Kendime döneceksem birinden gidebilirim

Bazı yazıları yazmak çok zor olabiliyor. Özellikle de kalbimizi hala kıran konularda yazmak… Bir yanlışı artık halının altına süpürmeyi bırakıp, olduğu gibi kabul etmeye çalışmak… Ama o yanlışın tekrarlanmaması için de yapılabilecek tek şey bu, ortaya çıkarmak ve başa geleni anlatarak başkalarının da benzer konularda acı çekmesini engellemek…

Hayatta hepimiz belli başlı acılar yaşıyoruz. Bu bazen bir kayıp, bazen çok sevdiğimiz bir yerden taşınma zorunluluğu, bazen sevdiğimiz birinden kazık yediğimizi hissetme ya da güven zedelenmesi olabiliyor. Bize verilen süre içinde hemen hemen hepimiz hayal kırıklığının çeşitli şekilleriyle karşılaşmış oluyoruz. Sanırım asıl mesele bu hayal kırıklıklarıyla ne yaptığımız. Bu kendi farkındalığımızın bilgeliğine giden tek yol. Kendimizi büyüttüğümüz ama büyütürken de çocukluğumuzu anlamak zorunda kaldığımız… Çocukluk, bizim kökenimiz ve onu anlamadan birçok şey eksik kalıyor çünkü.

Tam da burada hikayeyi anlatmaya başlayabilirim. Çünkü çocukluğunu ve kendisini hiç anlamadan 52 yaşına gelmiş bir adamla işte çalışıp, sevgili olma hatasına düştüm. Yaşadığımız şey yüksek ölçekli ve güzeldi ama hataydı çünkü kalbime, nefesime, panik atağımı tetikleyerek psikolojime zarar vermeye başladı. Temmuz ayıydı ve ben çocukluğumun direkt bağlantısı olan babamı kaybetmiştim. Babamı kaybedince düştüğüm boşlukla yüzleşemedim ve eksenimde ara ara dolaşan bu adama tutundum. Tutunduğum dalın da kırık olduğunu düşünemeyerek…

Sevgilim (eski) içtiği zamanlar “O dağ gibi adam öldü…” diyerek babasının yasını benim yanımda tutmaya çalışıyordu. Bu noktada yapılacak şeylerden biri belki benim de ölümü henüz çok taze olan babama ağlayıp, birlikte ağlaşabilmek olabilirdi, ancak ben bunu onunla yapmak istemedim. Çünkü zaten söz konusu olan kaybım bir çatı, direk kaybı olduğu için ihtiyacım olan şey daha çok sığınmaktı. Böyle bir ihtiyaç ayyuka çıktığında ise birlikte ağlaşmak bir süre sonra sadece karşılıklı acı yarıştırmaya dönebilirdi. Onda da rekabet eğilimi çok fazlaydı zaten. Acıları yarıştırmaya gerek var mıydı?

Sanırım babasına olan öfkesinden, yani onun gitmesine olan bilinçdışı öfkeden, “Ben şimdi ne yapacağım?” diyen annesine “Ben varım.” demiş ve babasının yapmadığını yaparak, annesine sahip çıkmıştı. Onun kaybına olan derin hayal kırıklığı da muhtemelen bu şekilde örtüyordu. Bu bana çok mantıklı geliyor.

Çünkü toplumumuzda babası erken yaşta ölmüş ve annesi ile yaşayan o kadar çok erkek çocuğu var ki… Bir yerden sonra gizli bir evlilik yürüyor gibi oluyor orada. Anne-oğul evliliği. Annesini bırakamadığı için kendi ailesini kuramayan çocuk yetişkinlerden bahsediyorum. Olmayan, olduğunda yetmeyi becerememiş ya da erken gitmiş babaların, örnek alamadığı için annelerine muadil bir koca yaratmaya çalışanların er meydanı yani. Oraya toslayan kadınlardan da zorlanmayan olduğunu sanmıyorum.

Ben de oraya tosladım işte. Asıl olay da ondan sonra başlıyor. Çünkü bu hususta partner olmaya çalışan iki kişinin ortak dili konuşabilmesi, ortak bir vizyon, hayat anlayışı, gelinen ailenin kültürel yapısı çok önemli olmuyor. Bizim ülkemizde kültürel uçurumlar maalesef çok keskin. Bir kısım daha Avrupa’yı örnek alıp, yüzünü batıya dönmüş ve çocuklarının bireyselleşmesini öğretmeye çalışıyor. Bu süreçte kendi bireyselliğini de korumaya özen gösteriyor, diğer kesim ise doğu geleneklerini sürdürmeye çalışıyor, birlikte yaşamak ve özellikle kadınların tek başına bir şey yapmaması üstüne kurulu bir algıyı yaşatıyor. Çocuklarını Avrupa’ya göndermiş ya da kendisi Avrupa’da yaşamış ailelerin oradaki gençlerin 16-17 yaşlarından itibaren yalnız yaşamaya başladığını gözlemlememiş olması imkansız. Bu sebeple bu, o kesimin normu haline geliyor ve ailesi ile yaşayan bir erkeğin anlaşılması güçleşiyor.

Ailesi ile yaşayan (eski sevgilimde olduğu gibi) ailelerde ise kendi yaşam şekilleri normalleştirilmiş durumda. Çocuk evlenmediği sürece çocuktur diye düşünen anneler çocuğun 40 veya 50 yaşında olması ile ilgilenmeden, daha çok yalnız kalacağıma bana dağ gibi oğlum bakıyor düşüncesi ile rahat ediyor. Koca bebek diyebileceğimiz bu erkekler de anne evinde rahat ettikleri için dışarıya az karışıyorlar ve bir süre sonra dışarıya karışınca da diğer kesim tarafından eleştirileceklerini bildikleri için rencide olmamak adına kendi kendilerini toplumdan soyutlama başlıyorlar. Kendilerini toplumdan soyutlayan erkekler de üretemiyor, verimli bir hayat süremiyor ve iş hayatı da kan kaybetmiş oluyor. Neticede bireyselleşemeyen ailelerden dolayı tembel bir halk olmaya doğru sürükleniyoruz.

Bunları böyle uzun uzun yazmamın sebebi, okur yazar oranı eskiye oranla biraz daha artan ülkemizde bunlar üstüne okunup, belki ailelerin bilinçlendirilmesi, biraz olsun değişime motive edilmesi. Biliyorum ki değişim çok zor ve sancılı bir şey. Bu yüzden çoğunlukla cesaret edemeyip, kaçıyoruz. Ama iki insanın yanlış aşklar yaşayıp birbirini hırpalamayacağı bir gelecek için bu bir yandan da elzem bir durum.

Biz eski sevgilimle karşılıklı değişemediğimiz için ayrıldık. Acıları burada yarıştırmaya gerek yok, ikimiz için de belli bir oranda hayal kırıklığı yaşandı. Ben tabii ki benimkinin daha ağır olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben bir şey kurmak istiyordum, mevcut düzenimin dışına çıkabileceğim bir şey. O ise annesinin dışında bir hayat kurmak istemiyordu, dolayısıyla ayrılığımız onun kendi mevcut düzenini bozmaması için yararlı oldu.

Hayatına bundan sonra mutlu devam edebilir mi sorusunun cevabına gelince… Zaten belki bir farkındalık seviyesi oluşmadığı için muhtemelen edebilir. Tarih dersinde okuduğumuz padişahlık sisteminin bir tür ailedeki yansımasının simülasyonu yaşadıkları. Ölen babanın yerine en büyük oğlan geçiyor ve anne tüm işleri ondan bekliyor, ancak mevcut düzende baba hepsine yetecek kadar bir şey bırakamadığı için ve hesapta olmayan başka ihtiyaçlar da çıktığı için her şeyi büyük oğlan karşılayamıyor, karşılayamadığı ölçüde de çocuklaşıyor. O çocuklaştıkça anne zayıflıyor ve kocasının kaybını daha da atlatamaz ve oğlundan daha da çok babası yerine geçmesini talep eder oluyor. Hikaye kuyruğunu yiyen yılan gibi sürüyor kısacası. Çıkış yok sadece alışkanlıkların getirdiği küçük doyumlar var. İşte ailenin yerde yemek yemesi, akşam oldu mu annenin de oğlun da evde olması, oğlanın başka evde kalmaması gibi…

Çünkü mesela, erkek arkadaşım bende kaldığında annesi bir kez ağlayarak aradı onu, geceleri rahat uyuyamıyor ve oğlu olmadığında korkuyordu, bana bunu ayrı bir gün telefonda bizzat söyledi ve ben başka çözümler bulmaya çalıştığımda da farklı bahaneler üreterek olayı çözümsüz bıraktı, tek çözüm eski sevgilimin onunla kalmasıydı, başka bir şey kabul etmiyordu.

Bu çıkmaz sokakta anneye belki biraz kişisel gelişim kitabı okutabilsek, maddi olarak onu destekleyip, biraz arkadaşlık kurdursak, annenin kendi kendine yetme yetisini kuvvetlendirecek bir ortam yaratsak sorun en azından biraz daha olsa rahatlardı. İşte bu yazı tam da bu yüzden… Eğer bu türden bir sabrınız veya ekonomik koşullarınız varsa deneyebilirsiniz. Ama söz konusu benim gibi kendi ihtiyaçlarını karşılayamamış ve destek bekleyen, birey olma konusunda Avrupa’yı örnek alan ve ailesine de bir şekilde bunu aşılamış biriyseniz direkt başarısız olacak ve boşuna kendinizi hırpalayacaksınız. O yüzden böyle bir şema ile karşılaştığınızda siz siz olun, girmeyin.

Müdahil olmamak da bazen bazı sorunların başka türlü çözülmesi için alan açmak demektir. En azından ben buna inanıyorum. İnsan beyni yazarken, bir fikri savunabilmek için yargı cümleleri kurmak zorunda kalabiliyor ama bu olayın kesinlik taşımasından çok zihin akışını yakalama çabasıyla ilgili daha çok. Zihni yakalamak kolay değil ve bir yola çıkıldığında onu tamamlayabilmek için bu tür ifadelere başvurulabiliyor.

Ben de bu yazıda böyle yaptım. Yoksa amacım asla emir kipiyle kurulmuş cümlelerin akıllarda yankılanması değil. Tam tersine herkesin kendi iç sesini bulabilmesi, o iç sesi aile sesinden ayırabilmesi için özgürlüğünün desteklemesi gerektiğini savunuyorum. Her zaman da bu özgürlüğün savunucusu olacağım. Gerekirse bu özgürlük ihtiyacına ilk ne zaman ihtiyaç duyulmuş ve ailelerin çok iç içe yaşadığı durumlarda ne gibi sağlıksız durumlar ortaya çıkıyor verilere bakıp, istatistikler hazırlayarak…

Çünkü iç içe geçen ailelerde büyük kavgalar, irinleşen yaralar daha çok görülüyor. Feramuz Pis oyununu önerebilirim bu türden sıkıntıları daha iyi anlamak isterseniz… Aileler ortak bir geçmişten ve kan bağından geldikleri için ayrışılmamış dert ve travmaları taşıyor oluyorlar, özellikle de işte ailede bir kayıp yaşandığında bu travma baloncukları büyüyor ve nefes alması daha zor hale geliyor. Böyle bir benzeme ama benzemek istememe sıkıntılarının yoğun olarak yaşandığı hanelerde de gerginlik olmaması imkansız. O yüzden ateşle barut yan yana gelmesi gibi düşünüp, çok yakın olmaya gerek yok. Aynı elementlerin biraz daha mesafeli durması gibi düşünülürse her şey çok daha güzel olacaktır ve bizim toplum olarak her şeyin çok güzel olduğu bir kaba, kendi içinden taşmadığımız ama kendimize ait bir kaba ihtiyacımız var.

Ceplerine taşlar doldurarak kendi intiharına giden Virginia Wolf’un Kendine Ait Bir Oda’yı yazıp insanlığa miras olarak bıraktığı bu dünyada cevapları illa Anadolu şark kültüründe ya da başka yerlerde de aramaya gerek yok. Çünkü birileri bizim için yapmış, sadece anlamayı istemek ve memeden kesilmek yeter sanırım. İşe sadece annelerimiz değil dünya zaten başlı başına bir memedir diyerek başlayabiliriz.

Hem herkese, hem hemcinslerime, hem de ayrılık acımda kendime kolay gelsin diyerek ve iyi dileklerle yazımı sonlandırıyorum. Umarım yeni yıl bana doğru dilekler dilemeyi öğreterek geliyordur ve kendi bakış açıma sahip insanlarla kesişirim. Keyfimiz hür ve daim, 2023’ümüz neşe  olsun.

İlginizi çekebilir: Sözde insanlığımız ve çaresizliğimiz: Kum Zambakları oyunu bize ne anlatıyor?

Günsu Özkarar
1987 Ankara doğumluyum. 2008 yılında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Viyola Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldum. Ardından İsviçre’de Hocshule der Künste Bern’de ... Devam