Kitapları seven kız: Hesse ile komün düşleri

Büyürken Hermann Hesse’nin yazdığı her şeyi okumuş, onun kitaplarında anlattığı Budizm fikrinden çok etkilenmiştim. Hesse’nin kahramanları evden ayrılıp Doğu’ya, sonunda kendilerini bulacakları uzun bir yolculuğa çıkıyorlar ve bu keşif sonrasında aydınlanmış olarak eve dönüyorlardı.

Ben de bunu yaşamak istiyordum, eve dönme kısmı hariç. Ben tıpkı onun kahramanları gibi yollara düşmek, hayatımı değiştirecek bir aydınlanma yaşamak ve kendime yeni bir ev kurmak istiyordum. İçinde benim gibi insanlarla birlikte yaşayabileceğim, bahçesine sebzeler ekebileceğim, bir sürü küçük hayvanımın ve beyaz bir duvar piyanomun olacağı, kocaman, güneşli bir hippi evi. Bir komün…

On dört ve on beş yaşlarında tuttuğum günlüklerimin kapağına “Yalnızca Kaçıklar İçin” diye yazmıştım. Bu, Hesse’nin Bozkırkurdu romanından aşırdığım bir şeydi. Romandaki gizemli tiyatronun el ilanında yazan bu tılsımlı sözcükleri bir an için bile yanımdan ayırmıyordum. Bir kaçık olduğumu düşünmekten hoşlanıyor ve sadece benim gibi kaçıkların kabul edileceği özel bir yerde yaşama hayalleri kuruyordum.

Sıradan olmaktan ölesiye korkuyordum. Sınıf arkadaşlarımın çoğunu fazlasıyla sıradan buluyor, onlardan uzak duruyordum. Yoksa kitaplarla yatıp kalktığım ve onları insanlardan daha çok sevdiğim için beni fazlasıyla tuhaf bulan ve benden uzak duran onlar mıydı? Bunu artık hatırlayamıyorum, ancak her gün gördüğüm bu insanlarla aramda okyanuslar kadar kocaman bir mesafe olduğunu çok iyi hatırlıyorum.

Yalnızca kaçıklar için… Yalnızca kaçıklar davetliydi benim dünyama. Bu dünya ise gerçekte çok ıssız, çok sessiz bir yerdi. Ben hep tek başımaydım orada. Güneşli günlerde perdeleri çeker, mum ve tütsü yakar, çok sevdiğim o kasvetli grunge gruplarını dinler ve durmadan ama durmadan günlüğüme bir şeyler yazardım.

Beklerdim. Neyi beklediğimi bilmezdim ama başıma çok büyük ve çok güzel bir şeyin geleceğine yürekten inanırdım. Büyüyecek, bir komün kuracaktım. Bu dünyada benim gibi insanlar olduğundan ve onların geceleri beni düşlediklerinden emindim. Tıpkı benim onları düşlediğim gibi…

Bu düşler içinde kaybolurken ise gerçek mizacımı çoğu zaman görmezden gelirdim. Kendimi komünün yeşil bahçesinde, güneş rengi saçlarını savurarak örgü bikinisiyle Stairway To Heaven söyleyen çılgın bir kız gibi hayal ederdim.

Gerçekte ise ne sarışındım ne de çılgın, üstelik Stairway To Heaven’dan da nefret ederdim. Eğer o yıllarda kendimi birazcık daha iyi tanıyabilseydim, aslında kalabalık grupların değil, iki ya da üç kişilik dostlukların insanı olduğumu da bilebilirdim.

Oysa kendimi tanımıyordum henüz. Hippilerin fotoğraflarına bakıp içimin gıcıklanmasına izin veriyordum. Onlarla ilgili her şeye karşı derin bir saplantı geliştirmiştim. O yıllara ışınlanmak, onlardan biri olmak için her şeyimi verebilirdim.

1967’nin o meşhur aşk yazında kalabalık gruplar hâlinde çimenlere yayılmış olduklarını görüyordum bu fotoğraflarda. Birbirlerine Hesse’nin Bozkırkurdu kitabından pasajlar okuyorlardı. Yalnızca kaçıklar için tasarlanmış bir eğlenceydi bu. Ancak o zamanlarda dünyada olsaydım bile, imrendiğim bu insanların arasında bir yabancı gibi hissedecektim belki de.

Mum ışığında, sandal ağacı dumanıyla sarmalanmış olarak yazıyordum yazılarımı. Benim için kutsal bir eylemdi günlüğüme yazmak, kendi kendime konuşmanın en kabul edilebilir biçimiydi.

Bir de birilerinin çıkagelip günlüğümü okuyacaklarına ve benim ne kadar özel biri olduğumu nihayet fark edeceklerine dair gizli bir hayalim vardı, tabii. Ama o birileri hiçbir zaman çıkagelmedi.

Her şeye rağmen, Hesse bana yalnızlığın güzel olabileceğini öğretti. Her birimizin kendi yolculuğumuzda yalnız olduğumuzu. Ancak bu, yol arkadaşlarımız olmasını arzulamamıza engel olmamalıydı. Onun kahramanları, yolculukları sırasında tanıştıkları insanlardan çok şey öğrenmişlerdi ve aydınlanma yolundaki bu tanışıklıklar onları hiç olmadıkları kadar güçlendirmişti.

Ben de onun kitaplarını okulda, derslerde, sıra altından, gizli gizli okudukça, zaman içinde hiç gelmeyecek bir komünü beklemek yerine, yol arkadaşı olarak ‘yazı’yı seçmeye karar verdim kendime. Kitaplar yazacak, kendi komünümü kuracaktım ama benim komünüm içinde yaşayabileceğim bir ev değil, bir duygu olacaktı bundan böyle.

Bodhisattva’lar tüm insanların Buda’yı tanımalarına ve aydınlanma yaşamalarına vesile olmak adına kendi nihai aydınlanma, yani Nirvana’ya ulaşma yolculuklarından vazgeçmiş insanlardı. Ben de büyüyüp yazar olmayı, kitaplarımın sevme ve aydınlanma yolunda bir tür aracı olmalarını umuyordum artık. Hesse’nin bana hissettirdiklerini başkalarına hissettirebilmeyi diliyordum. Onların gizli, küçük bozkırkurdu olmayı…

Yalnızca kaçıklar için: Böyle diyeceklerdi benim yaratacağım bu yeni evren için. Benim kitaplarım onlara kendi kitaplarını yazmaları, kendi evrenlerini kurmaları için ilham verecekti. Yalnızlığımızı sevmeyi öğrenecektik birlikte. Cazibeli kalabalıkların hiç de göründüğü gibi olmadığını ve parıltılarının kısa sürede söndüğünü görecektik. Uzaktan da olsa daima sevip kollayacaktık birbirimizi.

Ve sonunda onlara öğretebilecektim dışarıda güneş parıldarken perdeleri çekip yazı yazmanın da pekala kutsal bir şey olabileceğini…

İlginizi çekebilir: Kitapları seven kız: Kerouac ile yollarda

Zeynep Alpaslan Yazar
Zeynep Alpaslan 1983’te İstanbul’da doğdu. Hem çocuklar hem yetişkinler için öykü, roman, şiir ve karikatür alanında eserler verdi. Tokyo (2018) isimli ilk çocuk romanı ... Devam