Renklerin cinsiyeti olur mu: Renklerin tarihine yolculuk

Neden pembe kadınlar, mavi erkekler için kullanılan renkler? Neden tam tersi değil ya da neden özellikle bu iki renk bu ayrıma maruz kalmış? Renklerin cinsiyeti olabilir mi?

Tabii ki olamaz. Daha doğrusu bu ayrımı destekleyebilecek bir biyolojik ayrım söz konusu olamaz, peki ama neden bu ayrım o zaman?

Hepimiz çoğu zaman bazı şeyleri, hatta böyle renk-cinsiyet ayrımı gibi masum gözüken ama aslında düşünce yapımız için çok tehlikeli olabilecek durumları hiç sorgulamadan kabul ediyoruz ve bazen çok önemli konulara duyarsızlaşabiliyoruz, işte bu da tam öyle bir konu.

Aslında şöyle bir geçmişe gittiğimizde, 1940’lı yıllara kadar gerçek anlamda renk-cinsiyet ayrımından bahsetmek imkansız. Bunun sebeplerinden biri henüz kimyasal devrim gerçekleşmediği için kumaşların yıkandığında soluyor olması, diğer önemli sebebi ise tabii ki ekonomik koşullar. Aileler kız çocuklarına giydirdikleri eşyaları erkek çocuklarına da giydirebiliyorlar, böylelikle masraf katlanmamış oluyor. Tekstil sektörünün gelişmediği o yıllarda cinsiyet ayırmaksızın bebekler sadece beyaz giymekteydiler.

Daha da geçmişe gidersek Rönesans döneminde resmedilen Meryem Ana’nın hep mavi bir kaftan giymiş olduğunu görürsünüz çünkü o dönemlerde mavi yüceliğin, kırılganlığın ve saflığın sembolü. Kırmızı ise İsa’nın kanını, acısını, gücünü temsil eder. Aslında günümüzdeki kullanımın tam tersi diyebiliriz. 19. yüzyıl İngiltere’sine baktığımızda ise kırmızı erkek askerlerin kıyafetlerinde kullanılıyor. Sebebi ise kırmızının gücü temsil etmesi. Hatta erkek bebeklerin kıyafetlerinde de pembe kullanılıyor. Sebebi ise pembe rengin kırmızının henüz olmamış hali olarak görülmesi.

Renk-cinsiyet ayrımının en büyük destekçisi tabii ki kapitalist üreticiler oluyor. 1918 yılında dünyaca ünlü bir dergi daha önce yapılmamış bir şey yaparak “Erkekler için pembe, Kadınlar için mavi” sloganıyla reklam çıkıyor fakat kısa bir süre sonra bu ayrım tamamen tersine dönüyor. Sebebi ise Naziler…

Rosa Winkel, yani pembe üçgen… Pembe üçgen, Nazi Kampları’ndaki eşcinseller için kullanılan sembol bir renk, pembe yoğunluklu sarı kenarlı ters üçgen ise eşcinsel Yahudileri sembolize ediyordu. Sadece onlar için değil, tüm mahkumları tanımlayan farklı renkler mevcuttu. Adeta mahkumlar arasındaki hiyerarşiyi bu renkli sembollerle ifade ediyorlardı.

Anmadan geçmek istemem; işte bu sarı kenarlıklı pembe ters üçgenle de tanımlanan 25 bin eşcinsel insan sırf cinsel yönelimlerinden dolayı önce hadım edildi, sonra Hitler’in kararıyla idam edildiler. Pembenin en hazin ve çok yaralayıcı tarafıdır bu gerçek hikaye…

2. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte ise aslında renk ve cinsiyet ayrımı yavaş yavaş günümüzdeki halini almaya başlıyor. Pembeden bahsederken Mamie Eisenhower’dan bahsetmeden olmaz tabii ki. Mamie Eisenhower, ABD’nin 34. başkanı Dwight Eisenhower’ın eşi. Kendisi gerçek bir pembe aşığı, o dönemler Beyaz Saray’daki neredeyse her şeyi pembe olarak kullanıyor; pembe yataklar, pembe perdeler, pembe halılar, pembe kaşık çatallar, her şey pembe… Hatta bir dönem Beyaz Saray, Pembe Saray olarak bile anılmış. Burada enteresan bir bilgi vermek isterim, pembe aşığı Mamie’nin eşi ABD’nin eski başkanı Dwight Eisenhower’ın aynı zamanda Nazi Kampları’nda idam edilen eşcinsel insanların üzerinde çeşitli işkencelerle deney yapan doktorları, kendi ülkesinde hizmet verme şartıyla maalesef savaş suçlusu olmaktan çıkarmış olduğu biliniyor.

Pembenin mutlu tarafına dönersek Audrey Hepburn’ün “Funny Face” adlı filmindeki “Think Pink!” söylemi ile de pembe şöhretine daha da şöhret katmayı başarmıştır ve pembe aslında bu şekilde tam anlamıyla günümüzdeki halini almıştır. Çıkış noktası başta ne kadar farklı olsa da günümüzde pembe feminenliği, kırılganlığı en yoğun temsil eden renklerden biri haline gelmiştir. Dönemsel olarak pembe renginin bile yarattığı algı bu kadar değişebiliyorsa kalıplara bağlı kalmış her düşünce de zamanla tam tersini düşündürtebilir. Düşündürtmelidir de zaten. Sorgulamadan kabul ettiğimiz hiçbir şeyi savunmamalıyız, aksi durumda temeli olmayan, ezberlenmiş, çok kısa sürede çürütülecek savunmalar yapmış oluruz. Sadece pembe-mavi ayrımı olarak düşünmeyin, bu iki rengin ayrımı konusu aslında tamamen diğer kalıplaşmış düşüncelerimizin sembolik bir örneği.

Konunun özüne dönersek gündelik hayatta sorgulamadan uyguladığımız ve duyarsızlaştığımız, kabul ettiğimiz bunun gibi birçok konu var. Çoğu zaman bir şeyleri kategorize etmek birçok özelliği göz ardı etmemize sebep oluyor. “Pembeyi kadınlar, maviyi erkekler kullanır” demek de renkleri cinsiyetlere göre kategorize etmek demektir. Belki bu yaptığımız en masum kategorize etme şekli olabilir. “Kadın dediğin kibar olur, erkek dediğin ağlamaz” gibi içi bomboş söylemlere hepimiz çok fazla maruz kaldık, bunun gibi basit söylemlere hala maruz kalmaya da devam ediyoruz. Halbuki her insan kendine özgüdür, bunun gibi kategoriler onların kendine has çoğu özelliğini yok sayar ama gerçekte yok edemez, en fazla görmezden gelir veya dışlar. Kategorilerse günümüzde sayıca çok olan özelliklere açılır sadece ama nicelik hiçbir konuda tek kriter olmamalıdır. Konudan bağımsız eğitimsiz toplumlarda, tek kriteri nicelik olan demokrasilerin aydın insanlara ne kadar zarar verebileceğini hepimiz çok iyi biliyoruz mesela, bu da niceliğin tek kriter olarak alınmasının yarattığı en bariz sonuçlardan birine örnektir.

Özetle, renklerin cinsiyeti olamaz. Erkekler de pembe giyebilir, isterse etek de giyebilir hatta… Bir şeyleri kategorize etmek her zaman kolay olandır ve farklılıkların görülmesine çoğu zaman engel olur. Önemli olan bireysel farklılıkları görebilmek, onları koruyabilmektir. Bu farklılıklara gerçekten sahip çıktığımızda, onları kabul ettiğimizde ise işte o zaman gerçekten özgür, bağımsız, kendini gerçekleştirebilmeyi başarmış insanların ortaya çıkmasına vesile olabiliriz. Farklılıkları görmezden gelmek onları en fazla yok sayar ama gerçekliğine engel olamaz ve bastırılmış olan herhangi bir şey de çok yüksek basınçla kendini eninde sonunda kabul ettirir ve gerçekleştirir, sadece zaman alır. Önemli olansa yıpranmamak, yıpratmamaktır.

İlginizi çekebilir: Kelimelerin gücü: Dil, düşüncelerimizi ve duygularımızı nasıl etkiler?

Pınar Özpak
Selam, ben Pınar! 2017 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra meşgul olacağım her şeyin sevdiğim, istediğim, en önemlisi inandığım şeylerin olmasına özen gösterdim ve ... Devam