X

Bizi büyüten insanlarla kurduğumuz bağlar ve yeme bozuklukları arasında nasıl bir ilişki var?

Bu köşede yayımlanan hemen her yazıda, yeme bozukluklarının yemek ya da yememek arasında bir tercih yapmaktan çok daha fazlası olduğuna, bu rahatsızlıkların altında ciddi psikolojik ve toplumsal faktörlerin rol oynadığına dair ifadelerle karşılaştınız. Travmalardan, bedenimiz ile duygularımız arasında kopan köprülerden, mükemmeliyetçilikten ya da hepimizi sağlıksız yeme alışkanlıklarına sevk eden ve yiyecekleri sadece yiyecek olmaktan çıkarıp korkulması ya da utanılması gereken nesnelere dönüştüren dayatmacı zihniyetlerden bahsettik.

Gerek güzellik ve diyet “tüccarlarının”, gerek özensiz içerikler paylaşan mecraların toplumun hemen her kesiminden insanın zihnini nasıl bulandırdığını ve hepimizi aslında doğuştan sahip olmadığımız bedenlere kavuşturma sözüyle nasıl bir kısır döngüye soktuğunu anlattık. Bugün de yeme bozukluklarının psikolojik nedenleri arasında görülen bebeklikte ilk ilişki-bağlanma türlerinden konuşalım istedim.

Çeşitli kaynaklardan yararlanarak hazırladığım bu yazıda çoğunlukla klinik psikolog Traci Bank Cohen’in bu konu hakkında klinik çalışmaları ve düşüncelerini ele alacağız. Cohen’in çalışmalarından sonra vardığı sonuç şu oluyor: Bebeklikte bize bakan ilk kişi ya da kişilerle bağlar kuruyoruz ve bu bağların güvenli ya da güvensiz türde olması kendimizle ve hayatımızdaki diğer insanlarla aramızdaki ilişkilerin niteliğini belirliyor. Cohen, kadın hastalarının pek çoğunda bağlanma sorunlarının kendisini bozuk yeme alışkanlıkları ya da yeme bozuklukları şeklinde gösterdiğini fark etmiş. Diğer bir ifadeyle, bozuk yeme davranışına daha derinde yatan, genellikle içgüdüsel bir duygu yoksunluğunu gidermenin yolu olarak başvuruyoruz.

Bağlanma/ilişki türleri ile yeme bozuklukları arasındaki bağlantıyı nasıl görmemiz gerektiği ve bu kapsamda farklı bağlanma türlerinin neler olduğu sorusuna Cohen kısaca şöyle cevap veriyor: Modern dünyada eskisine göre bireysellik daha çok öne çıksa da toplumsal varlıklarız ve hayatta kalmak için başkalarıyla ilişkiler kurarız. Klinik terapilerde bağlanma meselesi bir kişinin kendisini, çevresini ve dünyayı nasıl gördüğü, nasıl ilişkiler geliştirdiği üzerinden ele alınır. Bakımımızı üstlenen ilk kişilere “bağlanırız” ve bu kişilerin ihtiyaçlarımıza nasıl cevap verdiği bizim de dünyayla ve yaşamakla nasıl baş ettiğimizi belirler.

Kısacası, bebeklikte kurduğumuz ilk ilişkileri içselleştirdiğimiz için bu ilişkilerin türü kendimizle olan bağlarımızın ne kadar kuvvetli ve sağlıklı olacağı üzerinde belirleyici bir rol oynar. Bağlanma türleri bir yaşımızda gelişmeye başlar ve dört yaşında daha belirgin bir biçim alır.

Bağlanma türlerine baktığımızda güvenli ve güvensiz olmak üzere iki farklı şekilde ilişkiler geliştirdiğimizi görüyoruz. Güvensiz bağlanma; kaygılı/endişeli, kaçıngan ve karışık/dağınık bağlanma türleriyle biraz daha karmaşık bir niteliğe sahip.

Güvenli bağlanmada bebeklikte bakımınızı üstlenen kişi sizinle yakından ilgilenir ve ihtiyaçlarınızın çoğuna içten, istikrarlı ve güven duygusunu aşılayacak şekilde yanıt verir. Yiyeceğe, rahatlatılmaya veya uyumaya ihtiyaç duyduğunuzda size bakan kişi –ki bu ebeveynliğinizi üstlenen kişi ve çoğunlukla annenizdir– utanmanıza ya da korkmanıza neden olmadan sizinle ilgilenir. Anneniz dışarı çıkacağını ama kısa süre içinde geri gelmiş olacağını söylediğinde geri gelmiştir. Bu türden güvenli bağlar geliştirerek büyüdüğünüzde diğer insanlarla da sağlıklı ilişkiler kurar ve onların size ihtimam göstermesinden kaçınmazsınız. Kendinize güvenirsiniz çünkü size bakan ilk kişi ya da kişiler bu halinizle değerli ve yeterli olduğunuz hissini size aşılamıştır, dolayısıyla kendinizi yetersiz, başkalarının sırtında bir yük olarak görmez, bu dünyada “fazla” olduğunuzu düşünmezsiniz.

Öte yandan güvensiz bağlanma türlerinde istikrar ve duygusal yakınlık bulamayız. Kaygılı/endişeli olarak tanımladığımız bağlanmada bebek genellikle kendisiyle ilgili kaygıları olan bir ebeveynle aynı yaşam alanını paylaşır ve ihtiyaçlarının zamanında ve gerektiği gibi karşılanıp karşılanmayacağından emin olmadan büyür. Bebeğin bakımını üstlenen kişi kendisiyle ilgili endişe duymadığında bebeğin yanında olacaktır ama “mükemmel” bir anne olamadığı için kendini suçladığından bebeğin yanında olduğu zamanlarda fazla müdahaleci ya da evhamlı davranabilir ki bu davranış şekli de bebek üzerinde boğucu bir etki bırakır. Sonuç olarak, bebek ona bakan kişiye yanında olduğu zamanlarda bağlanır fakat hep kendisini bırakıp gitme ihtimalinin de olduğu korkusuyla büyür. Bebeklikten çocukluğa geçişte “annem gitti, demek ki yanlış bir şey yaptım” düşüncesi zihninde yer etmeye başlar. Yetişkinlikte yakın ilişkiler kurmak ister ama terk edileceğinden ya da bu ilişkileri sürdüremeyeceğinden korkar.

Kaçıngan bağlanmada, bebek, ihtiyaç duyduğunda ona bakan kişinin yanında olmadığı hissiyle büyür. Endişeli bağlanmanın aksine bu bağlanma türünde ebeveyn bebeğin yanında olamadığı zamanlar için kendini suçlamaz; fiziksel ihtiyaçlar karşılanır fakat ebeveyn-çocuk arasında güvenli ve duygusal bir bağ gelişmez. Mesafeli davranan, bebeği kendisine yaklaştırmayan bir ebeveynle kurulan ilişkide kişi ihtiyaçlarının karşılanmayacağını ve sonradan hayal kırıklığı yaşamamak için başkalarıyla yakın ilişkiler kurmaması gerektiği fikriyle yetişir. Kısacası kendisini dünyadan uzak tutar ve bu tam anlamıyla bir savunma mekanizması gibi işler.

Kişi, duygularını deneyimlemekten kaçındığı ölçüde çevresindeki insanları uzağında tutabilir; hissetmeyi ve başkalarına ihtiyaç duyduğu gerçeğini yadsıyarak yaşamını olabildiğince dikkat çekmeden, diğer bir deyişle görünmez olarak devam ettirebileceğini düşünür.

Dağınık/karışık bağlanmada genellikle kaotik bir sistemin etkisi altında kalındığını, bir travmanın söz konusu olduğunu gözlemliyoruz. Travma, bebeklik/çocukluk döneminde kişinin kendi başından geçmiş olabilir fakat bakımını üstlenen ilk kişinin yaşadığı ve bir sonraki kuşağa taşıdığı travmalar olduğunu da bilmeliyiz. Bu bağlanma türünde, ebeveynler bebeğin ihtiyaçlarını karşılarken yeterince güven vermez, hatta korku hissinin yaşanmasına neden olurlar. Dolayısıyla, bebek ilk bakıcısına güvenip güvenemeyeceği konusunda kararsızlık yaşar ve ondan kendini sakınması gerektiği fikri oluşabilir. Dağınık/karışık bağlanan çoğu kadın sevgi ve suistimal edilme arasında kafa karışıklığı yaşamakta, değersiz olduğu hissinden ve sürekli diken üstünde yaşamaktan dolayı ilişkilerini sürdürmekte ciddi biçimde zorlanmaktadır.

Cohen, bağlanma türlerinin özelliklerini, geliştiği ortamı ve bunların bebeğin çocukluk ve yetişkinlik dönemlerindeki etkilerini analiz ettikten sonra yeme bozuklarıyla olan ilgisini bilhassa kendi danışanları üzerinden gözlemleme yolunu tercih etmiş.

Goop’la yaptığı söyleşide özellikle tıkanırcasına yeme bozukluğu ve kısıtlayıcı türdeki anoreksiya nervozayla mücadele eden kadınların bağlanma geçmişleri üzerinde duruyor.

Tıkanırcasına yeme epizotları yaşayan kadınların kendilerine bakan ilk kişi ya da kişilere çoğunlukla endişeli/kaygılı bağlandığı sonucuna varıyor. Bu bağlanma türünün etkisiyle kendilerini yetersiz ve değersiz görmeye koşullanmış kadınlar terk edilmekten o kadar korkuyorlar ki kendilerini bomboş kalmış hissediyorlar. Yeniden bütün olmak için yiyeceklere başvuruyorlar. Cohen, bu bozukluğu yaşayan hastaların gözünde yiyeceklerin her zaman yanınızda bulabileceğiniz eski bir dosttan farksız olduğunu belirtiyor: Onunla buluştuğunuzda, içinizdeki boşluk doluyor; hatta kendinizi rahatsızlık verecek kadar “doymuş” hissettiğinizde artık hayatınızdaki diğer olumsuzluklara ve farklı hislere yer kalmıyor. Tıkanırcasına yeme epizotlarından sonra kişi her ne kadar yaptığından utanç duyup kendini suçlasa da bir süre sonra içindeki boşlukla baş edemeyerek yeniden aynı tahrip edici davranışa yöneliyor.

Cohen, kaçıngan bağlanma ile kısıtlayıcı tipteki anoreksiya nervoza arasında göz ardı edilemeyecek bir ilişki olduğunu ifade ediyor. Kendisine danışan kadınlar arasında genellikle mükemmeliyetçi karaktere sahip olanların duyguları derinlemesine yaşamaktan kaçmak için kendilerini yiyeceklerden mahrum bıraktıklarını gözlemliyor. Bu kadınlar, üzerlerine yapışan “her şeyde iyidir ve ona gözümüz kapalı güvenebiliriz” imajını kaybetmemek ya da etrafındaki insanların beklentilerini boşa çıkarmamak zorunda hissediyorlar. Kendilerinin neredeyse hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi yanlış bir algıya kapıldıklarından yiyecekler de dâhil olmak üzere kendilerini birçok şeyden mahrum bırakmaya yöneliyorlar. Herkesten ve her şeyden kaçabilecekleri düşüncesi bu kadınların en büyük yanılgılarından biri oluyor ve bu durum kısıtlayıcı tipteki anoreksiya nervoza da dâhil çeşitli ruhsal rahatsızlıklar ortaya çıkarıyor. Beni besleyen ve büyüten her şeyle bağımı kesmeliyim: Yiyecekler, ilişkiler, ihtiyaçlar, hisler, istekler ve hayaller.

Cohen kendisine yöneltilen “Bağlanma türünü değiştirebilir miyiz?” sorusuna temkinli yaklaşsa da bunun tamamen imkânsız olmadığını vurguluyor.

Kazanılmış/öğrenilmiş güvenli bağlanma şeklinde tanımladığı bağlanma türünde, hayatlarının ilk döneminde güvensiz bağlanan kişilerin çeşitli yöntemlerle daha güvenli bağlanmalar deneyimleyebileceğine inanıyor. Bastırılmış hislerin ne kadar ağır ve acı verici olsa da hissedilmesine izin verildiğinde, kişi, önce kendisiyle, ardından etrafındaki insanlarla ve dünyayla daha sağlıklı ilişkiler kurabiliyor. Kısacası iyileşmenin yolu bağlar kurmaktan geçiyor. Cohen, bu noktada kişinin güvenilir bir liman olarak görebileceği, hislerini koşulsuz ve saklamadan anlatabileceği bir terapistle yola çıkmasını öneriyor.

Yeme bozukluklarını yenmek için öncelikle bunların bir savunma mekanizması gibi çalıştığını ve kişinin belki de yıllarca bu mekanizmaya güvenerek hayatta kaldığı gerçeğini fark etmemiz lazım. Aslında zararımıza işleyen bu sistem, saf dışı bırakılması gereken bir alışkanlık olarak da görülebilir. Kişi duygularından kaçmayı bıraktığında ve böylece dünyada kendine daha geniş bir alan yarattığında yiyeceklerin ve bozuk yeme düzeninin dayattığı kısır döngüden kurtulabilir. Kısacası, duyguları hiçe saymak yerine onlara kulak vermek ve oldukları gibi kabullenmek gerekiyor. Duyguların kabullenmesi ve yeri geldiğinde bu duygular yüzünden acı çektiğini bilmesi, kişinin avuntu olarak başka bir şeye, yani yiyeceklere yönelmesini engelliyor; içinde bulunduğu duygusal boşluğun kendine fiziksel acı çektirerek geçmeyeceğini fark etmesini sağlıyor.

Cohen son olarak yeme bozukluğu yaşayan kişilerin içgüdüsel beslenmeyle duyguları ve bedenleri arasında yeniden bağ kurabileceğini, bu sayede bedenlerini ihtiyaç duyduğu ölçüde ve zamanda beslemeyi öğreneceklerini belirtiyor. (Öte yandan, yeme bozukluğu yaşayan ve halen tedavi sürecinde olan kişilerin içgüdüsel beslenmeye temkinli yaklaşması gerektiğini de söyleyebiliriz. Bu konuda daha önce yayımlanan “yeme bozukluklarından iyileşirken içgüdüsel beslenmek mümkün mü?”“ yazımı okumanızı öneriyorum.)

Yazımıza bir klinik psikolog olan Michelle Cantrell’ın dikkat çektiği başka bir noktayı paylaşarak son verelim. Cantrell, bağlanma türlerinin fizyolojik ve psikolojik etkileri üzerine araştırmalar yapmış olan Dan Siegel’in görüşlerini çalışmalarına başlangıç noktası olarak belirlemiş. Buna göre; çocuklara GÖRÜLÜYORSUNUZ, GERGİN DEĞİLSİNİZ ve GÜVENDESİNİZ mesajı verildiğinde çocuklar da ebeveynleri dolayısıyla kendileriyle güvenli bağlar kurabiliyor. Cantrell, danışanlarında bu bakış açısında belirtilen noktalarda eksiklikler olduğunu, dahası bu eksikliklerin “ben, ben olduğumda güvende değilim” şeklinde içselleştirildiğini keşfetmiş. Diğer bir ifadeyle, bu kişiler ancak kendilerinden olması beklenen biçimde davrandığında ilişkilerini sürdürebileceği hissini benimseyerek yetişmişler.

Michelle Cantrell, danışanlarına yaşadıkları travma ve bağlanma sorunlarına göre farklı tedaviler uygulasa da bu sorunların öncelikle bağlar kurarak iyileştirilebileceğini vurguluyor. Tıpkı Cohen gibi. Burada, sadece başkalarıyla olan değil, kendimizle olan bağımız söz konusu. Yargılamadan ve kendimizi suçlamadan düşüncelerimizin, duygu ve hislerimizin farkına varmak önemli. Kendimize özen göstermenin, vakit ayırmanın ve öz şefkatin asla bencilce davranışlar olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. İncinmek de, yara almak da yaşanması gereken şeyler ve hiçbiri geri dönüşsüz değil. Bağ kurmanın bağımlı olmak anlamına gelmediğini ve hayır diyebilmenin özünde kötü olmadığını, bu sayede sağlıklı ilişkiler kurulabildiğini öğrenmemiz gerekiyor.

Yazıda başvurulan kaynaklar:
-Traci Bank Cohen’ın Goop’la yaptığı söyleşi: https://goop.com/wellness/health/do-childhood-attachment-patterns-inform-our-relationship-with-food/
-Michelle Cantrell’in yazısı: https://www.edcatalogue.com/hidden-trauma-eating-disorders/
-Bağlanma türleri hakkında: http://cocuklaringelisimi.com/2014/01/11/baglanma-turler/
Okuma önerisi:
-Ebeveynlerimizle İlişkilerimizin Niteliği: Bağımlı Olmadan Bağlar Kurmak ve Helikopter Ebeveyn Kavramı
-Anoreksiya Nervozanın Aile, Mükemmeliyetçilik ve Öz-Güvenle İlişkisi

İlginizi çekebilir: Çocuğunuz yeme bozukluğu yaşıyor olabilir mi: Ona nasıl yardımcı olabilirsiniz?

Burcu Uluçay: Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar çeşitli alanlarda çevirmenlik yaptım. “Şirket-bazlı” çevirmenliğin pek bana göre olmadığını anlayınca daha “naif” bir yönü olan yayıncılık dünyasına yöneldim. Fakat The University of Westminster’da Cultural and Critical Studies (Kültürel Çalışmalar) yüksek lisans programını burslu okuma şansı kapımı çalınca –pırrr– Londra’ya uçtum. 2014’te elimde afili diplomamla yurda döndüm. Ama yalnız değildim: Ben ve anoreksiya nervoza birlikte gelmiştik! Londra’ya gitmeden de ufak ufak “yoldayım” dese de pek aldırış etmediğim bu yeme bozukluğu artık sağlığım başta olmak üzere tüm hayatımı etkiliyordu ve kendisini yenmek için halen mücadele veriyorum. Bir taraftan asıl mesleğimi yani çevirmenlik ve editörlük çalışmalarımı sürdürsem de altı aydan uzun bir zamandır tam zamanlı işim buymuş gibi anoreksiya nervozadan iyileşmeye çalışıyorum. Yeme bozukluklarının nedenlerini, tedavi yollarını, iyileşen hastaların öykülerini ve güncel araştırmaları didik didik edip okumaya başladığımda tüm isteğim kendimi bu azaptan kurtarmaktı. Fakat zamanla yeme bozuklukları hakkında Türkçe yazılmış kaynakların İngilizcedekilere göre yetersiz kaldığını gördüm. Üzücü değil mi sizce de? Hele de yeme bozuklukları dünyanın hemen her yerinde bütün yaş grupları için gittikçe tehlikeli bir hal alırken. Tabii bir de yeme bozukluğu yaşayan kişilerin ailelerini, yakınlarını, arkadaşlarını düşünmek lazım. Sevdiklerine yardımcı olmak için daha güvenilir ve güncel içeriklere ulaşsalar ne güzel olur! Böylece önce kendi ailem ve yakınlarım için okuduklarıma dayanarak çeviriler ve derlemeler yapmaya başladım. TEDTalks’ta yeme bozuklukları, kaygı bozukluğu, yoga ve meditasyon gibi konularda ilham verici konuşmalar olduğunu biliyordum çünkü hemen hepsini izlemiş/dinlemiştim. Aralarında Türkçe altyazı çevirisi olmayanlar vardı. TEDTalks’un gönüllü çevirmenler projesine dâhil olup çeviriler yaptım. Sonra blog açma fikri geldi. Blogumda hem yabancı kaynaklardan edindiğim bilgileri hem de kendi deneyimlerimden yola çıkarak yazdığım içerikleri paylaşmaya başladım. Yazdıkça yazdıkça anladım ki paylaşmak ihtiyacım varmış. İtiraf etmek. Yeme bozukluklarının ciddi bir zihinsel rahatsızlık olduğunu, dahası bunu bizim “seçmediğimizi” bilin demek. Böyle böyle Uplifers’la yollarımız keşişti. Yeme bozuklukları hakkında yerleşmiş yanlış düşünceleri değiştirmek için buradaki birlikteliğimizden aldığımız güç önemli bir adım olsun. Yeme bozukluklarının zihnimize işkence eden kötücül sesine birlikte “dur” diyebileceğimize inanıyorum! Bana buradan ulaşabilirsiniz: burcu.ulucay@yahoo.com Bloguma göz atmak isterseniz: https://sahteseslereelveda.wordpress.com/

Hayatın küçük tatlı sürprizlerini L’Occitane Almond Shower Oil ile yakalayın

Hayat, beklenmeyen güzelliklerle dolu bir dans gibi; eğer görmeyi, fark etmeyi bilirsek hayatın şaşırtıcı güzellikteki tatlı anlarını sık sık yakalayabiliriz. Bazen uzun zamandır görmediğimiz bir arkadaşımızla yolda karşılaştığımız, bazense tatlı bir yağmurun ardından çıkan gökkuşağını gördüğümüz o ‘an’da gizli olabilir mutluluk. Bu, beklenmedik ama her zaman iyi hissetmemizi sağlayan hoş sürprizler, hayatın şaşırtıcı güzellikteki anlarından yalnızca birkaçı olsa da tüm gün yüzümüzü güldürmeye yetebilir.



Yakalamak için istekli olursak hayatın monoton akışına biraz olsun ara vermemizi sağlayan ve yaşamın ne kadar büyüleyici olduğunu hatırlatan pek çok tatlı sürpriz bulabiliriz. Tıpkı L’Occitane Almond Shower Oil’in su ile buluştuğunda yağ kıvamından köpüğe dönüşen sürprizli formu gibi.

Sürprizlerle dolu keyif veren bir deneyim

Mutluluk veren, keyif dolu ve sürprizli anlar dediğimizde şüphesiz ki kendimize ayırdığımız zamanların önemi ve yeri çok büyük. Çünkü, günlük hayatın koşturması içerisinde kendimizi şımartabildiğimiz, bedenimizin ve zihnimizin ihtiyaçlarını karşılayabildiğimiz bu özel anlar, monotonluğun içinden bize göz kırpan küçük sürprizler gibi. Özellikle de kişisel bakım ritüellerini taçlandıran L’Occitane Almond Shower Oil ile sürprizlerin hiç sonu yok. Bu özel duş bakım yağı, suyla buluştuğu anda değişen formu ile bize sıradan görünen anları bile özel kılan küçük sürprizler sunuyor.

Almond Shower Oil’in içeriğindeki badem yağı, su ile birleştiğinde anında yoğun keyif verici bir köpüğe dönüşüyor, bize de tatlı küçük sürprizlerle dolu dokunuşların cildimizde bıraktığı o yumuşacık etkinin keyfini sürmek kalıyor. Tabii, o tatlı ve küçük sürprizler Badem Duş Yağı’nın yalnızca köpüren özel formülünde saklı değil, kokusu da bambaşka bir heyecan.

Kokuların duyuları harekete geçiren büyülü dünyası

Bazen sizin de bir kokunun esintisiyle geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıktığınızı hissettiğiniz oluyor mu? Kabul edelim, hayatın içindeki tatlı sürprizli anlarda kokuların da etkisi oldukça büyük. Belki çocukluğunuzdan keyifli bir anı hatırlatan nostaljik bir koku, belki gençliğinizde kullandığınız eski bir parfümün rüzgarla karışmış hali, belki de taze biçilmiş çimlerin havada dağılan dansı… Kokular da sürprizli anların başrol oyuncusu olabiliyor.



Tıpkı, Almond Shower Oil’in tatlı bademin mis kokusunu cildimizde bırakması gibi. Üstelik vegan içeriği ile tüm cilt tiplerine de uygun olan bu bakım yağı, duyuları harekete geçiren büyülü bir dünyanın da kapısını aralıyor. Hayatın bitmeyen telaş ve karmaşasında her şeyden biraz da olsa uzaklaşıp, o büyülü dünyaları keşfetmek hepimizin ihtiyacı değil mi? Daha fark edilmeyi bekleyen onca tatlı sürpriz varken…

Şaşırtıcı üçlü etki

Köpüren özel formül, büyülü dünyalara açılan mis badem kokusu, tabii bir de şaşırtıcı üçlü etki. L’Occitane Almond Shower Oil ile hayatın sürprizlerle dolu anlarını yakalamak çok kolay. Özel vegan formülü, cildi hem temizliyor hem nemlendiriyor hem de onarıyor. Bu üç etkiyi bir arada bulabilmek de en tatlı sürprizlerden biri.

Badem Duş Yağı, özel köpük yapısı ile cildi temizliyor, içeriğindeki omega 6 ve 9 bakımından zengin tatlı badem yağı ve üzüm çekirdeği yağı ile ilk kullanımda nemlendirme etkisi sağlıyor ve cildi besleyerek ışıl ışıl bir görünüme kavuşturuyor.

Elbette, hayatta daha yakalanmayı bekleyen pek çok şaşırtıcı tatlı an var. Bazıları, bir anda karşımıza çıksa da bazen de bu anları biz yaratabiliriz. Bakım rutinlerimize L’Occitane Almond Shower Oil’i eklemek, tanımadığımız birine iltifat etmek ya da sevdiğimiz birine uzun zamandır istediği bir şeyi satın almak, hayatımızda o tatlı sürprizleri artırmaya ve yaşamın keyfini doyasıya çıkarmaya yardımcı olabilir.

Hiç vakit kaybetmeden birinden başlamak istiyorsanız hemen tıklayıp sürprizlerle dolu L’Occitane Almond Shower Oil dünyasını keşfedebilirsiniz.

Sıra dışı bir gelecek: Otomobil dünyasında bizi neler bekliyor?

Teknolojinin, yapay zekanın ve çevre bilincinin hızla geliştiği günümüzde otomotiv dünyası da bu gelişmelerden geri kalmıyor ve inovasyonlarla ve merakla dolu bir sektöre dönüşüyor. Son yıllarda elektrikli araçlar, otonom sürüş özellikleri, akıllı yol çözümleri gibi konularla pek çok gelişime imza atan otomobil dünyasında gelecekte bizi daha nelerin beklediği büyük bir merak konusu. Hepsi çok heyecan verici olsa da en çok merak edilen sorulardan ve benim de heyecanla beklediğim gelişmelerden biri; uçan arabaların hayatımıza girip girmeyeceği 🙂 Uçan arabalar yakın zamanda hayatımıza dahil olur mu bunu bilmiyorum ama otomotiv endüstrisinin geleceği hakkında kendi perspektifimden ele alacağım pek çok konu var. Gelin, benim de bir parçası olduğum bu sıra dışı gelecekte bizi neler bekliyor olabilir birlikte bakalım.



Elektrikli otomobillerin hızlı yükselişi

Geçtiğimiz yıllarda pek çok otomobil markası, yakın gelecekte elektrikli araç üretimine ağırlık vereceğini açıklamıştı, hatta dünya çapında tamamen elektrikli araç üretimine geçmeyi planladığını belirten markalar da var. Elektrikli araçların hayatımıza dahil olması çok yeni bir gelişme olmasa da yaygınlaşması ve popülerliğinin artması son zamanlarda daha bir artış gösterdi. Gelecekte de elektrikli araçların üretiminin ve kullanıcısının artması sektörünün en beklenen gelişmeleri arasında.

Bildiğiniz gibi ben de elektrikli otomobil tutkunlarından biriyim ve sık sık sizlerle Instagram hesabımdan %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E ile olan maceralarımı paylaşıyorum 🙂 Konumuza dönecek olursak; fosil yakıt tüketimini azaltmak ve karbon emisyonlarını düşürmek için ülkelerin elektrikli araç kullanımına yönelik teşviklerini artırması da beklenenler arasında. Ayrıca, batarya teknolojisinde yeni ilerlemeler, elektrikli araçların menzillerinin artırılması, şarj altyapılarının geliştirilmesi de yine yakın gelecekte bizimle olacağa benziyor.

Sürdürülebilir ve çevre dostu çözümler

Elektrikli araçların yükselişi, otomobil dünyasının geleceğinde beklenen tek çevreci haber değil. Doğa dostu yaklaşımlar ve sürdürülebilir çözümlerle dolu yenilikler de ufukta. Pek çok sektörün son yıllarda önemli bir gündem maddesi haline gelmiş olan çevre bilinci, otomotiv dünyası için de önemli bir konu. Geri dönüştürülmüş malzemelerden üretilen iç dizayn ekipmanları, doğa dostu kumaşların kullanımı, üretim aşamasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, daha az karbon salımı yapan motor teknolojileri ve daha nice gelişme, otomotiv dünyasının beklenenleri arasında.

Sektörde yeşil devrim adını verebileceğimiz daha pek çok gelişmenin damga vurması da olası. Araçların iç tasarımdan üretim süreçlerine kadar geniş bir yelpazede sürdürülebilir çözümler, otomobillerin gelecekteki dünyasını ve tabii ki dünyamızı taçlandıracak gibi. Bir çevreci olarak hızla yaygınlaşmasını görmek istediğim gelişmelerden birisi kesinlikle sürdürülebilir çözümler.

Otonom sürüş özelliklerinde ilerlemeler

Ve tabii ki otonom sürüş özelliklerinden bahsetmemek olmaz. Beni belki de en çok heyecanlandıran konulardan bir diğeri. Hani şu sürücüsüz giden otomobiller var ya, işte tam da onlardan bahsediyorum. Yakın bir gelecekte belki de araçların şoför koltukları hep boş kalacak. Olamaz mı? Bu, çok gerçekçi bir senaryo olmasa da şu an için benzer senaryolarla sık sık karşılaşacağız gibi. Çünkü pek çok dünya devi otomobil ve teknoloji firması, otonom araçlar alanında büyük yatırımlar yapıyor. Ancak, tam otonomiye ulaşmak için biraz daha geleceği beklemek gerekecek. Çünkü birtakım zorlukları aşabilmek için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bekleniyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki yoğun ve karışık trafik senaryoları, yasal düzenlemeler, kişisel hakların korunması, uygun yol ve altyapı çalışmalarının tamamlanması gibi pek çok faktör var. Yine de bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve otonom sürüşün farklı seviyelerinin piyasaya sürülmüş olması, otonom sürüş teknolojilerinin potansiyelini gösteriyor. Gelecekte tam otonom seviyeye de erişilmesi mümkün.



Otonom özelliklerin yanı sıra farklı sürüş modları da ufukta. Hatta, ben şimdiden %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E  ile bu modları deneme fırsatına sahibim 🙂 Mustang Mach-E, sürüş deneyimini kişisel isteklere göre uyarlıyor; Aktive, Whisper ve Untamed modları sayesinde motor seslerini, ortam aydınlatmasını ve hatta aracın tepki verme hızını kişiselleştirmek mümkün. 

Akıllı şehirlerin kurulması

Otonom sürüş özellikleri, farklı sürüş modları, otomobil ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, yalnızca bireysel kullanımla sınırlı kalmayacak muhtemelen. Ve önemli bir toplumsal gündem haline de gelecek. Bu da akıllı şehirler gibi bir konseptin hayatımıza girmesi anlamını taşıyabilir. Şehirlerin, otomobillerin geleceği ile ne ilgisi var ki diye düşünmeye başlamadan hemen araya gireyim. Eğer başta otonom sürüş özellikleri olmak üzere otomobiller kendi başlarına -bir sürücünün aracı sürmesine ihtiyaç kalmaksızın- yolda gidebilecekse, bu şehirlerin de birtakım düzenlemelerden geçmesi anlamını taşıyor. Yollardaki alt yapı çalışmalarının bu doğrultuda düzenlenmesi, akıllı şarj istasyonlarının kurulması ve otonom araçların kendi kendini şarja takabilmesi için uygun çevresel yapılanmaların tamamlanması gibi pek çok gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Belki de gelecekte şehirlere akıllı taksi durakları kurulacak ve birtakım mobil uygulamalar üzerinden bağlantıya geçilebilecek.

Sosyal dünya ile bağlantı sağlayan araç özelliklerinin geliştirilmesi

Bir düşünelim; otomobiliniz size en yakın kafeyi önerse ya da zevkinize uygun bir restoranda sizin için rezervasyon yaptırsa, nasıl olur? Ya da arkadaşlarınızla buluşma ayarlasa, arabaya bindiğinizde en sevdiğiniz dizinin kaldığınız bölümünü başlatsa? Siz keyifle buluşmalarınıza hazırlanırken veya dizinizi izleyip, müziğinizi dinlerken sizi istediğiniz yere götürse? Yani adeta bir eğlence merkezine dönüşse? Tüm bunlar, yakın gelecekte hayallerimizi süslemenin ötesine geçebilir. Bağlantılı araçlar, yani kendi internet erişimi olan ve verileri başka cihazlarla da paylaşabilen araçlar, otomobil dünyasının belki de gelecekte en çok parlayan yıldızı olabilir. Yalnızca yolculuk vadetmenin ötesinde bağlantılı araçlar, adeta kişisel mobil cihazlarımıza dönüşebilir.

Çoğu macerama tanıklık ettiğiniz Ford Mustang Mach-E de adeta benim eğlence merkezim. Araç içi iletişim ve eğlence sistemi olan Ford SYNC 4A ile konuşma, ses tanıma, kablosuz akıllı telefon entegrasyonu, sezgisel 15,5″ dokunmatik ekran ve çok daha fazlasını deneyimleyebiliyorum. Halihazırda gelişmiş teknolojinin keyfini sürebiliyor olsam da gelecekte bağlantılı araçlar bizi daha pek çok özelliği ile şaşırtacak diyebilirim.

Kısacası, otomobil dünyasının sıra dışı geleceğinde bizi bekleyen yepyeni heyecanlar var. Uçan arabalar yalnızca filmlerin unutulmaz bir parçası olarak mı hafızalarımızda kalır yoksa gerçekten de hayatımıza dahil olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da otomobil dünyasının hiç olmadığı kadar yenilik dolu olduğu. Kim bilir belki bir gün gökyüzünde bulutların arasında sıkışıp kaldığım bir trafikteyken size yazarım 🙂 Daha fazlası için yazılarımı ve Instagram hesabımı takip etmeyi unutmayın.

İlginizi çekebilir: Virtual Influencer’lar: Kim bu sıra dışı influencer’lar? Takip etmeniz gerekenler?

Sürdürülebilir çözümlerin izinde: VitrA’dan dünyanın ilk ve tek %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabosu

‘Biricik’ dünyamız günden güne artan çevreler baskılar ve azalan doğal kaynak sorunları ile karşı karşıya. İklim krizi, küresel ısınma, atık sorunları, hava kirliliği ve daha nice çevresel sıkıntı, hem dünyamızın hem de insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bu nedenle, sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarına sahip olmanın önemi her zamankinden kat ve kat daha fazla. Böylesi bir gerçekliğin farkında olan tüm endüstrilerde de yenilikçi ve çevre dostu ürünlerin geliştirilmesi oldukça büyük bir öneme sahip. Bu bağlamda VitrA, büyük bir adım atarak çevreye saygısını ve döngüsel ekonomiye olan katkısını gözler önüne seriyor.



VitrA’dan bir ilk; %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo

Çevresel ayak izlerini azaltma yolunda önemli adımlar atan VitrA, sektörün değişim öncülerinden biri olarak bizi yeni çevre dostu lavabosu ile tanıştırıyor. Dünyanın ilk ve tek %100* geri dönüştürülmüş seramik lavabosu özelliğini taşıyan bu lavabo, atık olarak kabul edilen malzemelere yeniden hayat veriyor. Yeni çevre dostu lavaboların içerik olarak yaklaşık %100’ü, kırık seramikler de dahil olmak üzere üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan oluşuyor.

VitrA’nın sürdürülebilirlik konusundaki vizyon ve öncülüğünü yansıtan bu yenilikçi ve çevre dostu lavabolarla, seramik sektöründe sürdürülebilir tasarım konusunda da yeni bir standart ortaya çıkıyor. Tasarım harikası ve fonksiyonel bir ürün olmanın ötesinde geri dönüştürülmüş seramik lavabolar, çevresel bilinç ve sürdürülebilir yaşam tarzlarını da destekleyen güçlü bir mesaj taşıyor.

%30 oranında iyileşen küresel ısınma potansiyeli

ISO 14040:2006 ve 14044:2006 standartlarına uygun yapılan Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi sonuçlarına göre, atıkların kullanılması çevresel etkilerden küresel ısınma potansiyelini %30 oranında iyileştiriyor. Geri dönüştürülmüş lavaboların üretilmesi sayesinde, ürün başına, daha az hammadde kullanılarak %36’lık iyileştirmeyle yaklaşık 5 kilogram hammadde tasarrufu ve %38 iyileştirmeyle 2,48 Kwh elektrik tasarrufu elde edilmesi hedefleniyor.

Sadece bir lavabo olma işleviyle kalmayan, çevresel sürdürülebilirliğe yönelik geniş bir vizyonu temsil eden bu ürün, çevreye duyarlı bir gelecek için atılmış çok büyük bir adım. Eczacıbaşı Yapı Gereçleri’nin çevre dostu lavabolarla benimsediği bu üretim yaklaşımı, döngüsel ekonomiye katkıyı da en üst seviyeye çıkarıyor.

Sürdürülebilir bir gelecek için hijyenik ve şık bir ilham kaynağı

Küresel ısınma potansiyelini iyileştiren, çevre dostu bir tasarım harikası olmasının ötesinde VitrA’nın geri dönüştürülmüş lavaboları, hijyen endişesini de ortadan kaldırıyor; çünkü bu lavabolar VitrA Hygiene teknolojisiyle kaplanıyor. Bakteri gelişimini %99,9 oranında önleyen VitrA Hygiene teknolojisi sayesinde, seramik lavaboların kullanımı sırasında yüzeye bulaşan bakteriler etkisiz hale geliyor. Böylece, bir numaralı önceliğimiz olan hijyenden ödün vermeden çevre dostu seçimler yapmak da kolaylaşıyor.



Ayrıca, her zevke, her alana uygun seçimler yapmak da yine VitrA ile oldukça kolay. Bilecik, Bozüyük’teki VitrA Üretim Kampüsü’nde geliştirilen yenilikçi çözümler sayesinde üretimine başlanan bu çevre dostu çanak lavabolar, ilk olarak mat bej renkte ve 5 formda tasarlanmış olsa da VitrA’nın geri dönüştürülmüş ürün gamına yeni ürün ve renklerin eklenmesi de planlanıyor.

VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabonun hikayesi, gelecekteki çevre dostu ürünler ve teknolojiler için de büyük bir ilham kaynağı. Daha sürdürülebilir bir dünya için gelecekte atılacak tüm adımlara şimdiden ilham olduğu kesin. Siz de yaşam alanlarınızı çevre dostu bir bilinç ile şekillendirmek ve bir eşi daha olmayan dünyamızın geleceği için önemli bir adım atmak istiyorsanız hemen tıklayıp VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo çeşitlerini keşfedebilirsiniz.

* İçerik olarak yaklaşık %100’ü üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan üretilmiştir.

* Bu içerik VitrA katkılarıyla hazırlanmıştır.

İlgili Makale