Başarı dediğimiz şey aslında bir bakış açısından ibaret

Ortaokulun ilk yılları benim için oldukça zor geçmişti. İlkokulun rahat temposundan sonra hem daha net bir performans beklentisi karşı karşıyaydım hem de üçüncü senenin sonunda girilecek önemli bir sınav vardı. Yüksek stres anlarında, fizyolojik ve psikolojik savunma mekanizması olarak gelişen “don, kaç veya savaş” tepkilerinden bahsederiz. Geriye dönüp baktığımda, ilk iki yılımın kimi zaman “donma” kimi zaman da “kaçma” tepkilerinde geçtiğini fark ediyorum. Belli ki bu yeni realite beni strese sokmuştu, fakat hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordum. Odamda ders çalışır gibi yaparken aslında gizli gizli Harry Potter okuyordum. Ya da annemin evde olmadığı zamanlarda, saatlerce televizyon izliyordum. Ders notları açıklandığında, sonucu duymamak için kulaklarımı tıkıyor, düşük not aldığımda biraz üzülüyor ama çok da dert etmiyordum. Aslında genel olarak pek bir şey “hissetmiyordum”. Tek korkum, o notları anneme nasıl açıklayacağımdı. Ki bunu da mümkün olduğunca erteliyordum. Annem bana baskı yaptıkça, ben daha da içime kapanıyor, hayal dünyama sığınıyordum. Kitaplar ve diziler aracılığıyla oluşturduğum ayrı bir dünya vardı ve orası gerçeklerden kaçmamı sağlıyordu.

Son seneye geldiğimde, artık bir karar vermem gerektiğini fark ettim. Ya bu şekilde devam edip, yakınlardaki bir düz liseye gidecektim (ortamının çok iyi olmadığını duyuyordum) ya da bir Anadolu lisesini kazanabilirdim. Başta yalnızca denemeye karar verdim. Bakalım gerçekten çalıştığımda neler olacaktı? Hızlı bir ilerleme katettiğimi gördüğümde ise gerisi geldi. Daha ilk deneme sınavında dershanede en iyi sınıfa yükselmiş, sene sonunda ise iyi bir Anadolu lisesini kazanabilmiştim.

Bu anımı anlatmamın sebebi, “başarı” ile olan ilişkimin zeminini aktarabilmek. Ne zamanki derslerim düzelmiş ve ben iyi sonuçlar getirmeye başlamıştım, işte o zaman aile içerisinde “görüldüğümü” hissetmiştim. Annem benimle gurur duyuyordu. İki yıl süren bir soğuk savaş döneminden sonra, ilişkimiz önemli ölçüde iyileşmişti. Öğrendiğim kalıp şuydu; “Demek ki ben ancak başarılı biri olduğumda kabul görebilirim. Ancak o zaman değerli ve önemli biri olabilirim.”

Sonraki yıllarda; istediğim üniversiteyi kazandım, istediğim işlere girdim. Gözüm en yükseklerde olmasa da, kendimi belirli bir “başarı” seviyesinde tutabilmek için elimden geleni yaptım. Hatta çoğu zaman elimden gelenin fazlasını… Nitekim bu yolda kendimi tüketmek dahil her şey mübahtı. Ego, acı verici duygulardan kaçmak, bunlara karşı kendini korumak ister. Bunun için de çeşitli mekanizmalar geliştirir. Benimki de, bir daha o dönemdeki gibi “değersiz” hissetmemek için devamlı olarak iş başındaydı. “Başarılı biri” kimliğine sıkıca tutunmuş, kendimi bu kimlikten bağımsız düşünemiyordum. Başarısız olmak adeta varlığıma bir tehdit gibiydi. Gestalt bakış açısıyla, kendimi kutbun bir ucuna hapsetmiştim. Artık tek verdiğim tepki “savaşmaktı”. Kutbun diğer ucu ise temas etmek istemediğim, korkutucu bir alandı. Bu sadece iş hayatında değil, yoga eğitimim ve bedenimle ilişkim dahil hayatın bir çok alanında geçerliydi.

Ta ki hayat beni kutbun diğer ucuna, mecburi olarak itene kadar… Pandemi sonrasında gelişen yeme bozukluğu, uyku problemleri, spor sakatlıkları…Bir şeyleri istediğim gibi “yapamamaya” başlamıştım. Kilo almıştım. Yoga pratiklerini eski düzeninde devam ettiremiyordum. Depresif bir ruh hali içindeydim ki bunu bile kendime yediremiyordum. Ben depresyona giremezdim! Kendimi bir yandan çok başarısız hissediyor, bir yandan da “savaş” tepkisini verebilecek gücü kendimde bulamıyordum. Nitekim yıllarca tetikte bir sinir sistemiyle yaşamıştım. Fakat artık terapiye de başlamamın etkisiyle, egomun zamanında kendini korumak için geliştirdiği savunma mekanizmaları birer birer çökmeye başladı. İşte bu noktada “başarı” kavramını ilk defa, filtresiz ve nötr bir yerden sorgulamaya başladım. Ve kendime şu soruları sordum:

Bu hayattaki değerim salt başarılı olmaya mı bağlı?  Peki bunu devamlı sürdürebilmek mümkün mü? Ya da gerekli mi?

Başarılı biri olabilmek için illa toplumun beklentilerini karşılamam ya da belirli normlara uymam mı lazım? Üstelik bu standartları kim belirliyor?

Başarıya giden yolda her şey mübah mı? Elde edeceğim sonuç kendimi tüketmeye değer mi?

Ben mutlu, dengeli ve doyumlu bir hayat mı istiyorum yoksa tamamen başarı odaklı, katı, stresli ve keyifsiz bir yaşamla mı yetinmeliyim?

Başarı ve sonuç odaklı bir düzende yaşıyoruz. Kapitalizmin işleyişi bunu gerektiriyor. Ailemiz ve mevcut eğitim sistemimiz bizi hayata, belirli sonuçlara ulaşmaya yönelik hazırlıyor. Sürecin bizim üzerimizdeki etkisi genelde göz ardı ediliyor.  Her birimiz için hayatımızın farklı dönemlerinde farklı anlama gelebilecek “başarı” kavramı, önceden belirlenmiş, somut kalıplara sokuluyor. Bir çoğumuz kendimizi, öz benliğimizin gerçek arzusu olup olmadığını sorgulayamadan, önümüze koyulmuş hedeflere doğru koşar halde buluyoruz. Koşarken es geçtiklerimizi ya da geride bıraktıklarımızı fark edemiyoruz.

Son yıllarda öğrendiğim şey, başarı dediğimiz şeyin aslında bir bakış açısından ibaret olduğu. Üstelik Echart Tolle’nin Şimdi’nin Gücü kitabında dediği gibi; “Bazen dışarıdan hiç bir şey başarıyor gibi görünsek de aslında içeride çok şey başarıyor olabiliriz.”

Örneğin, yeme bozukluğumun iyileşme sürecinin bir parçası olarak kilo almaya izin vermem gerekti. Kilo almak toplum normlarına göre “başarısızlık” olarak görünse de benim için bu sürece izin vermek bir öz şefkat göstergesi ve önemli bir içsel başarıydı. Bedenimle daha sağlıklı bir ilişki kurmamın yolu buradan geçiyordu.

Yogada sadece zorlu pozların içinde kalabilmenin ya da meditasyonları sonuna kadar götürebilmenin değil, gerektiğinde oradaki mücadeleyi bırakabilmenin de önemli bir başarı olduğunu fark ettim. “Yapamıyorum” diyebilmeyi, kendime “yapamama” iznini verebilmeyi öğrendim.  Bu yüzden hep derim, hangi kişisel dönüşüm aracını kullandığımızdan ziyade aslolan onu nasıl kullandığımız ve ondan neler öğrendiğimiz.

Son zamanlarda kendimi tüketerek ve tüm kaynaklarımı işime yönelterek en yüksek performans notu almaya uğraşmak yerine işimi yine hakkıyla yapıp, hayatımdaki diğer şeylere de yeteri kadar zaman ayırabileceğim bir denge arayışındayım. Bu dengeyi oluşturabilmeyi artık en yüksek notu almaktan daha önemli bir başarı olarak görüyorum.

Carol S. Pearson, “İçimizdeki Kahraman” kitabında şöyle ifade ediyor; “Biz, sürekli olarak, belli normallik ve başarı standartlarını tutturup sürdürmemiz yönünde kültürel bir baskı hissederiz. Ama, ancak her bir yaşamın kendi mantığı ve her bir armağanın kendi zamanı olduğuna güvendiğimizde yaşamımızı rahatlık içinde sürdürebiliriz.”

Siz de;

  • Sıkı sıkı tuttuğunuz ve sizin için önceden belirlenmiş başarı normlarından özgürleşip, kendi gerçeğinizin peşinden gidin.
  • Başarı kavramının sizin için her dönemde farklı bir şey ifade edebileceğini özümseyin.
  • Kendi değerinizi koşullara bağlamayın. Onu dışarıda aramak yerine, içsel kaynaklarınızda bulun.
  • Ve Carol S. Pearson’un ifade ettiği gibi, kendi yolunuzun biricik olduğunu hatırlayıp, o yolun mantığına ve zamanına güvenin.

İlginizi çekebilir: İkame tatmin: Geçmişten gelen bitmemiş meselelerini fark et

Siri Kavita
2018 yılında “kendi gerçeğimi” yaşamak üzere bir yolculuğa çıktım. Gerçi hayat boyu bu yolculuktaymışım da, bunu fark etmem 27 yılımı almış ve artık hızlanmanın ... Devam