Pasifik kıyılarından Ekvador’a doğru bir yolculuk hikayesi

Dönmeme yaklaşık on gün kaldı. Mancora’dayım. Peru’nun Pasifik Okyanusu kıyısındaki tatil şehrinde. Seyahatimin son kısmını gerçekten yalnız geçirmek istiyorum. Hiç bilmediğim bir ülkede, tek başıma olmak. Sırf bunun bana neler yaşatacağını, neler hissettireceğini merak ettiğimden, bu tecrübeyi yaşamadan dönmek istemediğimden. Aklımda Ekvador’a gitmek var. Calca’daki son günlerimizde, “Mancora’dan Ekvador’a geçebilirsiniz,” demişti bir arkadaşımız. Ama neresine?

Bu sorunun cevabını, kaldığım hostelde daha önce Ekvador’a gitmiş olanlardan alıyorum. “Her yerinin ayrı bir güzelliği var. Neye ihtiyacın olduğuna, nasıl bir yer istediğine göre değişir. Mesela parti mekanı istiyorsan şuraya gidebilirsin, daha sakin bir yer istiyorsan şuraya… Ama özellikle büyük şehirlerde hırsızlığa dikkat et, çok yaygın. Bir de her gidenin midesi bozuluyor, haberin olsun.” En çok konuşulan ise Banos. Banyoları ve aktif yanardağlarıyla ünlü, şirin bir Ekvador şehri. Sanırım oraya gideceğim. Şimdi sıra geldi bilet almaya. Biraz internetten araştırıyorum. Güvenilir firmaların Banos’a direkt seferleri yok. Zaten bu bölgenin tek güvenilir firması Cruz Del Sur ve onda bile hırsızlık olabiliyor. Acenteye gidiyor, iki ayda öğrendiğim çat pat İspanyolca ile Ekvador’un nerelerine sefer yaptıklarını soruyorum. “Sadece Guayaquil’e var,” diyor gişedeki görevli.
Kaç saat sürüyor?
Dokuz.

Hiç düşünmeden Salı sabahına biletimi alıyorum. Daha doğrusu o an içimden hızlıca şu cümleler geçiyor. “Burası görmek istediğim bir yer değil. Ama zaten akşam varacağız. Bir gece terminale yakın bir hostelde kalır, oradan Banos’a geçerim.

Dört günüm var. Zaman geçtikçe, Türkiye’ye dönüşümün yaklaştığı gerçeğiyle yüzleşiyorum. Bu durumdan hiç memnun değilim. Teselli bulduğum tek şey, er ya da geç Güney Amerika’ya tekrar gelecek oluşum. Son dört gün göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor ve yolculuk günü geliyor. Biraz hastayım. Birkaç gündür böyle. Hostele bir moto-taksi çağırıyoruz, beni terminale bırakıyor. Otobüs saatine on dakika var. Bekliyorum. Otobüsün saati geliyor, otobüs yok. Rötar yapmış. Ne kadar mı? Tabii ki belirsiz. Buralarda her şey belirsiz, herkes rahat. Kimse söylenmiyor. İşte dönmek istememe nedenlerimden biri.

Neyse, yarım saat, 45 dakika sonra otobüs geliyor. Görevliler minik kamerayı tripoda yerleştiriyor, sırayla bilet kontrolü yapılıyor ve otobüse biniyoruz. Yolculuk başlıyor. Muz tarlaları, okyanus kenarında güneşlenenler, yüzenler… Yaklaşık yarım saat sonra duruyoruz. Birkaç polis biniyor otobüse. Hepimizin pasaportuna ve tabii yerellerin kimliklerine tek tek bakıyor, damgalıyor olabilir, hatırlamıyorum. Sınır geçişi için olan kontrol değil bu, sınıra daha var. Kontrol bitiyor, polisler otobüsten iniyor, yola devam ediyoruz. Yemek servisi başlıyor. Söylemeden geçemeyeceğim, Cruz Del Sur’un yemekleri çok güzel. Vejetaryen, vegan seçenekler de mevcut. Yemeklerde ve hatta Güney Amerika’da değişmeyen tek şeyse patates ve pilav. Yemeğimi alıyorum. Hala hasta olduğumdan hiç iştahım yok. Zor da olsa birazını yiyorum. Bir süre sonra görevli geliyor boşları almaya. Tabağımı veriyorum. Hiç memnun değilim yiyememiş olmaktan. Dönüşe artık.

Biraz uyuyarak, biraz müzik dinleyerek, biraz da dışarıyı seyrederek geçiyor yol. Sınıra geliyoruz. Pasaport kontrolü sonrası yola devam edeceğiz. Otobüs park ediyor, biz kontrol için iniyor ve sıraya giriyoruz. Önce Peru çıkışımızı yapacağız, ardından Ekvador girişimizi. Sıra uzun ve yavaş ilerliyor. Bense bir terliyor, bir üşüyorum. Ayakta durmaktan hiç memnun değilim. Tek isteğim bir an evvel şu işin bitmesi ve yola devam etmek.

Sıranın Peru çıkışına yaklaştığım bir yerinde iki kişiyle tanışıyorum. Biri Taylandlı, diğeri İngiliz. İşte yalnız seyahat etmenin en sevdiğim yanı. Başlıyoruz sohbete, “Nereye gidiyorsun?” “Nerelisin,” “Nereleri gezdin?” “Ne zamandır geziyorsun?” Sıra bize geliyor. Çıkışımızı yaptırıyor ve Ekvador girişi için tekrar sıraya giriyoruz. Şansımıza ekstra bir gişe açılıyor, bizi oraya alıyorlar. Üstelik beklediğimiz yer banka gibi. Yani artık ayakta durma zorunluluğu yok. Sadece sırayı bozmadan oturma zorunluluğu var.

Taylandlı ve İngiliz’in ardından sıra bana geliyor. Görevlinin öyle değişik bir İngilizcesi var ki, her seferinde tekrar soruyorum ne dediğini. Sonunda anlaşıyoruz. Pasaportuma damgayı basıyor, galiba 50 günlük, okuyamadım. Pasaportumu alıyor, otobüsün yanına gidiyorum. Taylandlı ve İngiliz de orada. “Kadının İngilizcesi çok kötüydü,” diyor İngiliz.

Tüm yolcular geliyor, otobüs hareket ediyor. Guayaquil’e varmamıza daha 5-6 saat var. Bundan sonrası genelde uyuyarak geçiyor. Bir an gözümü açıyor, perdeyi aralıyor ve gördüğüm manzaraya dayanamayıp hemen kapatıyorum. Gözümü de kapatıyorum. Gördüğüme dair hiçbir şey kalmamalı zihnimde. İşte o an burada bir gün bile geçiremeyeceğime karar veriyorum. Manzarayı merak ettiyseniz söyleyeyim. İstanbul’da köprüden arabayla karşıya geçtiğinizi düşünün. İşte tam olarak o manzara.

Hayır, İstanbul’a dönmeme daha var ve şu an buna hiç hazır değilim. Bu arada pasaport sırasında Taylandlı olan buradan direkt Quito’ya geçeceğini, otobüs bulamazsa da terminalde sabahlayacağını söylemiştti, bense nereye gideceğime henüz karar veremediğimden, Banos ve Quito arasında kararsız kaldığımdan bahsetmiştim. Quito’da hiking yapılabilecek yerlerden bahsedince ilgimi çekmişti çünkü. Her an daha uzak olmasına rağmen Banos’tan vazgeçip Quito’ya gidebilirdim. Sonuç olarak, Guayaquil Terminali’nde beraber takılmak konusunda sözleşmiştik.

O korkunç manzaradan on beş, yirmi dakika sonra terminale varıyoruz. Otobüsün kapısında Neung ile buluşuyoruz. (Bizim Taylandlı kız.)
Otobüste biriyle tanıştım. Bize bilet konusunda yardımcı olacak.
Süper…

Bagajlarımızı alıyor ve Neung’un tanıştığı adamla birlikte terminale giriyoruz. Bizi bilet alabileceğimiz gişelere götürüyor. Bense otobüs saatlerine göre kararımı vereceğim. Banos mu, Quito mu? Banos’ta karar kılıyor, biletimi alıyorum. Aynı akşama bilet var. Yaklaşık 2-3 saat sonraya. Neung da Quito için biletini alıyor. Otobüslerimizin hareket saatleri arasında bir saat var. Galiba önce benimki, sonra onunki. Önce kendimize birer hat alıyor, sonra yemek yemeye gidiyoruz. Bu terminal AVM gibi. Bir yere oturuyor, sırayla gidip yemeklerimizi alıyoruz. Şimdi ekstra dikkatli olma zamanı. Bir yandan yemeklerimizi yiyor, bir yandan sohbet ediyor, bir yandan eşyalarımıza göz kulak oluyoruz. Çünkü daha önce de söylediğim gibi, hırsızlığın en yüksek olduğu ülkelerden birindeyiz. Üstelik büyük şehirlerde bu oran daha da artıyor.

Ne kadar zamanımız kaldığını görmek için saate bakıyoruz. Az kalmış. Yavaştan kalkıp otobüslerimizi bulsak iyi olacak. Burası büyük bir yer çünkü. Elimizde otobüsün kalkış yerinin ve detaylarının yazılı olduğu kağıt, aynı zamanda bilet yerine geçiyor, bir görevli görüyor, kağıdı gösteriyoruz.
Üst katta,” diyor. Yukarı çıkıyoruz. İkimizin de otobüslerini buluyor, ayrılıyoruz. Birbirimizin telefon numaralarını çoktan almıştık.

Küçük bir Ekvador kasabası: Banos

Beni Banos’a götürecek olan otobüs, Cruz Del Sur’un aksine, tek katlı, sıkışık koltuklu. Bizim eski şehirlerarası otobüslere benziyor. Otobüs hareket eder etmez uyuyorum. Sadece arada lambalar yandığında uyanıyor, nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyor, anlayamıyor, tekrar uyuyorum. Banos herhalde son duraktır. Ya değilse? Şu an çok uykum var, bunu düşünemeyeceğim.

Evet, son durakmış. Sabaha karşı 5:00 gibi Banos’ta oluyoruz. Küçük bir terminal. Sakin, boş. Şarjım yüzde sıfır, powerbank’im de öyle. Terminalde bir priz bulup telefonumu şarja koyuyorum. Telefonuma ihtiyacım var, çünkü kalacak yer ayarlayacağım. Evet, yine son dakikaya bıraktım. Telefonum açılıyor, hemen booking.com’a giriyorum. Şöyle dağ manzaralı bir yer arıyorum. Merkeze yürüyerek 15 dakika mesafede, sakin bir yer buluyorum. Hostel değil, tek kişilik oda. Rezervasyonumu yapıyor, telefonum biraz daha şarj olduktan sonra yeniden yola koyuluyorum. Köşede bir taksi duruyor, ona soruyorum. “Orayı biliyorum, 2 Dolar,” diyor. Yeri gelmişken söyleyeyim, Ekvador enflasyona dayanamayıp para birimini dolara çevirmiş. Fiyatlar dolar baz alındığında normal. Mesela ortalama 2 Dolar’a iyi bir americano içebilirsiniz.

Ağaçlı yolların arasından geçiyor, on beş dakika sonra otele varıyoruz.
Burası,” diyor şoför. Parayı veriyor, iniyorum. Saat hala çok erken. Şimdi hatırladım, terminalde oyalanmamın ikinci nedeni buydu. Bu saatte resepsiyonda kimse olmama ihtimali. Resepsiyonda güler yüzlü bir kadın karşılıyor beni. Zaten Güney Amerikalılar hep gülüyor.
Benim rezervasyonum vardı,
Bir saniye,” diyor, hemen yandaki odaya gidiyor, içeride biriyle konuşuyor. Beş dakika içinde biri geliyor. İngilizce konuşuyor. Üstelik aksanlı. Benim için büyük lüks. Gerçi sonradan anlıyorum ki Ekvador’da İngilizce konuşma oranı biraz daha yüksek. “Sizin için ayırdığımız odada kalanlar henüz check- out yapmadı. Yani oda hazır değil. Siz şimdilik başka bir odada dinlenin, ben odanız hazır olduğunda size haber vereceğim,” diyor ve beni geçici odama götürüp, kahvaltı saatini söyleyip kapıyı kapatıyor, gidiyor. Ben yine manzaraya takılıyor, dağlardan gözümü alamıyorum.

Otelle ilgili daha fazla detaya girmeyeceğim. Banos’un bendeki hissiyse arada kalmışlık, sıkışıklık. Ne Cusco kadar yüksek irtifa, ne Mancora gibi okyanus kenarı. Öyle çok şey var ki bana Peru’yu özleten. Yollar asfalt mesela. Neden patika değil? Yorgun ve yalnız hissediyorum. Paylaşmak istediğim birçok şey var, paylaşabileceğim kimse yok. Yine de şikayetçi değilim bu durumdan.

Yola çıktığım andan itibaren, başıma gelebilecek iyi, kötü her şeye tamamen açmıştım kendimi çünkü. Yazının başında dediğim gibi, bu tecrübeyi yaşamak istemiştim ve işte yaşıyorum. Yalnız Mancora’da söyledikleri her gidenin midesinin bozulması kısmını yaşamak istemezdim. Zaten duyduğum an, “Bana bir şey olmaz, dikkat ederim,” diye düşünmüştüm. Dikkat ettim ama işe yaramadı. Açıkçası ilk gün pek sallamadım, nasıl olsa yarına geçer diye. Baktım geçmiyor, mecburen haşlanmış patatese döndüm. Banos’taki ilk üç günüm sakin ve otelde geçti. Biraz da dönmek için gün sayarak. Asıl dönmek istediğim yerin İstanbul değil de Peru olduğunuysa Lima’ya geldiğimde anlayacaktım.

Dördüncü günümde Banos’u keşfetmeye başladım. Burası gördüğüm diğer yerlere göre çok daha modern. Bu durumdan hem memnunum; çünkü iyi kahve içebileceğim güzel yerler var, hem değilim. Sanırım bunun nedenini tam olarak ifade edemeyeceğim. O yüzden kalsın.

Ben size biraz Banos’tan ve bu çevrede yapabileceklerinizden bahsedeyim. Burası küçük bir kasaba ve Ekvador’un en turistik yerlerinden biri. Belli ki modernliği buradan geliyor. Turistik olmasının nedeniyse, çevresinde gezilip görülebilecek birçok yer olması. Bunlardan en ünlüsü, ağaç ev anlamına gelen “La Casa Del Arbol”, nam-ı diğer “Dünyanın Sonundaki Salıncak”.

Buraya merkezden kalkan otobüslerle 1 Dolar’a ulaşabilirsiniz. Giriş ücretiyse 2 Dolar. Otobüs vardığında yağmur yağıyordu. Kenarda bir tentenin altına girip dinmesini bekliyoruz. Bu sırada bir çiftle tanışıyorum. Kız Fransız, sevgilisiyse Kolombiyalı. Yağmur biraz azalınca başlıyoruz salıncağa doğru yürümeye. İlk salıncak karşımızda. O meşhur olanı değil bu. Daha çok macera arayanlar için, bol korunaklı, takla attırmalı salıncaklar. Üstünde bir kız, çığlık çığlığa.

Biraz seyrediyoruz ve devam ediyoruz. Ağaç ev göründü. Hemen önünde bir salıncak, biraz ilerisinde bir tane daha. Hiçbir koruması yok, aşağısı uçurum. Böyle anlatınca biraz cesaret isteyen bir şeymiş gibi gözükse de bence öyle değil. Sırayla biniyoruz. Sallanması çok eğlenceli. Aşağıda Tungurahua Volkanı var ama bulutlardan gözükmüyor. İndiğimizde hepimizin yüzünde aynı ifade: “Bu muydu yani?

Yavaş yavaş dönüyoruz. Yolda biri denge barında fotoğrafını çekmemizi istiyor, çekiyoruz. Orada biraz duruyor, hem manzarayı seyrediyor, hem sohbet ediyoruz. Bulutlardan pek bir şey görünmüyor tabii. Zaten aynı günün gecesinde deli gibi yağmur yağıyor. Kısa bir süre sonra aşağıya varıyoruz. Otobüs saat başı kalkıyor ve daha zamanımız var. Hemen karşımızda duran lokantada bir şeyler içiyoruz. Sonra kalkıyor, kapının önüne çıkıyoruz. Otobüse beş dakika var. O sırada hoparlörden Bohemian Rhapsody çalıyor. Dayanamayıp, dans ediyoruz. Gerçi dayanmak için bir şey yapmadık, müziği duyar duymaz başladık. O sırada sohbet, muhabbet, tuvalet derken o beş dakika geçiyor. Arkamızı dönüyoruz, otobüs gidiyor. Evet, kaçırdık. Bir sonraki bir saat sonra.

Bekleyecek miyiz? Hayır, ne gerek var. Haydi yürüyelim. Gerekirse otostop çekeriz. Yaklaşık 10 dakika sonra bir arabanın geldiğini hissediyoruz. Otostop çekiyoruz ve duruyor. Arabada üç kişilik yer yok aslında. Sıkışıyoruz. Ön koltukta iki kişi, arkada dört kişiyiz. İçindekiler Ekvador’un yerli gençleri. Ellerinde biralar, plastik bardakla bize bira ikram ediyorlar. Müzik, dans ve bira eşliğinde keyifli bir şekilde merkeze gidiyoruz. Sonrası yemek, biraz merkezde dolanma ve ayrılış. İşte böyle geçiyor Banos’ta bir günüm. Dönmek istiyorum hallerinden, galiba iyi ki buradayım haline doğru. Ama asıl iyi ki dedirten şey, Pailon Del Diablo Şelalesi’ne gittiğim gün, doğanın gücünü yeniden hissettiğim andı. Yani benim için Banos’ta görmeden dönülmemesi gereken yer, Pailon Del Diablo Şelalesi oldu.

İlginizi çekebilir: Peru’da rengarenk bir dağ: Gökkuşağının toprağa yerleşmiş hali, Gökkuşağı Dağları

Nihan Yığın
Yazmayı, seyahat etmeyi, başkalarının hayatlarına tanık olmayı, hikayeler dinlemeyi, bu hikayeleri yazarak paylaşmayı sever. “Issız bir adaya düşsen yanına ne alırsın?” deseler, ilk söyleyeceği ... Devam