Peru’da rengarenk bir dağ: Gökkuşağının toprağa yerleşmiş hali, Gökkuşağı Dağları

Hani yağmurdan sonra gökyüzünde oluşan, her göreninin yüzünü güldüren, mutlu eden yedi renk vardır ya, işte o renklerin toprağa yerleşmiş halini düşünün. Evet, Peru’daki Gökkuşağı Dağları’ndan bahsediyorum. Tektonik kırılmalar sonucu yedi değişik mineralin bir araya gelmesiyle oluşmuş, rengarenk bir dağ. Cusco’dan üç saat mesafede. Yollar dağlık, virajlı, her yer uçurum. Manzaranın güzelliğini söylememe gerek yok sanırım.

İçinde bulunduğumuz servis, satın almış olduğumuz tura ait. Gökkuşağı Dağları’na gitmenin en kolay ve en tercih edilen yolu tur satın almak. Biz de öyle yaptık. Bir gün öncesinden fiyatları araştırdık, en uygununu aldık. Nerede kaldığımızı sordular, söyledik, saat sabah 04:00’da kapıda olun dediler, olduk. Bir kadın geldi, peşine takıldık, tura dahil olanları toplaya toplaya meydana gittik. Bizi dağa çıkaracak olan servis orada bekliyordu. Dağa derken, zirvesine değil, sadece girişine. Araçların daha fazla gitmesi yasak.

Sonraki 8 km yürüyerek ya da atlarla. Ata binmeyi düşünmedik bile, yürüdük. Eğer giderseniz siz de binmeyin ata. Yürüyün. Basın o toprağa, hissedin oralardaki enerjiyi. Normalden daha çabuk yorulacaksınız, durup dinlenirsiniz. Zaten yanağınız coca yaprağı dolu. Adım başı kolonya verenler var, gidin alın o kolonyalardan, koklayın, iyi geliyor. Az oksijen kafası ayrı bir güzel. Şehir hayatında ne kadar gereksiz oksijen tüketiyormuşuz meğer. Yükseklere çıktıkça oluşan değişimleri gözlemlemekse pek bir keyifli. Kaçırmayın bu fırsatı. Ata binerseniz kaçabilir. Oksijenin azalması, havanın gittikçe soğuması ve zirvede tipi eşliğinde kar yağması. Cusco’da incecik bir montla dolaşıyorduk. Şimdiyse kazaklar, bereler.

Başa dönüyorum. Yolculuğun başlangıcına. Dağlardan, uçurumlardan geçtik ve sonunda bir köye ulaştık. Yani köyün içine değil de, kenarına. Burada bir yerde kahvaltı yapacağız. Malum yüksek irtifa, yüksek enerji gerektirir. Bunu sağlayacak her şeyi koyuyorlar önümüze. İlk gelen patlamış mısır. Yumurtalar, ballar, reçeller, muzlar… Bol bol coca çayı. Şu an hatırlayamadığım bir sürü yiyecek daha. Yiyin diyorlar, 4600 metreye çıkacağız, ihtiyacınız var. Tur bu kadar çıkarıyor. 5 bine çıkmak sizin tercihiniz. En çok zorlayanı son 400 metre. Ama değiyor, kesin bilgi.

Neyse konumuza dönelim. Aşırı enerjili kahvaltımızı yaptık, cebimize biraz coca yaprağı doldurduk, yola devam etmek için servise bindik. Rehber herkese coca yaprağı dağıttı, nasıl kullanacağımızı söyledi. Bizim kahvaltıda aldıklarımızsa yanımıza kar kaldı. Gerekirse onları sonra kullanacağız. Çiğnenmiyor bu yapraklar. Yanağın kenarına yerleştiriliyor ve orada duruyor. Bu arada yol boyunca tur rehberi bilgi verdi. Dağ hakkında, İnkalar hakkında, kahve hakkında… İlkinden sonra “İspanyolca bilmeyen var mı?” diye sordu, sadece üç kişiydik. Yanımıza geldi, İngilizce anlattı. Kafasında çiçekli şapka olan kadınlardan bahsetti. Onlar dulmuş. “Sadece dul kadınlar çiçekli şapka takar,” dedi. Renkleri oluşturan minerallerden bahsetti. Sarı rengin kaynağının potasyum olduğunu söyledi. Sadece bunu hatırlıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam. Magnezyum da demiş olabilir.

Rehberin anlattığı hikayeler, yolun güzelliği, 5 binlere çıkacak olmanın heyecanı derken servisle gidilen yerin sonuna geliyoruz. Servis geniş bir alanda duruyor, iniyoruz. Baton veriyorlar. “Yol zor, batonsuz olmaz,” diyorlar. Küçük bir açıklama yapılıyor İspanyolca. Sonra gelip bize İngilizcesini anlatıyorlar. Ne dediklerini hatırlamıyorum. Galiba pek dinlememiştim. Yürümeye başlıyoruz. Hafta sonu olduğu için biraz kalabalık. Mümkünse hafta içi gidin. Aşırı yavaş yürüyenler, bir an önce hedefe ulaşmak isteyenler, zorlandıkları halde zorlanmıyor taklidi yapanlar… Yol, herkesin karakterini yansıtıyor adeta. “Yorulmadım aslında. Sadece bacaklarım ağrıyor, ondan duruyorum,” diyor arkadaşımız nefes nefese.

Yol boyunca ara ara tezgahlar var. Bisküvi, kola, fanta, coca çayı vs. satıyorlar. 4600 metrede ise buna alpaka etleri ekleniyor. Bence kötü kokuyor. Birer coca çayı alıyor, bir taşa oturuyor, gökkuşağının toprağa yerleşmiş halini seyrediyoruz. Hava bulutlu olduğu için net değil. Biraz dinlendikten sonra batonlarımızı alıyor, 5 bine tırmanıyoruz. Hiçbir şey gözükmüyor. Bulutlar gelmiş, zirveye yerleşmiş yine. Her yer sis, tipi. Kar taneleri yüzümüze çarpıyor, üşüyoruz ama umurumuzda değil. Üstümde kalın bir şeyler olsa saatlerce kalırdım orada ama yoktu. Üstelik belli bir saatte serviste olmamız gerekiyor. Mecburen iniş yoluna koyuluyoruz. Bu sefer alçaldıkça olan değişimleri seyrediyorum. Kar, yerini yağmura bırakıyor, sonra güneş çıkıyor. Oksijen artıyor, adımlar hızlanıyor. Yorulup dinlenmeler tamamen yok oluyor. Arkadaşlarım sohbete dalıyor, yanlarından kaçarak uzaklaşıyorum. Çünkü sadece doğanın sesini dinlemek istiyorum o an.

İlginizi çekebilir: Peru’da sazlıklardan oluşan bir cennet: Titicaca Gölü ve Uros Adası

Nihan Yığın
Yazmayı, seyahat etmeyi, başkalarının hayatlarına tanık olmayı, hikayeler dinlemeyi, bu hikayeleri yazarak paylaşmayı sever. “Issız bir adaya düşsen yanına ne alırsın?” deseler, ilk söyleyeceği ... Devam