adeta kişisel mobil cihazlarımıza dönüşebilir.

Çoğu macerama tanıklık ettiğiniz Ford Mustang Mach-E de adeta benim eğlence merkezim. Araç içi iletişim ve eğlence sistemi olan Ford SYNC 4A ile konuşma, ses tanıma, kablosuz akıllı telefon entegrasyonu, sezgisel 15,5″ dokunmatik ekran ve çok daha fazlasını deneyimleyebiliyorum. Halihazırda gelişmiş teknolojinin keyfini sürebiliyor olsam da gelecekte bağlantılı araçlar bizi daha pek çok özelliği ile şaşırtacak diyebilirim.

Kısacası, otomobil dünyasının sıra dışı geleceğinde bizi bekleyen yepyeni heyecanlar var. Uçan arabalar yalnızca filmlerin unutulmaz bir parçası olarak mı hafızalarımızda kalır yoksa gerçekten de hayatımıza dahil olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da otomobil dünyasının hiç olmadığı kadar yenilik dolu olduğu. Kim bilir belki bir gün gökyüzünde bulutların arasında sıkışıp kaldığım bir trafikteyken size yazarım 🙂 Daha fazlası için yazılarımı ve Instagram hesabımı takip etmeyi unutmayın.

İlginizi çekebilir: Virtual Influencer’lar: Kim bu sıra dışı influencer’lar? Takip etmeniz gerekenler?



İlgili Makale