Hayatımıza giren her şey: Ben inandım, ben çektim, ben yaptım

“Hayatınıza giren her şeyi, kendinize çeken kendinizsiniz. Bunu, zihninizde tuttuğunuz imgelerin erdemiyle, düşüncelerinizle yapıyor; zihninizden geçirdiklerinizi kendinize çekiyorsunuz…” Prentice Mulford

Güne nasıl uyanmaktayız? “Yine diğerleri gibi bir gün daha” diye hayıflanarak? “Neden bu kadar erken kalkmak zorundayım ki?” diye akışı sorgulayarak? Bugün yine yağmurlu kapalı iç karartıcı bir gün diyerek? Gitmek zorunda olduğumuz işimiz için yakınarak? Okula veya işe göndermek üzere sabahları hizmet etmemiz gereken eşimizi veya çocuklarımızı hatırlayarak ve onlara için için sinirlenerek? Güne nasıl uyanıyoruz?

Gelin bu yazımızın (henüz daha başında) senaryolarımızı biraz olsun değiştirelim… Güne nasıl uyanıyoruz? Bugün benim için muhteşem bir fırsat muhteşem bir hediye tam sağlık haliyle uyanabildiğim bir güzel gün daha diyerek? Güne nasıl uyanıyoruz? Sevdiğim insanla baş koyduğum (ve gerçekten böyle büyük ve zor bir şeye erişebilmiş olmanın gerçekliğinin ve kıymetinin idrakına vararak) bu yataktan bir güzel güne daha gözlerimi açtım diye gülümseyerek? Güne nasıl uyanıyoruz? Sapasağlam ayaklarımıza, bacaklarımıza ve kollarımıza teşekkür ederek, sabah kahvemizi hafifçe yudumlarken muhteşem bir “şükran” duygusuyla dolarak? Güne nasıl uyanıyoruz?

Şimdi biraz daha derinden düşünelim istiyorum hep birlikte. İki paragrafta güne tam olarak “zıt” noktalardan uyandık. Birincide hayıflandık, kızdık, sinirlendik, haksızlığa uğradığımızı düşündük, hayatın yükleri altında ezildik, kendimizi değersiz gördük ve buna benzer birçok hissi içimizde büyüttük. Peki böyle bir başlangıç ertesinde gün boyunca sizce “bize akan” akış, enerji, karşılaştıklarımız ne olacaktır?

Şöyle düşünebiliriz, tertemiz bir havuzumuz var. Muhteşem mavi renkte çok ama çok güzel bir su ile dolu… Şimdi ilk düşüncemizle buraya kum atmaya başladık; ben sevilmiyorum… Hemen sonra yeni bir avuç kum daha; hayat bana adil davranmıyor, çok yoruluyorum, hayatımdan sıkıldım, sorumluluklarımdan bunaldım… Şimdi bir avuç daha ekliyoruz; ben bunun için mi dünyaya geldim, sabahları, öğlenleri, akşamları hep aynı şeyi tekrar ediyorum, benim hayatım neden bu kadar renksiz, değersiz, farksız… İşte su tertemizliğini yitirdi bile… Çoktan bulanmaya başladı… Düşüncelerimiz de aynı bu şekilde içimizi aklımızı ve bizden yayılan tüm enerjiyi değiştirmektedir… Biz olanlara “negatif yönden” yani haksızlık olarak, yani mutsuzluk olarak yani “şanssızlık” olarak odaklandığımızda, tüm olanları bu şekilde yorumladığımızda başımıza gelen her şey kötü olmaya devam edecektir. Ve ne düşünüyorsak (evet ne düşünüyorsak emin olalım) o başımıza gelecektir…

Şimdi tam tersi bir yönde kuralım senaryomuzu. Muhteşem güzel tertemiz bir havuzumuz var. Bu havuzun başına oturuyoruz ve şunları düşünüyoruz; “ben muhteşemim”… Su ne hissederdi? Daha da parlak hale gelmez miydi? “Ben bugün her ne yaşamış olursam olayım, çok büyük bir güç tarafından korunurum, daima güvendeyim, seviliyor, gözetiliyor ve asla yalnız bırakılmıyorum.” Peki bunu düşündüğümüzde bu his ile dolduğumuzda o suyun potansiyeli, varlığı ve hacmi adeta katlanarak artmaz mıydı?

Gün boyunca bize ulaşan her şey, her olay, her kişi bir “şans” bir “yükseliş” bir “güzellik” olmaz mıydı? Bizler odak noktamızı, düşüncelerimizi ve hayatın bize getireceklerine dair inançlarımızı sadece olmak istediğimiz, görmek istediğimiz şeyden yana çevirdiğimizde, etrafımızda “adaletsizlik” “haksızlığa uğrama” veya “karşılaştırma” kalmadığında (yani olana ve olmayana tam olarak güvenebildiğimizde) hayatımız nasıl olurdu?

Bugün bu yazımda bana eşlik eden sen, iyi düşünmek demek hayatın zorluklarını görmezden gelmek demek değildir. Üzülmemek, kırılmamak ve “insan” duygusu olarak nitelendirdiğimiz şeyleri yapmamak ve kendi kendimizi kandırmak değildir… İyi düşünmek, iyi olana odaklanmak ve iyi olanı çekebilmek demek, sadece olana güvenmek demektir.

Bugün, dün ve dünden önceki gün, gelen her şeyin, yarını hazırladığını bunu yaparken de “biz ne düşünüyorsak” olanın ona büründüğünü görebilmek demektir… Elma “kırmızı” dediğimizde kırmızı elma olur, fakat bugün kırmızı diye bildiğimiz renk yeşil olsaydı sizce “yeşil elma” olarak adlandıramayacak mıydık? Bir elmanın yeşil veya kırmızı olarak nitelendirilmesi bile bu derece “bizim” ne düşündüğümüze bağlıyken, hayatımızın “nasıl” olduğu hakkında hangi görüşlere sahibiz? Kendi kendimize mi acımaktayız? Yetersiz olduğumuzu mu düşünüyoruz? Şans bize gülmüyor mu? İşte tüm düşüncelerimiz birer birer hayat tarafından “aynen öyle” diye onaylanacaktır… Şimdi tüm bu görüşleri tersine çevirdiğimizde hayat “aynen öyle” dediğinde nasıl olurdu? Ya bizim o kırmızı bildiğimiz elma yeşile dönüverseydi, elma aynı elma olmayacak mıydı? Elmanın oluşu sadece bizim “düşüncemize” göre şekillenmeyecek miydi?

Gelin bugün bir değişiklik yapalım, sadece olmasını istediğimiz her şeyin olacağına sonsuz bir güvenle, hayatımıza, hayatımıza çektiklerimize ve karşımıza çıkan akışa yeniden bakalım; sevgiyle, minnetle ve kocaman bir teşekkürle…

 

İlginizi çekebilir: Çizdim, küstüm, kırıldım: Oynamıyorum dediğimiz hayat, bugün yeni baştan

Pınar Özeken (Ulus)
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini ... Devam