Kentten göçtüğümü sanarken dünyalı oldum

2010 yılı bahar aylarında içgüdüsel bir kaşıntı başlamıştı yaşamımda. Her şey olması gerektiği gibi görünürken hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi aslında. Sorgulamadan kalktığım sabahların gününü tutamaz olmuş, biraz daha güneş alabilmek için yürüyerek işe gitmeye başlamıştım. Bu yürüyüşün aslında kendime adım atmak olduğunu yıllar sonra fark edecektim.

İnsan yaşamın kolaylık olarak sunduğu şeyleri kabul ederken bu kolaylaştırmanın kısır bir döngüye hizmet ettiğini fark edemiyor. Bir araçtan inmek, bazen dünyanın en kafanızı açan eylemine dönüşüp, alt üst ediyor her şeyi. Bu iyi bir alt üst. Bir temizlik gibi hatta.

Son 14 yıldır en çok cevapladığım soru “kentten nasıl göçtünüz” sorusu. Kentten göçmek diye bir niyetim yoktu aslında. Her şey yavanlaşmaya ve kısırlaşmaya başlamıştı sadece. Her gün yaptığım şeyler, buluştuğum insanlar, ettiğim sohbetler aynılaşmış ve artık buradan bir edinim kazanamaz hale gelmiştim.

Yaşamı hiçbir zaman hafife almamıştım ve zamanım hiçbir zaman para ile satın alınabilecek kadar ucuz değildi. Bilgi peşindeydim ve deneyim. Para bunlarla yaşamınıza geliyordu zaten. Kapalı olduğunu bile fark etmediğim iç evimin kapısını açmış ve yaşamı kendime katmıştım. Deneyimler hikayeleri, hikayeler insanları, insanlar ise şimdilerin network olarak tanımladığı o sosyal ağı oluşturmuştu ve iş yapmak dünyanın en zevk veren haline dönüşmüştü. Büyük bir şehirden küçük bir kasabaya taşınmış ve dünyayı kucaklamış gibiydim.

Burada kimsenin acelesi yoktu hikayesini anlatırken ve hikayeler birleştirici oluyordu. Uzun masalarda insan sohbetleri edilirken ben kazanın başı olarak yemeğin birleştiriciliğini öğreniyordum ve elimden yemek yenmesi ne demek onu. Kendime şef derken ayaklarım artık yere basıyordu, çünkü endüstriyel mutfaktan çıkmış masada insanların yemek yerkenki yüz ifadelerini izlemeye başlamıştım. Bunu yaşamamış bir şefin mesleğinde kendini geliştirmesi çok zor. Yıllardır o yüzden mutfağımda çalıştığım insanlara önce bunu sordum “Bir tas çorbayı yüz ifadesinde nasıl tanımlarsın?”

Ufak bir çanta ile çıktığım yolculukta her şeyin o çantaya sığabildiğini fark ettiğim anda hayatta ilk kez özgürlüğü tanımlayabilmiştim ve orada dünya benim evim olabilir demeye başlamıştım. 2010 yılında başladığım seyahat ederek yaşamak kızımla birlikte deneyimlediğimiz uzun bir hikaye olmuştu. Ben her yerde yemek yaparken kızım da her yerde okula gidiyordu. Şehirden göçtüğümü zannederken Akdeniz ve Ege hattında içinden geçmediğim köy kasaba kalmamış, bir anda kendimi Uzak Doğu’da bir adada yaşarken bulmuştum. Kızım da Tayland’da ki adada bir Thai okulunda eğitime başlamıştı. Lokal yemek kültürünü yalayıp yutmuşken üstüne dünyanın yemeğini öğrenmeye başlamış bir de şımarıklıklar yapıyordum. Tayland malzemeleri ile Akdeniz mutfağı uyarlamaları. Bu herkesin hoşuna giderken aslında yemek kültürü denilen şeyin bir sofradaki insanların duygularında gizli olduğunu iyice anlıyordum. Aslında kimse nasıl bir yemek yediği ile değil o sofrada ne hissettiği ile ilgileniyordu. Anahtar cümle buydu; “duyguların yön verdiği mutfak”.

Aslında hiçbir şey zannedildiği kadar zor değil, hayat zihnimizden geçenlerden ziyade hareketlerimiz ile şekil alan bir düzlem gibi. Arkasında durulmamış düşünceler yaşamın ağırlıklarından başka bir şey değil. Yeteneklerimiz, yol haritalarımızın kılavuzu olabilir. Yetenek sadece sanata dair şeyler değil. İletişim kurma becerilerimizden tutun da, masa başı bir işi yönetme biçimimize kadar hepsi kişisel yeteneklerimizi oluşturabilir. Bu yetenekleri keşfetmek sizi dünya vatandaşı yapmak için kapı aralayabilir.

Her şey deneyerek anlaşılabiliyor. Yemeğin yolculuğu benim hikayemde bir yaşam yolculuğuna dönüştü. Bu şehirden göçmek isteyenlere ilham verebilir. Dünyadaki temel ihtiyaçlarımız belli onun dışında bunun içini doldurduğumuz şeyler seçimlerimizden ibaret. Seçimlerimiz de değişiklik yaptığımızda da küçücük su birikintisi bir okyanus kadar zenginleşebilir. Bu seyahatlerin sonu şimdilerde bir sürdürülebilir yaşam deneyimine dönüştü. Atıksız mutfak ile taçlandırdığımız sofralara, zehirsiz sofralara dönüştü. İşte bu cesaretin size armağanı denilen kısım oluyor. Her öykünün ödülleri başkadır. Bir şef olarak benim ödülüm çiftlik oldu. Tarla, sofra, gıdanın geldiği nokta, atıksız yaşam ve tarifler, kentten göç hepsi konuşacağımız konular. Fakat önce başlangıçtan başlamak istedim yazılara. Yazılar bir diziye dönüştüğünde biliyorum birilerine ilham olabilir. İlham el uzatmak gibidir bazen, yapabilirsin demenin bir halidir. Belki bir makale yaşamın atıklarını aza indirir, kim bilir. Yemeğin yaşamımıza dokunduğu yer bir tabağın dışına çıkabilir. Masa kurulur, sofra başlar ve bizler karşılıklı konuşmaya başlayabiliriz.

Tuba Gürcan Chef / Farmer / Author / Designer of Permaculture
1983/Manisa. Kocaeli Üniversitesi’nde başladığım eğitim hayatına, Ege Üniversitesi’nde devam ettim. Moda Tasarımı ve Çalışma Ekonomisi eğitimleri aldım. İlk olarak Organizasyon Yönetimi ile ilgili çalışmalar ... Devam