Öz saygı ile yeme bozuklukları arasında nasıl bir ilişki var?

Bugünkü yazımızın konusu benlik saygısı ya da öz saygı olarak adlandırdığımız kavram ile yeme bozuklukları arasındaki ilişki. Öz saygıyı kısaca tanımlamakla başlayalım. Aysel Keskin’in daha önce uplifers.com’daki bir yazısına başvuracak olursak; bir kişinin kendine ne kadar değer verdiğinin, kendini ne kadar onayladığının ve takdir ettiğinin ölçüsü o kişinin kendine olan saygısını gösteriyor. Diğer bir ifadeyle, kişinin kendine karşı olan olumlu ve olumsuz tutumları benlik saygısını oluşturuyor. 

Yeme bozukluklarıyla mücadele eden insanların çoğunlukla benlik saygısının zayıf olduğunu ve yeme bozukluğunu bir çeşit kaçış mekanizması şeklinde kullandığını gözlemliyoruz. Öz saygının olumsuz olması; kişinin yeterince iyi olduğuna inanmamasından, sözde eksikliğini “telafi etmek” için bir şeyler yapması gerektiğini hissetmesinden ve bu dünyaya ancak yeme bozukluğunu sahiplenerek “bir şeyler verebileceğini” düşünmesinden etkileniyor. Yeme bozukluğunu bir kaçış yolu olarak gören kişiler ise bunu daha çok kendisiyle ilgili rahatsız edici hisleri bastırmak için kullanıyor, zayıf bir öz saygı nedeniyle kaybettiği kimliğini yeme bozukluğunun sahte benliğinde oluşturmaya, acılarından ve korkularından bu şekilde uzak durmaya çalışıyor.

Psikolog Melissa H. Smith, olumsuz benlik saygısının yeme bozukluğuna zemin hazırlayan bir ön faktör olarak karşımıza çıktığını ortaya koyan çalışmalar yapıldığından bahsediyor. Bu çalışmalara göre, yetersiz bir öz saygı, ilkokul yaşındaki kız çocuklarında dahi bulimiya nervoza ya da anoreksiya nervoza gibi yeme bozukluklarının gelişmesine neden olabiliyor.

Yeme bozukluklarından kurtulmak için benlik saygısı neden önemli? Ne yapılması gerekiyor?

Smith’in açıklamalarından devam edecek olursak, yeme bozuklukları yaşayan insanların öncelikle kendileriyle ilgili sahip olduğu olumsuz düşünce ve inanışlarla yüzleşmesi çok önemli. Yeme bozuklukları nedeniyle kişilerin değerlerini kiloları, kıyafetlerinin ölçüsü ya da bedenlerinin biçimleriyle özdeşleştirdiğini biliyoruz. Kişi kendisiyle ilgili bu tür olumsuz değerlendirmeleri hayatını kapsayacak anlamlı değerlerle ne kadar hızlı ve sağlam bir zeminde değiştirebilirse, yeme bozukluğundan da daha kolay iyileşebilir. 

Bu noktada kendimize çeşitli sorular sorarak yola çıkabiliriz: “Bu hayattan ne istiyorum? Geleceğimi nerede, kimlerle görüyorum?” Cevaplaması kolay sorular değil ama bunlarla dürüst bir şekilde yüzleşmek hayatta kendimize biçtiğimiz çeşitli rolleri sorgulamamıza yardım edecektir. Böylece, sevgi bağı zannettiğimiz ama aslında bizi içine hapseden bağımlılıklarımızı ve ilişkilerimizi fark edip bunları daha sağlıklı ve olumlu şekilde yeniden kurabiliriz.

Terapilerin ve psikolojik desteğin önemi de bu noktada ön plana çıkıyor. Terapistlerin danışanlarını yeni roller üstlenmeye ve kendilerine olan güvenlerini yeniden kazanacakları faaliyetlerde bulunmaya teşvik etmesinin faydalı olduğunu söylemeliyiz.  

Yeme bozukluklarıyla mücadele eden kişiler çoğu zaman bir “istisna” olduklarına inanırlar. Diğerleri bu hayatta mutluluğu, sevgiyi ve neşeyi hak ediyordur ama kendileri acı içinde olmalı, düş kırıklığı yaşamalı ve ceza çekmelidir. Kendimizle ilgili tutum ve düşüncelerimizi olumlu tarafa çekip öz saygımızı kuvvetlendirmek için, bize zararı dokunan hislerin aslında çarpıtılmış düşüncelerden oluştuğunu kabul etmemiz ve sevgiye ve mutluluğa herkes kadar hakkımız olduğunu bilmemiz önemli. Değerimizi başarı ya da başarısızlık olarak nitelendirdiğimiz davranış ve sonuçlar belirlemez. 

Mükemmeliyetçi olma eğilimi, benlik saygısının yeterince oluşmamasına ya da zayıflamasına ve özellikle yeme bozukluklarının gelişmesine neden olan bir diğer faktör.  Mükemmel aslında var olmayan bir durumu ifade ediyor. Yani, asla ulaşamayacağımız başarılar ve hedefler belirleyip bunları elde edemeyince değersiz olduğumuza inanıyoruz. İyi yaptığımız şeyleri, küçük ya da büyük bu hayata sunduklarımızı hep küçümsüyor ve hep görmezden geliyoruz. Mükemmeliyetçi eğilimleri daha gerçekçi bir tutumla değiştirmek, ulaşılması imkânsız hedefler yüzünden içine çekildiğimiz bir kısır döngüden kurtulmamıza yardım edecektir.  

Yeme bozukluklarının kimliğimizi belirlediğine inanmamız öz saygımızı yaralayan bir başka yanlış tutumdur. Yeme bozuklukları gerçekte kim olduğumuzu belirlemekten çok uzaktır, aksine sahte bir benlik algısı yaratarak asıl kimliğimizden beslenirler ve asla doymak bilmezler. Yeme bozukluğunu kimliğimizle özdeşleştirdiğimiz yerin arka planında aslında korkularımız var. Başarısız olma korkusu. Sevilmeme, yalnız kalma, ayıplanma, değersiz görülme korkusu. Kendi değerimizi başkalarının bizim hakkımızdaki düşünceleri ve tavırlarıyla ölçtüğümüz derecede asıl kimliğimizden uzaklaşıyor ve kendi yarattığımız korkuların esiri oluyoruz.

Korkularla yüzleşmek adına ufak adımlarla yola başlayabiliriz. Ne zaman yeme bozukluğuyla ilişkili bir davranışta bulunacağımızı hissedersek bunu önleyecek bir eyleme yönelebiliriz. Güvendiğimiz bir arkadaşı arayıp havadan sudan konuşmak ya da sakinleşene kadar derin nefesler almak kadar basit çarelerden bahsediyoruz aslında. Doktor Smith’e göre, bu küçük adımlar yeme bozuklukları olan kişilere daha büyük riskler almaları için yol gösterici nitelikte. Başta ne kadar önemsiz gözükseler de aslında ufak değişikliklerle öz saygımız yeniden kuvvetlenmeye başlıyor ve ileriki aşamalarda çevremizdeki insanlarla paylaşıma ve dengeye dayalı ilişkiler içine girme ve ilgi duyduğumuz, keyif aldığımız, bizi yansıtan yeni faaliyet alanları keşfetme cesaretini gösteriyoruz. 

Mükemmeliyetçi eğilimlerin bir diğer yansıması da kendimizi başkalarıyla karşılaştırmamız şeklinde ortaya çıkıyor. Mukayese, olumsuz benlik duygularının bir döngü halinde devam etmesine ve dolayısıyla yeme bozukluklarının gelişmesine neden olabiliyor. Bunun yanı sıra, karşılaştırmalarımız yüzünden başkalarıyla olan ilişkilerimizde rahat hareket edemiyor, hep gergin, hep diken üstünde bir tutum benimsiyoruz. İnsanlara saygı ve paylaşmaya dayalı bir bakış açısıyla yaklaştığımız ölçüde hem benlik saygımız besleniyor hem de güvenli ilişkiler kurabiliyoruz. 

Öz saygıyı olumsuz etkileyen bir diğer faktör ise “zayıfsan güzelsin” mesajını veren medya içerikleri. Chicago Üniversitesi’nin yeme bozuklukları programı üyesi psikolog Angela Celio Doyle, bu tür içeriklere karşı eleştirel bir tutum almamız gerektiğini söylüyor. “Güzellik dergileri gibi mecralar ya da çeşitli sosyal medya hesapları, sağlıksız bir inceliği ve zayıf bedenleri öven görsellere yer veriyor. Bunlardan olabildiğince uzak durun ama karşılaştığınızda da –ki mutlaka denk gelirsiniz– eleştirel bir gözle bakın. Fotoğraftaki kadın ya da erkeğin bedeni aslında ne kadar sağlıklı? İnce ya da zayıf olduğu ölçüde mi güzel? Görsel üzerinde oynama yapılmış olabilir mi? Ortalama bir kadını ya da erkeği mi temsil ediyor yoksa belli vücut tiplerini idealize edip bizleri standart güzellik kalıplarının içine mi hapsetmeye çalışıyor?” 

Doyle’un bu sorularını sorarak maruz kaldığımız pek çok çarpıtılmış içeriğe karşı tetikte olabiliriz. Bir diğer yöntem ise özellikle sosyal medyadan biraz olsun uzak durabilmek. Günde bir saat bile olsa. Başta zor gelebilir. Belki on dakikayla başlayıp yavaş yavaş sanal gerçeklikten uzaklaşarak asıl benliğimizle baş başa kalabileceğimiz ve tabii bu sırada tüm korkularımızla, endişelerimiz ve düşüncelerimizle yüzleşebileceğimiz anları çoğaltabiliriz. Sanal gerçekliğe, sahte kimliklere ve idealize bir dünyaya sığınmak kulağa daha kolay gelse de bunların hiçbiri öz saygımızı kuvvetlendirmeyecek, bizlere yeme bozuklukları gibi rahatsızlıklarla olan mücadelemizde yardımcı olmayacaktır. 

Benlik saygısı ile kontrol isteği arasında da yakın bir ilişki olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Yeme bozukluğu olan kişilerin zorlandığı en temel konulardan birinin de aşırı kontrolcü tutumlar ve “ya hep ya hiç” bakış açısı olması öz saygının bu olumsuzluklardan etkilendiğini kanıtlıyor. Çalışmalar; ölüm, boşanma ya da işe değişikliği gibi büyük değişimlerin veya öngörülmemiş durumların kişilerde kontrol isteği yarattığını ortaya koymaktadır. Ve bazılarımız hayatın gidişatını kontrol edemeyince bedenlerini kontrol etmeye yöneliyor.

Psikolog Michael E. Berrett, yeme bozukluklarının çoğunlukla kontrol arayışında olan kimselerce bir kaçış mekanizması olarak kullanıldığını ifade ediyor. Neyden kaçırıyoruz peki? Acı hissetmekten. Korkularımızdan. Saklanıyoruz kısacası. Bu noktada, önümüzde iki seçenek var: Yüzleşmek ya da kaçmak. Birincisi, bizi zenginleştirir, kişiliğimizi geliştirir ve benlik saygımızı kuvvetlendirir çünkü kendimizi anlamamızı sağlar. Yüzleşeceksek hayatın ikilemlerden oluştuğunu kabul etmeli ve kendimizi yargılamadan ya da suçlamadan bunları kucaklamasını bilmeliyiz. Kaçtığımız ikinci durumda ise risk almaktan korkarız, değişime kapalıyızdır ve saplantıların, kalıplaşmış tavır ve tutumların dayattığı bir ağ içinde hapsoluruz. 

Bu durumu en güzel şekillerinden biriyle Susan Jeffers ifade ediyor aslında:

“Korkunun üzerine gitmek, çaresizlikten doğan korkuyla birlikte yaşamaktan daha korkutucu değildir.”

Korkularımızın esiri olmadığımızda kaybedeceğimiz bir şey yok; aksine asıl benliğimizi (yeniden) keşfedip anlamlı bir hayat sürmenin yolu yüzleşmekten geçiyor. 

Kaynaklar:

https://www.nationaleatingdisorders.org/blog/10-simple-ways-practice-self-love

https://www.everydayhealth.com/eating-disorders/boosting-body-image-and-self-esteem.aspx

http://www.byui.edu/counseling-center/self-help/eating-disorders/antidotes-for-low-self-esteem

Center for Change – Melissa H. Smith, PhD

Susan Jeffers, Feel the Fear and Do It Anyway (Korksan da Vazgeçme, çev. Ayşegül Yelçe, Varlık Yayınları)

İlginizi çekebilir: Gerçek benliğimizi nasıl besleyebiliriz: 5 öneriyle ruhunuzu besleyin

Burcu Uluçay
Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar ... Devam