X

Yeme bozuklukları ve yoga: Ahimsa ilkesi, yeme bozukluklarıyla mücadelede yardımcı olabilir

Yeme bozukluklarına birçok faktörün neden olduğu biliniyor. Bunlar arasında özellikle çevre, toplum ve kültür ile aile yapısından kaynaklanan etmenler ön plana çıkmakta. Son yapılan araştırmalar; anoreksiya nervoza, bulimiya nervoza ve tıkanırcasına yeme epizotları gibi rahatsızlıklarda biyolojik yapının, yani genlerin de etkili olabileceğini, bazı kişilerin yeme bozukluklarına yatkın genlerle doğduğunu ve bu genlerin çevresel özelliklerle tetiklendiğinde kişide yeme bozukluğuna yol açabileceğini iddia etmekte. Görünen o ki, yeme bozukluklarının nedenleri ve teşhisi için genel geçer bir ölçüt olduğunu söylemek olası değil, bu nedenle rahatsızlıkların tedavi süreci de aynı derecede karmaşık.

Hatta yeme bozukluklarından iyileşme hikâyelerini dinlediğimizde ya da okuduğumuzda neredeyse her hastanın kendine özgü bir iyileşme yolu izlediğini fark ediyoruz. Elbette, hastanede görülen tedavi, güvenilir bir terapistin ve beslenme uzmanının desteği, ailenin, arkadaşların arasında hissedilen güven her hastanın ihtiyaç duyduğu şeyler arasında, ama kişinin iyileşmeye “kendi kararıyla” başlaması verilecek mücadelenin kazananını belirliyor.

Yeme bozuklukları kaybetmenize neden olur. Kaçırırsınız. Hayatı kaçırırsınız. Kim olduğunuzu unutursunuz. İşte, iyileşme, yeme bozukluğunun örttüğü ya da derinlere ittiği benliğimizi, kaybolan parçalarımızı yeniden bulmaktır.

İyileşme patikasında doğru yönlere dönmemizi sağlayacak işaretlerden bazılarını yukarıda saydık. Ama bir şey daha var. Bu yazının da konusu olan: Yoga. Doktor Maria Sorbara Mora, yoganın yeme bozukluğu yaşayan insanları “kaybolan” ya da “unutulan” zayıf benlik duygusundan daha manevi, daha ilahi bir benlik duygusuna taşıyarak yardımcı olduğunu düşünüyor.

Diğer bir ifadeyle, yoga, yeme bozukluklarının benliğimizde yarattığı tahribatı gidermenin, bedenimizle zayıflayan, hatta kopan bağı yeniden kurmanın bir yolu olabilir. Hayatımızın dengesini yeniden kurmak için izleyeceğimiz kadim bir patika.

Günümüzde hemen her rahatsızlık için ya da kaygı, depresyon, endişe gibi olumsuz duyguların kökenine inmek için yoga önerilir oldu ve belki de bu yüzden “Yine mi yoga?” diye düşünmeden edemiyoruz. O zaman gelin, Carrie Arnold’ın Decoding Anorexia adlı müthiş kitabında yer verdiği bir araştırmanın sonuçlarına bakalım.

2010’da, Seattle Çocuk Hastanesi’ndeki bazı doktorlar yoganın yeme bozuklukları üzerindeki etkisini anlamak için yeme bozukluğu teşhisi koyulan 54 genci bir araya getiriyorlar. 12 hafta boyunca (dahiliye uzmanı, beslenme uzmanı ve terapist tedavisine ek olarak) yapılan yoga çalışmasından sonra grubun olumsuz beden algısı ve yiyeceklere olan saplantılı düşüncelerinde yoga çalışmasına katılmayanlara göre önemli bir düşüş gözleniyor.

Araştırmayı yöneten klinik psikolog Tiffany Rain Carei’ye göre, gençler bedenlerinden ve benlik algılarından o denli kopuktular ki iki ayakları üzerinde doğru düzgün duramıyorlardı. “Mutlaka bir tarafa doğru dengelerini kaybediyorlardı,” diyor Carei. “Ama yoga bu gençlere bedenleriyle olumlu bir ilişki kurmaları için yol gösterdi. Tedavinin sonunda bedenlerini merkezde tutmayı başarır oldular. Öncesinde hayatları ciddi anlamda raydan çıkmıştı ama yoga hayatlarını yeniden rayına koymaları için gençlere yardım etti.

Yoga gibi köklü bir öğreti söz konusu olduğunda ister istemez yazımızı sınırlamak zorunda kalıyoruz. Eminim, yoganın yeme bozukluklarıyla mücadelede birçok açıdan faydası vardır ama bu yazıda gelin Patanjali’nin Yoga Sutra’sındaki “Hükümdarların Yolu” olarak çevirebileceğimiz Raja Yoga’nın 8 basamağının başlangıcı olan Yamalardan, yani ahlaksal kurallardan bahsedelim. Daha doğrusu bu Yamaların birincisi olan şiddete başvurmama yasasından (ahimsa) çünkü bunun yeme bozukluğuyla mücadele eden bizlere özellikle yardımcı olacağına inanıyorum.

Öncelikle, Patanjali kimdir? Hintli bilge Patanjali’nin Yoga Sutra’larını yazdığına inanılıyor. Hristiyan Çağı denilen dönemde (milattan sonra) dördüncü ya da beşinci yüzyılda yaşadığı tahmin edilse de hakkında hemen hiç bilgimiz yok. Yeryüzüne yogayı öğretmek ve yoga bilgisini yaymak amacıyla geldiği söyleniyor.

Patanjali’nin kim olduğu bir yana, asıl önemli olan bıraktığı miras. Çünkü öğretileri yoga felsefesinin temelini oluşturuyor.
Deborah Adele, The Yamas and Nihamas adlı kitabında Yoga Sutra’larından Yamaları mücevhere benzettiğini söyler. Bunları, iyi ve şen bir hayatın yollarını döşeyen değerli bilgelik taşları olarak görür.

Yamaların ilk incisi de ahimsa, yani şiddete başvurmama yasası. Adele’ye göre, bedenin, zihnin ve ruhun sağlıklı ve zinde olması güçlü bir kaynaktır, yani hayatta dengemizi bulduğumuzda, karşılaştığımız zorlukların üstesinden daha kolay bir şekilde gelebiliriz. Dengede olmak demek şiddete başvurmamak demektir. Benliğimizle olan bağın kopmasında ve hayatımızın dengesini kaybetmesinde en büyük nedenlerden biri ise güçsüz hissetmektir. Güçsüz hissettiğimizde bu durum kendini öfke, kızgınlık olarak dışarı vurur ya da depresyon ve kurban psikolojisiyle içimize çekilmemize neden olur.

Güçsüzlükten ne kast ediyoruz? Adele, güçsüzlüğü hiçbir seçeneğimizin, çıkış yolumuzun kalmadığına inanmak olarak tanımlıyor. “Her ihtimali tüketmişizdir ve karşılaştığımız güçlüklerle baş etmek elimizden gelmez. En azından güçsüzlük hissi bizi buna inandırır. Böyle zamanlarda, kafese kıstırılmış bir hayvan gibi hissederiz,” der Adele. Tuzağa düşmeye hazırızdır. İster öfke ve kızgınlık, ister içe çekilip pes etme şeklinde kendini göstersin, güçsüzlük anlarında zihnimiz adeta kapılarını kapar ve kendimizi kapkaranlık bir tünel boyunca son sürat giden bir trende buluruz. Bu tünelin endişe, kaygı ve umutsuzluğu temsil ettiğini düşünebiliriz elbette.

Ahimsa öğretisi ise bu güçsüzlük duygusunu sorgulamamızı ister. Güçsüz hissettiğimizde aslında ne kadar fazla seçeneğimiz olduğunu unuturuz. Harekete geçme gücümüz vardır ve kendimize anlattığımız “elimden bir şey gelmez” hikâyesini yeniden yazabiliriz.

Bu durumla yüzleşmek ve başa çıkmak için tam da şu anda ne yapmam gerekiyor?” Doğru soru bu olabilir mi?

Yüklendiğimiz boğucu taleplerin ve beklentilerin doğrudan yaşam sevincimizden çaldığını unutmamak gerek belki. Kendimize inanmadığımızda, öz saygımızdan şüphe duyduğumuzda ve mükemmel olmak adına kendimizi acımasızca eleştirip olmayacak hedefler belirlediğimizde aslında kendimizden başkasına kötülük yapmış olmuyoruz. Geçmişte yaşadıklarımız ya da geleceğe yönelik omuzlarımızda taşıdığımız yükler şu anki bizi sömürüyorlar.

Demek ki, şiddete başvurmamaya önce kendimizden başlamak gerekiyor. İşte, yeme bozuklukları özelinde bunun çok ama çok mühim olduğunu düşünüyorum. Doktor Mora’nın da vurguladığı gibi, iyileşme mücadelesi veren bizlerin, ahimsanın bedenlerimizle daha nazik bir ilişki kurma biçimi olduğunu anlamamız gerekiyor. İyileşme süreci ile ahimsanın buluşması, bedenimize zarar vermemek, işkence etmemek ve yeme bozukluklarının açtığı yaraları sarmak anlamına geliyor. Beden algısıyla sorunları olan kişilerde ise ahimsanın uygulanması bedenimize yönelik olumsuz konuşmalardan, yargılayıcı sözlerden kaçınmak demek.

Bonus:
Jeni Schaefer’in yeme bozukluğuyla mücadelesi sırasında yazdığı “It’s okay to be happy” adlı şarkıyı ben çok sevdim. Dinledim, dinledim, sonra tuttum sözlerini Türkçeye çevirdim. Diyor ki Schaefer:
Biraz güven dedim / Biraz inanca dayandım / Bu ikisi kavuşunca / Buldum ancak kendi yerimi / O yerde mutlu ol, mutlu ol yeter
Dinlemek isteyenler buyursun:
https://yalnizanoreksi.wordpress.com/2019/10/21/mutlu-ol-yeter/

Kaynak:
https://www.yukselencag.com/Blog/gandhi-siddetsizlik-yasasi-ahimsa
https://www.yogapedia.com/definition/5149/patanjali
https://www.recoverywarriors.com/yoga-eating-disorder-treatment/
Deborah Adele, The Yamas & Niyamas: Exploring Yoga’s Ethical Practice
Carrie Arnold, Decoding Anorexia: How Breakthroughs in Science Offer Hope for Eating Disorders

İlginizi çekebilir: Yeme bozuklukları ve duygularımız arasındaki ilişki: Duygusal dengenizi bulmaya yardımcı olacak bir kriya pratiği

Burcu Uluçay: Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar çeşitli alanlarda çevirmenlik yaptım. “Şirket-bazlı” çevirmenliğin pek bana göre olmadığını anlayınca daha “naif” bir yönü olan yayıncılık dünyasına yöneldim. Fakat The University of Westminster’da Cultural and Critical Studies (Kültürel Çalışmalar) yüksek lisans programını burslu okuma şansı kapımı çalınca –pırrr– Londra’ya uçtum. 2014’te elimde afili diplomamla yurda döndüm. Ama yalnız değildim: Ben ve anoreksiya nervoza birlikte gelmiştik! Londra’ya gitmeden de ufak ufak “yoldayım” dese de pek aldırış etmediğim bu yeme bozukluğu artık sağlığım başta olmak üzere tüm hayatımı etkiliyordu ve kendisini yenmek için halen mücadele veriyorum. Bir taraftan asıl mesleğimi yani çevirmenlik ve editörlük çalışmalarımı sürdürsem de altı aydan uzun bir zamandır tam zamanlı işim buymuş gibi anoreksiya nervozadan iyileşmeye çalışıyorum. Yeme bozukluklarının nedenlerini, tedavi yollarını, iyileşen hastaların öykülerini ve güncel araştırmaları didik didik edip okumaya başladığımda tüm isteğim kendimi bu azaptan kurtarmaktı. Fakat zamanla yeme bozuklukları hakkında Türkçe yazılmış kaynakların İngilizcedekilere göre yetersiz kaldığını gördüm. Üzücü değil mi sizce de? Hele de yeme bozuklukları dünyanın hemen her yerinde bütün yaş grupları için gittikçe tehlikeli bir hal alırken. Tabii bir de yeme bozukluğu yaşayan kişilerin ailelerini, yakınlarını, arkadaşlarını düşünmek lazım. Sevdiklerine yardımcı olmak için daha güvenilir ve güncel içeriklere ulaşsalar ne güzel olur! Böylece önce kendi ailem ve yakınlarım için okuduklarıma dayanarak çeviriler ve derlemeler yapmaya başladım. TEDTalks’ta yeme bozuklukları, kaygı bozukluğu, yoga ve meditasyon gibi konularda ilham verici konuşmalar olduğunu biliyordum çünkü hemen hepsini izlemiş/dinlemiştim. Aralarında Türkçe altyazı çevirisi olmayanlar vardı. TEDTalks’un gönüllü çevirmenler projesine dâhil olup çeviriler yaptım. Sonra blog açma fikri geldi. Blogumda hem yabancı kaynaklardan edindiğim bilgileri hem de kendi deneyimlerimden yola çıkarak yazdığım içerikleri paylaşmaya başladım. Yazdıkça yazdıkça anladım ki paylaşmak ihtiyacım varmış. İtiraf etmek. Yeme bozukluklarının ciddi bir zihinsel rahatsızlık olduğunu, dahası bunu bizim “seçmediğimizi” bilin demek. Böyle böyle Uplifers’la yollarımız keşişti. Yeme bozuklukları hakkında yerleşmiş yanlış düşünceleri değiştirmek için buradaki birlikteliğimizden aldığımız güç önemli bir adım olsun. Yeme bozukluklarının zihnimize işkence eden kötücül sesine birlikte “dur” diyebileceğimize inanıyorum! Bana buradan ulaşabilirsiniz: burcu.ulucay@yahoo.com Bloguma göz atmak isterseniz: https://sahteseslereelveda.wordpress.com/

Hayatın küçük tatlı sürprizlerini L’Occitane Almond Shower Oil ile yakalayın

Hayat, beklenmeyen güzelliklerle dolu bir dans gibi; eğer görmeyi, fark etmeyi bilirsek hayatın şaşırtıcı güzellikteki tatlı anlarını sık sık yakalayabiliriz. Bazen uzun zamandır görmediğimiz bir arkadaşımızla yolda karşılaştığımız, bazense tatlı bir yağmurun ardından çıkan gökkuşağını gördüğümüz o ‘an’da gizli olabilir mutluluk. Bu, beklenmedik ama her zaman iyi hissetmemizi sağlayan hoş sürprizler, hayatın şaşırtıcı güzellikteki anlarından yalnızca birkaçı olsa da tüm gün yüzümüzü güldürmeye yetebilir.



Yakalamak için istekli olursak hayatın monoton akışına biraz olsun ara vermemizi sağlayan ve yaşamın ne kadar büyüleyici olduğunu hatırlatan pek çok tatlı sürpriz bulabiliriz. Tıpkı L’Occitane Almond Shower Oil’in su ile buluştuğunda yağ kıvamından köpüğe dönüşen sürprizli formu gibi.

Sürprizlerle dolu keyif veren bir deneyim

Mutluluk veren, keyif dolu ve sürprizli anlar dediğimizde şüphesiz ki kendimize ayırdığımız zamanların önemi ve yeri çok büyük. Çünkü, günlük hayatın koşturması içerisinde kendimizi şımartabildiğimiz, bedenimizin ve zihnimizin ihtiyaçlarını karşılayabildiğimiz bu özel anlar, monotonluğun içinden bize göz kırpan küçük sürprizler gibi. Özellikle de kişisel bakım ritüellerini taçlandıran L’Occitane Almond Shower Oil ile sürprizlerin hiç sonu yok. Bu özel duş bakım yağı, suyla buluştuğu anda değişen formu ile bize sıradan görünen anları bile özel kılan küçük sürprizler sunuyor.

Almond Shower Oil’in içeriğindeki badem yağı, su ile birleştiğinde anında yoğun keyif verici bir köpüğe dönüşüyor, bize de tatlı küçük sürprizlerle dolu dokunuşların cildimizde bıraktığı o yumuşacık etkinin keyfini sürmek kalıyor. Tabii, o tatlı ve küçük sürprizler Badem Duş Yağı’nın yalnızca köpüren özel formülünde saklı değil, kokusu da bambaşka bir heyecan.

Kokuların duyuları harekete geçiren büyülü dünyası

Bazen sizin de bir kokunun esintisiyle geçmişe doğru kısa bir yolculuğa çıktığınızı hissettiğiniz oluyor mu? Kabul edelim, hayatın içindeki tatlı sürprizli anlarda kokuların da etkisi oldukça büyük. Belki çocukluğunuzdan keyifli bir anı hatırlatan nostaljik bir koku, belki gençliğinizde kullandığınız eski bir parfümün rüzgarla karışmış hali, belki de taze biçilmiş çimlerin havada dağılan dansı… Kokular da sürprizli anların başrol oyuncusu olabiliyor.

Tıpkı, Almond Shower Oil’in tatlı bademin mis kokusunu cildimizde bırakması gibi. Üstelik vegan içeriği ile tüm cilt tiplerine de uygun olan bu bakım yağı, duyuları harekete geçiren büyülü bir dünyanın da kapısını aralıyor. Hayatın bitmeyen telaş ve karmaşasında her şeyden biraz da olsa uzaklaşıp, o büyülü dünyaları keşfetmek hepimizin ihtiyacı değil mi? Daha fark edilmeyi bekleyen onca tatlı sürpriz varken…

Şaşırtıcı üçlü etki

Köpüren özel formül, büyülü dünyalara açılan mis badem kokusu, tabii bir de şaşırtıcı üçlü etki. L’Occitane Almond Shower Oil ile hayatın sürprizlerle dolu anlarını yakalamak çok kolay. Özel vegan formülü, cildi hem temizliyor hem nemlendiriyor hem de onarıyor. Bu üç etkiyi bir arada bulabilmek de en tatlı sürprizlerden biri.

Badem Duş Yağı, özel köpük yapısı ile cildi temizliyor, içeriğindeki omega 6 ve 9 bakımından zengin tatlı badem yağı ve üzüm çekirdeği yağı ile ilk kullanımda nemlendirme etkisi sağlıyor ve cildi besleyerek ışıl ışıl bir görünüme kavuşturuyor.

Elbette, hayatta daha yakalanmayı bekleyen pek çok şaşırtıcı tatlı an var. Bazıları, bir anda karşımıza çıksa da bazen de bu anları biz yaratabiliriz. Bakım rutinlerimize L’Occitane Almond Shower Oil’i eklemek, tanımadığımız birine iltifat etmek ya da sevdiğimiz birine uzun zamandır istediği bir şeyi satın almak, hayatımızda o tatlı sürprizleri artırmaya ve yaşamın keyfini doyasıya çıkarmaya yardımcı olabilir.

Hiç vakit kaybetmeden birinden başlamak istiyorsanız hemen tıklayıp sürprizlerle dolu L’Occitane Almond Shower Oil dünyasını keşfedebilirsiniz.

Sıra dışı bir gelecek: Otomobil dünyasında bizi neler bekliyor?

Teknolojinin, yapay zekanın ve çevre bilincinin hızla geliştiği günümüzde otomotiv dünyası da bu gelişmelerden geri kalmıyor ve inovasyonlarla ve merakla dolu bir sektöre dönüşüyor. Son yıllarda elektrikli araçlar, otonom sürüş özellikleri, akıllı yol çözümleri gibi konularla pek çok gelişime imza atan otomobil dünyasında gelecekte bizi daha nelerin beklediği büyük bir merak konusu. Hepsi çok heyecan verici olsa da en çok merak edilen sorulardan ve benim de heyecanla beklediğim gelişmelerden biri; uçan arabaların hayatımıza girip girmeyeceği 🙂 Uçan arabalar yakın zamanda hayatımıza dahil olur mu bunu bilmiyorum ama otomotiv endüstrisinin geleceği hakkında kendi perspektifimden ele alacağım pek çok konu var. Gelin, benim de bir parçası olduğum bu sıra dışı gelecekte bizi neler bekliyor olabilir birlikte bakalım.



Elektrikli otomobillerin hızlı yükselişi

Geçtiğimiz yıllarda pek çok otomobil markası, yakın gelecekte elektrikli araç üretimine ağırlık vereceğini açıklamıştı, hatta dünya çapında tamamen elektrikli araç üretimine geçmeyi planladığını belirten markalar da var. Elektrikli araçların hayatımıza dahil olması çok yeni bir gelişme olmasa da yaygınlaşması ve popülerliğinin artması son zamanlarda daha bir artış gösterdi. Gelecekte de elektrikli araçların üretiminin ve kullanıcısının artması sektörünün en beklenen gelişmeleri arasında.

Bildiğiniz gibi ben de elektrikli otomobil tutkunlarından biriyim ve sık sık sizlerle Instagram hesabımdan %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E ile olan maceralarımı paylaşıyorum 🙂 Konumuza dönecek olursak; fosil yakıt tüketimini azaltmak ve karbon emisyonlarını düşürmek için ülkelerin elektrikli araç kullanımına yönelik teşviklerini artırması da beklenenler arasında. Ayrıca, batarya teknolojisinde yeni ilerlemeler, elektrikli araçların menzillerinin artırılması, şarj altyapılarının geliştirilmesi de yine yakın gelecekte bizimle olacağa benziyor.

Sürdürülebilir ve çevre dostu çözümler

Elektrikli araçların yükselişi, otomobil dünyasının geleceğinde beklenen tek çevreci haber değil. Doğa dostu yaklaşımlar ve sürdürülebilir çözümlerle dolu yenilikler de ufukta. Pek çok sektörün son yıllarda önemli bir gündem maddesi haline gelmiş olan çevre bilinci, otomotiv dünyası için de önemli bir konu. Geri dönüştürülmüş malzemelerden üretilen iç dizayn ekipmanları, doğa dostu kumaşların kullanımı, üretim aşamasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı, daha az karbon salımı yapan motor teknolojileri ve daha nice gelişme, otomotiv dünyasının beklenenleri arasında.

Sektörde yeşil devrim adını verebileceğimiz daha pek çok gelişmenin damga vurması da olası. Araçların iç tasarımdan üretim süreçlerine kadar geniş bir yelpazede sürdürülebilir çözümler, otomobillerin gelecekteki dünyasını ve tabii ki dünyamızı taçlandıracak gibi. Bir çevreci olarak hızla yaygınlaşmasını görmek istediğim gelişmelerden birisi kesinlikle sürdürülebilir çözümler.

Otonom sürüş özelliklerinde ilerlemeler

Ve tabii ki otonom sürüş özelliklerinden bahsetmemek olmaz. Beni belki de en çok heyecanlandıran konulardan bir diğeri. Hani şu sürücüsüz giden otomobiller var ya, işte tam da onlardan bahsediyorum. Yakın bir gelecekte belki de araçların şoför koltukları hep boş kalacak. Olamaz mı? Bu, çok gerçekçi bir senaryo olmasa da şu an için benzer senaryolarla sık sık karşılaşacağız gibi. Çünkü pek çok dünya devi otomobil ve teknoloji firması, otonom araçlar alanında büyük yatırımlar yapıyor. Ancak, tam otonomiye ulaşmak için biraz daha geleceği beklemek gerekecek. Çünkü birtakım zorlukları aşabilmek için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bekleniyor.

Özellikle büyük şehirlerdeki yoğun ve karışık trafik senaryoları, yasal düzenlemeler, kişisel hakların korunması, uygun yol ve altyapı çalışmalarının tamamlanması gibi pek çok faktör var. Yine de bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve otonom sürüşün farklı seviyelerinin piyasaya sürülmüş olması, otonom sürüş teknolojilerinin potansiyelini gösteriyor. Gelecekte tam otonom seviyeye de erişilmesi mümkün.

Otonom özelliklerin yanı sıra farklı sürüş modları da ufukta. Hatta, ben şimdiden %100 Elektrikli Ford Mustang Mach-E  ile bu modları deneme fırsatına sahibim 🙂 Mustang Mach-E, sürüş deneyimini kişisel isteklere göre uyarlıyor; Aktive, Whisper ve Untamed modları sayesinde motor seslerini, ortam aydınlatmasını ve hatta aracın tepki verme hızını kişiselleştirmek mümkün. 

Akıllı şehirlerin kurulması

Otonom sürüş özellikleri, farklı sürüş modları, otomobil ve yapay zeka teknolojisindeki gelişmeler, yalnızca bireysel kullanımla sınırlı kalmayacak muhtemelen. Ve önemli bir toplumsal gündem haline de gelecek. Bu da akıllı şehirler gibi bir konseptin hayatımıza girmesi anlamını taşıyabilir. Şehirlerin, otomobillerin geleceği ile ne ilgisi var ki diye düşünmeye başlamadan hemen araya gireyim. Eğer başta otonom sürüş özellikleri olmak üzere otomobiller kendi başlarına -bir sürücünün aracı sürmesine ihtiyaç kalmaksızın- yolda gidebilecekse, bu şehirlerin de birtakım düzenlemelerden geçmesi anlamını taşıyor. Yollardaki alt yapı çalışmalarının bu doğrultuda düzenlenmesi, akıllı şarj istasyonlarının kurulması ve otonom araçların kendi kendini şarja takabilmesi için uygun çevresel yapılanmaların tamamlanması gibi pek çok gelişmeyi de beraberinde getirebilir. Belki de gelecekte şehirlere akıllı taksi durakları kurulacak ve birtakım mobil uygulamalar üzerinden bağlantıya geçilebilecek.

Sosyal dünya ile bağlantı sağlayan araç özelliklerinin geliştirilmesi

Bir düşünelim; otomobiliniz size en yakın kafeyi önerse ya da zevkinize uygun bir restoranda sizin için rezervasyon yaptırsa, nasıl olur? Ya da arkadaşlarınızla buluşma ayarlasa, arabaya bindiğinizde en sevdiğiniz dizinin kaldığınız bölümünü başlatsa? Siz keyifle buluşmalarınıza hazırlanırken veya dizinizi izleyip, müziğinizi dinlerken sizi istediğiniz yere götürse? Yani adeta bir eğlence merkezine dönüşse? Tüm bunlar, yakın gelecekte hayallerimizi süslemenin ötesine geçebilir. Bağlantılı araçlar, yani kendi internet erişimi olan ve verileri başka cihazlarla da paylaşabilen araçlar, otomobil dünyasının belki de gelecekte en çok parlayan yıldızı olabilir. Yalnızca yolculuk vadetmenin ötesinde bağlantılı araçlar, adeta kişisel mobil cihazlarımıza dönüşebilir.

Çoğu macerama tanıklık ettiğiniz Ford Mustang Mach-E de adeta benim eğlence merkezim. Araç içi iletişim ve eğlence sistemi olan Ford SYNC 4A ile konuşma, ses tanıma, kablosuz akıllı telefon entegrasyonu, sezgisel 15,5″ dokunmatik ekran ve çok daha fazlasını deneyimleyebiliyorum. Halihazırda gelişmiş teknolojinin keyfini sürebiliyor olsam da gelecekte bağlantılı araçlar bizi daha pek çok özelliği ile şaşırtacak diyebilirim.

Kısacası, otomobil dünyasının sıra dışı geleceğinde bizi bekleyen yepyeni heyecanlar var. Uçan arabalar yalnızca filmlerin unutulmaz bir parçası olarak mı hafızalarımızda kalır yoksa gerçekten de hayatımıza dahil olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da otomobil dünyasının hiç olmadığı kadar yenilik dolu olduğu. Kim bilir belki bir gün gökyüzünde bulutların arasında sıkışıp kaldığım bir trafikteyken size yazarım 🙂 Daha fazlası için yazılarımı ve Instagram hesabımı takip etmeyi unutmayın.

İlginizi çekebilir: Virtual Influencer’lar: Kim bu sıra dışı influencer’lar? Takip etmeniz gerekenler?

Sürdürülebilir çözümlerin izinde: VitrA’dan dünyanın ilk ve tek %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabosu

‘Biricik’ dünyamız günden güne artan çevreler baskılar ve azalan doğal kaynak sorunları ile karşı karşıya. İklim krizi, küresel ısınma, atık sorunları, hava kirliliği ve daha nice çevresel sıkıntı, hem dünyamızın hem de insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Bu nedenle, sürdürülebilir yaşam alışkanlıklarına sahip olmanın önemi her zamankinden kat ve kat daha fazla. Böylesi bir gerçekliğin farkında olan tüm endüstrilerde de yenilikçi ve çevre dostu ürünlerin geliştirilmesi oldukça büyük bir öneme sahip. Bu bağlamda VitrA, büyük bir adım atarak çevreye saygısını ve döngüsel ekonomiye olan katkısını gözler önüne seriyor.



VitrA’dan bir ilk; %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo

Çevresel ayak izlerini azaltma yolunda önemli adımlar atan VitrA, sektörün değişim öncülerinden biri olarak bizi yeni çevre dostu lavabosu ile tanıştırıyor. Dünyanın ilk ve tek %100* geri dönüştürülmüş seramik lavabosu özelliğini taşıyan bu lavabo, atık olarak kabul edilen malzemelere yeniden hayat veriyor. Yeni çevre dostu lavaboların içerik olarak yaklaşık %100’ü, kırık seramikler de dahil olmak üzere üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan oluşuyor.

VitrA’nın sürdürülebilirlik konusundaki vizyon ve öncülüğünü yansıtan bu yenilikçi ve çevre dostu lavabolarla, seramik sektöründe sürdürülebilir tasarım konusunda da yeni bir standart ortaya çıkıyor. Tasarım harikası ve fonksiyonel bir ürün olmanın ötesinde geri dönüştürülmüş seramik lavabolar, çevresel bilinç ve sürdürülebilir yaşam tarzlarını da destekleyen güçlü bir mesaj taşıyor.

%30 oranında iyileşen küresel ısınma potansiyeli

ISO 14040:2006 ve 14044:2006 standartlarına uygun yapılan Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi sonuçlarına göre, atıkların kullanılması çevresel etkilerden küresel ısınma potansiyelini %30 oranında iyileştiriyor. Geri dönüştürülmüş lavaboların üretilmesi sayesinde, ürün başına, daha az hammadde kullanılarak %36’lık iyileştirmeyle yaklaşık 5 kilogram hammadde tasarrufu ve %38 iyileştirmeyle 2,48 Kwh elektrik tasarrufu elde edilmesi hedefleniyor.

Sadece bir lavabo olma işleviyle kalmayan, çevresel sürdürülebilirliğe yönelik geniş bir vizyonu temsil eden bu ürün, çevreye duyarlı bir gelecek için atılmış çok büyük bir adım. Eczacıbaşı Yapı Gereçleri’nin çevre dostu lavabolarla benimsediği bu üretim yaklaşımı, döngüsel ekonomiye katkıyı da en üst seviyeye çıkarıyor.

Sürdürülebilir bir gelecek için hijyenik ve şık bir ilham kaynağı

Küresel ısınma potansiyelini iyileştiren, çevre dostu bir tasarım harikası olmasının ötesinde VitrA’nın geri dönüştürülmüş lavaboları, hijyen endişesini de ortadan kaldırıyor; çünkü bu lavabolar VitrA Hygiene teknolojisiyle kaplanıyor. Bakteri gelişimini %99,9 oranında önleyen VitrA Hygiene teknolojisi sayesinde, seramik lavaboların kullanımı sırasında yüzeye bulaşan bakteriler etkisiz hale geliyor. Böylece, bir numaralı önceliğimiz olan hijyenden ödün vermeden çevre dostu seçimler yapmak da kolaylaşıyor.

Ayrıca, her zevke, her alana uygun seçimler yapmak da yine VitrA ile oldukça kolay. Bilecik, Bozüyük’teki VitrA Üretim Kampüsü’nde geliştirilen yenilikçi çözümler sayesinde üretimine başlanan bu çevre dostu çanak lavabolar, ilk olarak mat bej renkte ve 5 formda tasarlanmış olsa da VitrA’nın geri dönüştürülmüş ürün gamına yeni ürün ve renklerin eklenmesi de planlanıyor.

VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabonun hikayesi, gelecekteki çevre dostu ürünler ve teknolojiler için de büyük bir ilham kaynağı. Daha sürdürülebilir bir dünya için gelecekte atılacak tüm adımlara şimdiden ilham olduğu kesin. Siz de yaşam alanlarınızı çevre dostu bir bilinç ile şekillendirmek ve bir eşi daha olmayan dünyamızın geleceği için önemli bir adım atmak istiyorsanız hemen tıklayıp VitrA %100 geri dönüştürülmüş seramik lavabo çeşitlerini keşfedebilirsiniz.

* İçerik olarak yaklaşık %100’ü üretim sürecinde ortaya çıkan ve bertarafa giden atıklardan üretilmiştir.

* Bu içerik VitrA katkılarıyla hazırlanmıştır.

İlgili Makale