X

Yıllar Geçse de Etkisinden Kurtulamayacağınız 20 Unutulmaz Film

Bazı filmler vardır, salon ışıkları yandığında bitmez. Perdeden çekilen görüntüler, sahneler, diyaloglar zihninizin bir köşesine yerleşir; günler, aylar, hatta yıllar geçse bile orada kalır. Onları hatırladığınızda, boğazınızda tanıdık bir düğüm hissedersiniz. Bu filmler yalnızca bir hikâye anlatmaz; sizi kendi hayatınıza, vicdanınıza, pişmanlıklarınıza ve kayıplarınıza ayna tutar.

Kimi zaman savaşın ortasında bir babanın gülümsemesiyle, kimi zaman çocukluğunuzda duyduğunuz bir cümlenin yankısıyla, kimi zaman da geri dönülmez bir hatanın sessiz ağırlığıyla yüzleşirsiniz. Ve o an anlarsınız ki, bu filmler sizinle yaşamaya devam edecektir.

 

İşte burada, yıllar geçse de etkisinden kurtulamayacağınız, her biri izleyicisinin kalbine farklı bir iz bırakan 20 film var. Her biri, bitiş jeneriğinden çok sonra bile içinizde konuşmaya devam edecek…

1. Life is Beautiful (Hayat Güzeldir)

  • Yıl: 1997
  • Yönetmen: Roberto Benigni
  • Oyuncular: Roberto Benigni (Guido), Nicoletta Braschi (Dora), Giorgio Cantarini (Giosuè)
  • Tür: Dram, Romantik, Savaş
  • Ülke: İtalya

II. Dünya Savaşı’nın en karanlık döneminde geçen Life is Beautiful, izleyiciye önce gülümseten, sonra boğazında taş gibi bir ağırlık bırakan nadir filmlerden.
Hikâye, neşeli ve hayalperest Guido’nun Dora’ya âşık olmasıyla başlar. Onu kazanmak için her fırsatı değerlendirir; küçük oyunlar, tesadüfler ve tatlı yalanlarla Dora’nın hayatına girer. Bu kısım, sanki bir İtalyan aşk masalı gibidir: renkli, canlı ve umut dolu.

Ama masalların gerçek dünyada kısa ömürlü olduğunu savaş bize hatırlatır. Guido, Dora ve küçük oğulları Giosuè, Yahudi oldukları için toplama kampına götürülür. İşte burada Guido’nun karakteri bambaşka bir sınavdan geçer. Kampın soğuk, gri ve acımasız gerçeğini oğluna hissettirmemek için, yaşadıkları her şeyi bir “oyun” gibi gösterir. Giosuè, yeterince “puan” toplarsa ödül olarak büyük bir tank kazanacağına inanır.

Guido, bu oyun uğruna kendi korkularını, yorgunluğunu, hatta tehlikeyi yok sayar. Onun bu umudu diri tutma çabası, izleyicinin kalbini sıkıştırır. Çünkü biz, bu oyunun bir kurtuluş değil, bir koruma kalkanı olduğunu biliriz. Giosuè’nin gülümsemeleri ile kampın karanlığı arasındaki tezat, filmi daha da ağırlaştırır.

Final sahnesinde, savaş biterken Giosuè’nin anlattığı o çocukça sevinç ve gerçeklerin ağırlığı… işte o an, izleyici olarak nefes almakta zorlanırsınız. Film biter, ama Guido’nun fedakârlığı ve Dora’ya olan sevgisi zihninizden silinmez.

 

Life is Beautiful, savaşın ortasında bile insanlığın ve sevginin direncini gösteren, 10 yıl değil, ömür boyu etkisini sürdürecek bir hikâye.

2. Bicycle Thieves (Bisiklet Hırsızları)

  • Yıl: 1948
  • Yönetmen: Vittorio De Sica
  • Oyuncular: Lamberto Maggiorani (Antonio Ricci), Enzo Staiola (Bruno Ricci)
  • Tür: Dram
  • Ülke: İtalya

II. Dünya Savaşı sonrası Roma… Yoksulluk, işsizlik ve hayatta kalma mücadelesi, insanların en temel ihtiyaçlarını bile lüks hâline getirmiştir. Bisiklet Hırsızları, bu dönemin en gerçekçi ve sarsıcı portresini çizen filmlerden biridir.

Hikâye, işsiz bir baba olan Antonio’nun, nihayet bir iş bulmasıyla başlar. Ama bu iş için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Karısının çeyizini rehin vererek aldığı bisiklet, Antonio’nun tek umududur. Ancak işe başladığı ilk gün, bisikleti çalınır. Buradan itibaren, Antonio ve küçük oğlu Bruno’nun, Roma’nın sokaklarında umutsuz bir arayışa çıktığı uzun bir gün başlar.

Film boyunca izleyici, yalnızca bir bisikletin peşinden gidildiğini değil, bir ailenin onurunu, geçimini ve hayatta kalma şansını koruma çabasını izler. Baba-oğul arasındaki bağ, hem güç hem de kırılganlık gösterir. Özellikle Bruno’nun babasına bakışları, çocukça güvenin nasıl yavaş yavaş çaresizlikle yer değiştirdiğini hissettirir.

Final sahnesi, sinema tarihinin en yıkıcı anlarından biridir. Antonio’nun, hayatın köşeye sıkıştırdığı noktada verdiği karar, izleyicinin yüreğini parçalar. O an, yalnızca onun değil, bütün yoksul insanların çaresizliğini görürsünüz.

Bisiklet Hırsızları, savaş sonrası sinemanın yalnızca bir hikâye değil, insan ruhunun en kırılgan hâllerini yansıtan bir ayna olduğunu kanıtlar. Film bittikten sonra, baba-oğulun sokakta yan yana yürüyüşü, aklınızdan silinmez.

3. Come and See (Gel ve Gör)

  • Yıl: 1985
  • Yönetmen: Elem Klimov
  • Oyuncular: Aleksei Kravchenko (Florya), Olga Mironova (Glasha)
  • Tür: Dram, Savaş
  • Ülke: Sovyetler Birliği

Come and See, savaş filmlerinin alışık olduğumuz kahramanlık hikâyelerinden tamamen farklıdır. Bu film, savaşın ihtişamını değil, çıplak ve dayanılmaz gerçekliğini gösterir. Üstelik bunu, henüz çocuk yaşındaki bir karakterin gözünden yapar.

Hikâye, 1943’te Nazi işgali altındaki Belarus’ta başlar. Florya, köyünde bulduğu bir tüfekle Sovyet partizanlarına katılmak ister. Başlangıçta bu, onun için bir macera gibi görünür. Ancak çok kısa süre içinde savaşın ne olduğunu öğrenecek, gördüğü ve yaşadığı her şey çocukluğunu elinden alacaktır.

Film boyunca, Florya’nın yüzünde değişimi izlersiniz: Filmin başındaki masum ve heyecanlı ifadeler, yerini donuk, yaşını aşmış bir bakışa bırakır. Elem Klimov, savaşın dehşetini kanlı çatışmalardan çok, insanların yüzündeki korku, sessizlik ve çaresizlikle gösterir. Kamera, uzun planlarda seyirciyi zorlayacak kadar yakındır; kaçacak yer bırakmaz.

Bazı sahneler vardır ki, izleyici olarak gözlerinizi kaçırmak istersiniz ama yapamazsınız. Çünkü Come and See, savaşın yalnızca cephede değil, köylerde, evlerde, çocukların hayallerinde nasıl bir yıkım yarattığını unutulmaz şekilde ortaya koyar.

Final sahnesinde, Florya’nın yüzü, yalnızca bir çocuğun değil, savaşın tüm kurbanlarının sessiz ağıdıdır. Bu filmi izledikten sonra, savaş kelimesi zihninizde asla eskisi gibi olmayacaktır.

4. Grave of the Fireflies (Ateşböceklerinin Mezarı)

  • Yıl: 1988
  • Yönetmen: Isao Takahata
  • Tür: Animasyon, Dram, Savaş
  • Ülke: Japonya

Bazı filmler vardır ki animasyon olmasına rağmen, canlı çekimden çok daha sert vurur. Ateşböceklerinin Mezarı, bunun en çarpıcı örneği. Savaşın yıkımını, iki küçük kardeşin gözünden anlatarak izleyiciyi paramparça eder.

Hikâye, II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Japonya’da geçer. Genç Seita ve küçük kız kardeşi Setsuko, annelerini bir hava saldırısında kaybederler. Babaları ise savaşta, denizde görev yapmaktadır. Geride kalan bu iki çocuk, yiyecek bulmak, barınmak ve hayatta kalmak için çabalarken; aslında yavaş yavaş açlığa, yalnızlığa ve umutsuzluğa yenik düşer.

Filmin en yıkıcı yanı, masumiyetin bu kadar çıplak şekilde gösterilmesidir. Setsuko’nun oyun oynarken gülüşü, Seita’nın ona moral verme çabaları… Tüm bu küçük anlar, izleyiciye umut gibi görünse de altlarında çaresizlik yatar. Ateşböcekleri, kısa ömürlü ama güzel ışıklarıyla, çocukların hayatındaki geçici mutluluğu simgeler.

Finale geldiğinizde, içten içe tahmin ettiğiniz son gerçekleşir. Ama bu tahmin, acıyı azaltmaz. Tam tersine, beklenen trajedi geldiğinde boğazınızdaki düğüm daha da sıkılaşır.
Grave of the Fireflies, yalnızca savaşın değil, umursamazlığın ve görmezden gelmenin de ne kadar yıkıcı olabileceğini hatırlatan bir başyapıt.

5. Schindler’s List (Schindler’in Listesi)

  • Yıl: 1993
  • Yönetmen: Steven Spielberg
  • Oyuncular: Liam Neeson (Oskar Schindler), Ben Kingsley (Itzhak Stern), Ralph Fiennes (Amon Göth)
  • Tür: Dram, Tarih, Savaş
  • Ülke: ABD

Schindler’in Listesi, Holokost sinemasının zirvesi kabul edilen ve yalnızca izlenmeyip yaşanan bir film. Spielberg, bu hikâyeyi siyah-beyaz bir dilde anlatarak izleyiciyi doğrudan tarihin içine yerleştirir; renklerin eksikliği, hikâyenin ruhuna ağır bir gölge gibi çöker.

Film, savaşın başında kâr hırsıyla Yahudi işçileri ucuz iş gücü olarak kullanan Oskar Schindler’in, Nazi vahşetinin tanığı olduktan sonra değişen vicdan yolculuğunu anlatır. Başlangıçta yalnızca kendini düşünen, pragmatik bir işadamı olan Schindler, zamanla hayatını tehlikeye atarak yüzlerce Yahudi’yi ölüm kamplarından kurtarır.

Filmin unutulmaz anlarından biri, küçük bir kızın kırmızı paltosudur. Siyah-beyaz dünyada bu kırmızı, hem masumiyetin hem de kaybolan hayatların sembolü hâline gelir. Müziklerinde Itzhak Perlman’ın kemanından dökülen notalar, her sahneyi bir ağıt gibi taşır.

Finalde Schindler’in, kurtardığı insanların önünde ağlayarak “Daha fazlasını yapabilirdim” deyişi, insanlık tarihinin en çarpıcı vicdan sahnelerinden biridir. Film bittiğinde, Holokost yalnızca tarih kitaplarında kalan bir olay değil, ruhunuza kazınmış bir yara olur.

 

Schindler’s List, iyiliğin, en karanlık zamanlarda bile nasıl filizlenebileceğini gösteren, ömür boyu unutulmayacak bir başyapıt.

6. The Pianist (Piyanist)

  • Yıl: 2002
  • Yönetmen: Roman Polanski
  • Oyuncular: Adrien Brody (Władysław Szpilman), Thomas Kretschmann (Yüzbaşı Wilm Hosenfeld), Frank Finlay
  • Tür: Biyografi, Dram, Savaş
  • Ülke: Fransa, Polonya, Almanya, İngiltere

The Pianist, Nazi işgali altındaki Varşova’da yaşayan ünlü piyanist Władysław Szpilman’ın gerçek hikâyesini anlatır. Roman Polanski, kendi çocukluğunda yaşadığı savaş travmalarının da etkisiyle bu filmi öyle bir samimiyetle kurar ki, izleyici sahnelerin gerçekliğini kemiklerinde hisseder.

Film, 1939’da Polonya’nın işgaliyle başlar. Başlarda savaşın şiddeti dışarıdan duyulurken, zamanla Yahudi halkın hakları ellerinden alınır, gettolara sıkıştırılır ve nihayetinde toplama kamplarına gönderilir. Szpilman, bir mucize sonucu kamptan kurtulur; ancak bu kurtuluş, onu yalnızlığın ve açlığın ortasında hayatta kalma savaşına iter.

Adrien Brody’nin sessizliği, filmin en güçlü dili hâline gelir. Şehrin yıkıntıları arasında, tek başına dolaşan, yiyecek kırıntısı arayan Szpilman’ın yüzünde gördüğünüz ifade, kelimelerle tarif edilemez. En ufak bir sesin bile ölüm anlamına geldiği bu dünyada, piyanoya dokunma arzusu bile hayatta kalma güdüsüyle çarpışır.

En unutulmaz anlardan biri, Szpilman’ın saklandığı evde Alman subayı Hosenfeld ile karşılaşmasıdır. Subayın, onu öldürmek yerine piyanonun başına oturtması ve dinlemesi… İşte o sahne, savaşın ortasında bile insanlığın var olabileceğini hatırlatır.

 

The Pianist, yalnızca bir hayatta kalma hikâyesi değil; sessizliğin, yalnızlığın ve umudun nasıl birbirine tutunduğunun zamansız bir belgesidir. Film bittiğinde, şehrin sessiz yıkıntıları ve piyanonun hüzünlü tınısı uzun süre zihninizden çıkmaz.

7. Son of Saul (Saul’un Oğlu)

  • Yıl: 2015
  • Yönetmen: László Nemes
  • Oyuncular: Géza Röhrig (Saul Ausländer), Levente Molnár, Urs Rechn
  • Tür: Dram, Savaş
  • Ülke: Macaristan

Son of Saul, Holokost üzerine çekilmiş en boğucu ve en yakın plan hikâyelerden biri. Film, izleyiciyi yalnızca bir dönemi seyretmeye değil, o dönemin ortasında nefes almaya zorlar. Kamera neredeyse hiç Saul’un yüzünden ayrılmaz; çevrede olan biten çoğu zaman flu kalır ama sesler, çığlıklar, emirler o kadar yakındır ki, tüyleriniz diken diken olur.

Hikâye, Auschwitz toplama kampında Sonderkommando olarak çalışan Yahudi mahkûm Saul Ausländer’in bir gün gaz odasında hayatını kaybeden genç bir çocuğun kendi oğlu olduğuna inanmasıyla başlar. Saul, kampın her yerinde ölüm kol gezerken tek bir amaca odaklanır: Bu çocuğu dini usullere göre gömmek.

Etrafındaki mahkûmlar isyan planları yaparken, Saul’un tek derdi bu son görevdir. Bu durum, izleyicide hem hayranlık hem de çaresizlik duygusu yaratır. Çünkü Saul, insanlığın tamamen silindiği bir yerde bile insanca bir ritüeli gerçekleştirmek için hayatını riske atar.

Film boyunca, net görüntüden çok, Saul’un nefes alışlarını, ayak seslerini, çevredeki uğultuları hissedersiniz. Görmediğiniz şeyler, gördüklerinizden daha ağır gelir. Final sahnesinde ise, neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilmeseniz de, Saul’un yüzündeki hafif ifade izleyicinin içine kazınır.

Son of Saul, savaşın ve soykırımın anlatılamaz boyutlarını, en dar kadrajda bile insanın kalbine işleyen bir başyapıt olarak gösterir. Bittiğinde, boğazınızdaki düğüm kolay kolay çözülmez.

8. Tokyo Story (Tokyo Hikâyesi)

  • Yıl: 1953
  • Yönetmen: Yasujirō Ozu
  • Oyuncular: Chishū Ryū (Shūkichi), Chieko Higashiyama (Tomi), Setsuko Hara (Noriko)
  • Tür: Dram, Aile
  • Ülke: Japonya

Tokyo Story, insan ilişkilerinin en sessiz ama en derin kırılmalarını anlatan, zamansız bir başyapıt. Hikâye, savaş sonrası Japonya’da yaşayan yaşlı bir çiftin, çocuklarını görmek için Tokyo’ya gitmesiyle başlar. Ancak orada fark ederler ki, çocukları artık kendi hayatlarına gömülmüş, onları ağırlayacak vakti bile zor bulur.

Ozu’nun anlatımı, abartıdan tamamen uzak, son derece dingindir. Kamerası yere yakın, sabit bir noktada durur; karakterler otururken konuşur, sessizlikler uzun sürer. Ama işte bu sakinlik, izleyicinin içine ağır ağır işler. Çünkü bu filmde büyük olaylar yoktur; asıl acı, küçük ihmallerde, söylenmeyen cümlelerde ve fark edilmeyen bakışlarda gizlidir.

Yaşlı çiftin çocuklarının ilgisizliği, damadın nazikliği, gelinin sıcaklığı… Tüm bu küçük detaylar, değişen aile yapısının ve kuşaklar arasındaki uzaklaşmanın resmini çizer. İzleyici olarak, karakterlerin hiç söylemediği ama yüzlerinden okunan duyguları hissedersiniz.

Filmin sonlarına doğru gelen kayıp, hiçbir gözyaşı sahnesiyle değil, sessizlikle anlatılır. Ve bu sessizlik, izleyicinin boğazına oturur.
Tokyo Story, yalnızca Japonya’ya değil, dünyanın her yerine ait bir hikâyedir: Zamana, değişime ve kaçınılmaz yalnızlığa dair.

9. Umberto D.

  • Yıl: 1952
  • Yönetmen: Vittorio De Sica
  • Oyuncular: Carlo Battisti (Umberto Domenico Ferrari), Maria Pia Casilio (Maria), Napoleone (Filmeki köpek Flike)
  • Tür: Dram
  • Ülke: İtalya

Umberto D. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin en saf örneklerinden biri. Savaş sonrası İtalya’sında geçen film, büyük olaylar ya da kahramanlıklar anlatmaz; bunun yerine, sıradan bir yaşlının günlük yaşam mücadelesine odaklanır. İşte bu sadelik, filmi derinlemesine vurucu yapar.

Emekli devlet memuru Umberto, kirasını ödeyemez, maaşı yetmez ve ev sahibi tarafından sürekli evden çıkarılma tehdidi altındadır. Hayattaki en yakın dostu, küçük köpeği Flike’tır. Geri kalan herkes, kendi derdiyle meşguldür. Umberto’nun yalnızlığı, kalabalık sokaklarda bile hissedilir; insanlar arasındaki mesafe, fiziksel değil, ruhsal bir uçurumdur.

Filmdeki en ağır sahnelerden biri, Umberto’nun çaresizlikten düşündüğü radikal kararlar… Ama bu noktada bile, Flike’a bakarken gözlerindeki sevgi, onun hâlâ hayata tutunan bir yanının olduğunu gösterir. De Sica, bu hikâyeyi öyle yalın bir dille anlatır ki, izleyici olarak siz de Umberto’nun odasında onunla birlikte sessizce oturuyormuşsunuz gibi hissedersiniz.

 

Final, büyük bir olayla değil, küçük ama anlamlı bir anla gelir. Ve işte o an, insanın onurunu, sevgiyi ve yalnızlığı tek karede hissedersiniz. Umberto D. bittiğinde, ekrandan ayrılmak istemezsiniz; çünkü o yalnız yaşlı adamı ardınızda bırakmak, vicdanınıza ağır gelir.

10. Kes

  • Yıl: 1969
  • Yönetmen: Ken Loach
  • Oyuncular: David Bradley (Billy Casper), Freddie Fletcher (Jud Casper), Lynne Perrie (Anne)
  • Tür: Dram
  • Ülke: Birleşik Krallık

Kes, İngiliz işçi sınıfının sert gerçeklerini, yoksulluğun ve sevgisizliğin bir çocuğun ruhunda açtığı yaraları en yalın hâliyle gösteren bir film. Ken Loach’un sosyal gerçekçi üslubu, hikâyeyi hem belgesel gibi samimi hem de tokat gibi etkileyici kılar.

Billy Casper, küçük bir madenci kasabasında yaşayan, okuldaki arkadaşları ve öğretmenleri tarafından sürekli hor görülen bir çocuktur. Evde ise alkolik annesi ve ilgisiz ağabeyiyle sevgi yoksunu bir hayat sürer. Bir gün, tesadüfen bir kerkenez yavrusu (falcon) bulur ve onu eğitmeye başlar. Bu kuş, Billy’nin hayatındaki tek umut ışığı, tek dostu olur.

Film boyunca Billy’nin kuşla kurduğu bağ, aslında onun özgürlüğe, saygıya ve sevgiye duyduğu özlemi simgeler. Kuşu eğitirken gözlerindeki parıltı, hayatta ilk kez kendini değerli hissettiğinin kanıtıdır. Ancak Ken Loach, hayatın bu tür umutları nasıl acımasızca söndürebileceğini sert bir şekilde gösterir.

 

Final, sinema tarihinin en yıkıcı anlarından biridir. Ne büyük patlamalar ne de dramatik müzikler vardır; sadece sessizlik, kayıp ve boğazınıza oturan bir taş. Kes, izleyicinin kalbinde yıllarca unutulmayacak bir yaradır.

11. A Separation (Bir Ayrılık)

  • Yıl: 2011
  • Yönetmen: Asghar Farhadi
  • Oyuncular: Peyman Maadi (Nader), Leila Hatami (Simin), Sareh Bayat (Razieh), Shahab Hosseini (Hodjat)
  • Tür: Dram
  • Ülke: İran

A Separation, modern İran’da geçen ama evrensel konulara dokunan, katmanlı ve derin bir dram. Film, boşanmak üzere olan bir çiftin hikâyesinden yola çıkar, ancak kısa sürede ahlaki, dini ve sınıfsal çatışmaların iç içe geçtiği bir insanlık sınavına dönüşür.

Nader ve Simin, farklı hayallerin peşindedir: Simin, kızları için İran’ı terk etmek ister; Nader ise Alzheimer hastası babasına bakmak için kalmayı. Bu anlaşmazlık, ikisini mahkemeye taşır. Ancak baba bakımına yardımcı olması için işe alınan hamile kadının yaşadığı trajik bir olay, herkesin hayatını altüst eder.

Film boyunca izleyici olarak kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermekte zorlanırsınız. Farhadi, hikâyeyi öyle dengede tutar ki, her karakterin kendi doğrusu vardır. Ancak bu doğrular çarpıştığında, ortaya yalnızca kırgınlık, pişmanlık ve geri dönüşü olmayan yaralar çıkar.

En vurucu anlar, karakterlerin sessizliklerinde saklıdır. Küçük kızın, ebeveynlerinin arasındaki gerilimi hissettiği sahneler, boğazınıza oturur. Çünkü görürsünüz ki, bazen haklı olmak bile kazandırmaz; herkes biraz eksik, biraz kırık kalır.

 

Final sahnesinde cevaplanmamış sorular kalır. Ama asıl mesele, cevap değil; bu hikâyenin yarattığı vicdan muhasebesinin izleyicinin içinde uzun süre yaşamaya devam etmesidir.

 

12. The Lives of Others (Başkalarının Hayatı)

  • Yıl: 2006
  • Yönetmen: Florian Henckel von Donnersmarck
  • Oyuncular: Ulrich Mühe (Gerd Wiesler), Martina Gedeck (Christa-Maria Sieland), Sebastian Koch (Georg Dreyman)
  • Tür: Dram, Gerilim
  • Ülke: Almanya

The Lives of Others, 1984 Doğu Almanyası’nda, baskıcı rejim altında yaşayan insanların hayatına ve vicdanın sessiz dönüşümüne odaklanan, derin bir insan hikâyesi.

Stasi ajanı Wiesler, hükümet karşıtı olduğundan şüphelenilen tiyatro yazarı Georg Dreyman ve sevgilisi Christa-Maria’yı dinlemekle görevlendirilir. Başlangıçta görevini soğuk bir profesyonellikle yapan Wiesler, zamanla dinlediği hayatın içine çekilir. Telefon hatlarından ve mikrofonlardan duyduğu konuşmalar, gördüğü fedakârlıklar ve incelikler, onun sert kabuğunu çatlatmaya başlar.

Wiesler, kimse fark etmeden küçük ama kritik kararlar almaya başlar; bazı bilgileri rapor etmez, bazılarını değiştirir. Bu küçük eylemler, aslında hayat kurtarır. Ancak yaptığı hiçbir şey ödüllendirilmez, hatta kimse onun ne yaptığını bilmez. Yaptığı iyilik, yalnızca vicdanına yazılır.

Filmin en çarpıcı yanı, Wiesler’ın dönüşümünün sessizliğinde saklıdır. Hiçbir dramatik patlama yoktur; sadece küçük bakışlar, tereddütlü eller, yarım bırakılmış raporlar… Ve bu küçük anlar, izleyicinin içine ağır ağır işler.

Final sahnesi, sinema tarihinin en sade ama en etkileyici kapanışlarından biridir. Wiesler, kendisine teşekkür edilmeyeceğini bilse de, doğru olanı yapmıştır. İzleyici olarak, film bittikten sonra uzun süre sessiz kalırsınız; çünkü bazı iyilikler yalnızca yapanın kalbinde yaşar.

13. Incendies (İçimdeki Yangın)

  • Yıl: 2010
  • Yönetmen: Denis Villeneuve
  • Oyuncular: Lubna Azabal (Nawal Marwan), Mélissa Désormeaux-Poulin (Jeanne Marwan), Maxim Gaudette (Simon Marwan)
  • Tür: Dram, Gizem, Savaş
  • Ülke: Kanada, Fransa

Incendies, geçmişin en karanlık sırlarının peşine düşen iki kardeşin hikâyesi üzerinden, savaşın insan ruhunda açtığı yaraların kuşaklar boyu sürebileceğini gösteren bir film.

Annesi Nawal’ın ölümünden sonra, ikiz kardeşler Jeanne ve Simon’a iki mektup bırakılır: Biri uzun zamandır ölü sandıkları babalarına, diğeri ise varlığından bile haberdar olmadıkları bir erkek kardeşlerine gönderilmek üzere. İkili, bu mektupların izini sürmek için Orta Doğu’ya gider. Yolculuk, onları annelerinin gençliğinde yaşadığı savaşın, ihanetin ve işkencenin izlerine götürür.

Film, adım adım ilerleyen yapısıyla izleyiciyi önce bir aile dramına, ardından yavaşça derinleşen bir savaş hikâyesine taşır. Her yeni bilgi, izleyicinin kalbine daha büyük bir ağırlık bindirir. Denis Villeneuve, şiddeti çoğu zaman doğrudan göstermeden, ima yoluyla aktarır; bu da gördüklerinizden daha yıkıcı hisler yaratır.

En vurucu an ise filmin finalinde gelir. Tüm parçalar yerine oturduğunda, izleyici olarak hem dehşete hem de tarifsiz bir hüzne kapılırsınız. Çünkü bu hikâyede affetmek bile acı verir.

 

Incendies, izleyenleri uzun süre etkisinde bırakır; savaşın yalnızca o dönemi yaşayanları değil, onların çocuklarını ve torunlarını bile nasıl yaralayabileceğini gösteren nadir filmlerden biridir.

14. The Elephant Man (Fil Adam)

  • Yıl: 1980
  • Yönetmen: David Lynch
  • Oyuncular: John Hurt (John Merrick), Anthony Hopkins (Dr. Frederick Treves), Anne Bancroft (Mrs. Kendal)
  • Tür: Biyografi, Dram
  • Ülke: İngiltere, ABD

The Elephant Man, farklı olmanın bedelini, toplumun acımasız bakışlarını ve insan onurunu derinden işleyen bir başyapıt. David Lynch’in siyah-beyaz tercih ettiği bu film, gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır.

John Merrick, 19. yüzyıl Londra’sında ciddi fiziksel deformasyonlarla doğmuş bir adamdır. Yıllarca panayırlarda “ucube” olarak sergilenir, insanlık dışı koşullarda yaşar. Ta ki Dr. Frederick Treves onunla tanışana kadar. Treves, Merrick’i hem fiziksel hem ruhsal olarak iyileştirmeye çalışır ve ona, hayatında ilk kez saygı ve dostluk gösterir.

Ancak film, Merrick’in kurtuluşunu romantize etmez. Onun acısını, yalnızlığını ve sürekli olarak “farklı” olduğu için maruz kaldığı dışlanmayı, sakin ama vurucu bir dille gösterir. En etkileyici anlardan biri, Merrick’in “Ben bir hayvan değilim! Ben bir insanım!” haykırışıdır. Bu replik, izleyicinin zihnine kazınır.

David Lynch, grotesk bir hikâyeyi abartılı korku unsurlarıyla değil, insanlık ve merhamet üzerinden anlatır. Merrick’in nazik tavırları, kırılganlığı ve inceliği, izleyicide derin bir empati yaratır.

 

Final sahnesi, kabullenme ve huzur duygusuyla gelir ama o huzur, boğazınızdaki düğümü çözmez. The Elephant Man, yalnızca farklı görünmenin değil, farklı olmanın da ne kadar ağır bir yük olduğunu hatırlatan, ömür boyu unutulmayacak bir film.

15. Manchester by the Sea

  • Yıl: 2016
  • Yönetmen: Kenneth Lonergan
  • Oyuncular: Casey Affleck (Lee Chandler), Michelle Williams (Randi), Lucas Hedges (Patrick Chandler)
  • Tür: Dram
  • Ülke: ABD

Manchester by the Sea, kaybın, suçluluk duygusunun ve insanın kendi geçmişiyle barışamamasının hikâyesi. Kenneth Lonergan, burada büyük dram sahneleri ya da duygusal manipülasyonlar kullanmaz; acıyı sessizce, gündelik hayatın arasına yerleştirir.

Lee Chandler, tek başına, düşük profilli bir hayat süren, içine kapanık bir adamdır. Ağabeyinin ani ölümü üzerine memleketi Manchester-by-the-Sea’ye dönmek zorunda kalır. Ancak bu dönüş, geçmişte yaşadığı büyük bir trajediyi yeniden karşısına çıkarır. Yıllar önce kendi ihmali yüzünden yaşanan felaket, onu derin bir suçluluk duygusuna mahkûm etmiştir.

Casey Affleck’in performansı, Lee’nin içine gömdüğü acıyı, neredeyse hiç bağırmadan, gözlerdeki donuk bakış ve omuzlardaki ağırlıkla aktarır. Michelle Williams ile olan kısa karşılaşma sahnesi ise sinema tarihindeki en dokunaklı diyaloglardan biridir; iki insanın, birbirlerini hâlâ sevmelerine rağmen geçmişin yükünü kaldıramamalarının resmidir.

Filmin en çarpıcı yanı, “zaman her yarayı sarar” klişesini reddetmesidir. Lee, filmin sonunda hâlâ aynı acıyla yaşamaktadır, sadece onunla birlikte yaşamayı öğrenmiştir. Bu gerçekçilik, izleyiciye tokat gibi çarpar.

 

Manchester by the Sea, acının ve pişmanlığın sessiz ama yıkıcı gücünü, izleyenin zihnine kazıyan bir film.

16. The Kite Runner (Uçurtma Avcısı)

 

  • Yıl: 2007
  • Yönetmen: Marc Forster
  • Oyuncular: Khalid Abdalla (Amir), Ahmad Khan Mahmoodzada (Hassan), Homayoun Ershadi (Baba)
  • Tür: Dram
  • Ülke: ABD, Çin

The Kite Runner, dostluğun, sadakatin ve ihanetin, bir insanın tüm hayatı boyunca peşini bırakmayan gölgesini anlatır. Khaled Hosseini’nin çok satan romanından uyarlanan film, 1970’ler Afganistan’ında başlar.

Amir ve Hassan, çocukluklarını birlikte geçiren iki yakın arkadaştır. Aralarındaki sınıfsal farklara rağmen, Hassan’ın Amir’e bağlılığı koşulsuzdur. Ancak bir gün yaşanan korkunç bir olay karşısında Amir, en yakın arkadaşını korumak yerine sessiz kalır. Bu sessizlik, aslında bir ihanetin sessizliğidir ve Amir’in hayatını sonsuza dek şekillendirir.

Sovyet işgali ve savaş, iki çocuğun yollarını tamamen ayırır. Yıllar sonra Amerika’da yaşayan Amir, geçmişinden gelen bir telefonla yeniden Afganistan’a dönmek zorunda kalır. Bu dönüş, onun için yalnızca memlekete bir yolculuk değil; vicdanına, pişmanlıklarına ve çocukluğuna dönüş demektir.

Film, ihanetin yükünü, pişmanlığın yakıcılığını ve affetmenin zorluğunu güçlü sahnelerle işler. Özellikle uçurtma sahneleri, hem masumiyetin hem de kaybolan dostluğun sembolüdür.

 

Finale gelindiğinde, bazı yaraların tamamen kapanmayacağını, ama yüzleşmenin ruhu biraz olsun hafifletebileceğini hissedersiniz. The Kite Runner, izleyenin zihninde yıllarca yer edecek türden bir vicdan hikâyesidir.

17. Dancer in the Dark

  • Yıl: 2000
  • Yönetmen: Lars von Trier
  • Oyuncular: Björk (Selma Ježková), Catherine Deneuve (Kathy), David Morse (Bill Houston)
  • Tür: Dram, Müzikal
  • Ülke: Danimarka, Fransa, İzlanda, Hollanda, Norveç, İsveç, ABD

Dancer in the Dark, sinema tarihinin en yıkıcı filmlerinden biri. Lars von Trier, bu filmde klasik müzikal öğelerini alıp, onları acımasız bir dramın içine yerleştirir.

Selma, Amerika’da yaşayan Çek göçmeni bir kadındır. Fabrikada çalışır, tek amacı, nadir bir göz hastalığı yüzünden yavaş yavaş görme yetisini kaybetmeden önce, aynı hastalığa sahip oğlu için ameliyat parası biriktirmektir. Hayatı zor ve yoksullukla doludur ama Selma’nın iç dünyasında müzik ve dansla dolu renkli bir hayal dünyası vardır.

Ancak bir gün, güvendiği bir komşusunun ihanetiyle hem parası hem de hayatı altüst olur. Selma, oğlunun geleceğini kurtarmak için kendi geleceğinden tamamen vazgeçer. Film, onun trajedisini izleyiciye adım adım, soğuk bir gerçeklikle hissettirir.

Björk’ün canlandırdığı Selma, sinema tarihinde en unutulmaz karakterlerden biridir. Naifliği, saf iyiliği ve sessiz kabullenişi, izleyicinin kalbine ağır bir şekilde yerleşir. Final sahnesinde Selma’nın söylediği şarkı ve ardından gelen sessizlik, boğazınızdaki düğümü çözmez; aksine, onu daha da sıkılaştırır.

 

Dancer in the Dark, bittiğinde sizi hem yıpratır hem de sinemanın ne kadar güçlü bir duygu aktarım aracı olduğunu hatırlatır.

18. Requiem for a Dream (Bir Rüya İçin Ağıt)

  • Yıl: 2000
  • Yönetmen: Darren Aronofsky
  • Oyuncular: Ellen Burstyn (Sara Goldfarb), Jared Leto (Harry Goldfarb), Jennifer Connelly (Marion Silver), Marlon Wayans (Tyrone C. Love)
  • Tür: Dram, Psikolojik
  • Ülke: ABD

Requiem for a Dream, bağımlılığın yalnızca bedeni değil, hayalleri, ilişkileri ve insan onurunu nasıl çürüttüğünü anlatan, sinema tarihinin en sarsıcı filmlerinden biri.

Filmde dört karakterin hikâyesini izleriz:

  • Sara Goldfarb, televizyon programına çıkma hayaliyle zayıflama haplarına bağımlı olur.
  • Oğlu Harry, sevgilisi Marion ve arkadaşı Tyrone ise uyuşturucu ticareti yaparak para kazanmayı planlar.

Başlangıçta her şey “geçici bir çözüm” gibi görünür. Ancak Aronofsky, bağımlılığın yavaş ilerleyen yıkımını sert bir hızla gözler önüne serer. Hızlı kurgular, tekrarlayan yakın planlar (hap şişeleri, iğneler, göz bebekleri) izleyiciyi rahatsız edecek derecede yoğun bir tempoya sokar.

Filmin ilerleyen dakikalarında karakterlerin düşüşü hızlanır. Sara’nın televizyon hayali, paranoyak hezeyanlara; Harry’nin hırsı, fiziksel sakatlığa; Marion’un umudu, kendini feda etmeye; Tyrone’un kaçışı ise demir parmaklıklara dönüşür.

Finalde dört karakter de kendi cehenneminde kıvrılırken, Clint Mansell’in “Lux Aeterna” bestesi sahnelerin üzerine adeta bir ağıt gibi çöker. Boğazınızdaki düğüm, müzikle birlikte daha da ağırlaşır.

 

Requiem for a Dream, bittiğinde rahatlama hissi bırakmaz. Tam tersine, izleyiciyi kendi hayatına dönüp bakmaya ve bağımlılık kavramını en acımasız hâliyle düşünmeye zorlar.

19. Atonement (Kefaret)

  • Yıl: 2007
  • Yönetmen: Joe Wright
  • Oyuncular: Keira Knightley (Cecilia Tallis), James McAvoy (Robbie Turner), Saoirse Ronan (Briony Tallis)
  • Tür: Dram, Romantik, Savaş
  • Ülke: İngiltere, Fransa, ABD

Atonement, tek bir yanlış anlamanın ve aceleyle söylenmiş bir sözün, hayatları nasıl geri dönüşsüz şekilde değiştirebileceğini anlatan, görsel ve duygusal açıdan güçlü bir film. Ian McEwan’ın romanından uyarlanan hikâye, 1930’ların İngiltere’sinde başlar.

Genç Briony Tallis, ablası Cecilia ile evin bahçıvanı Robbie arasındaki gergin ve tutkulu ilişkiyi yanlış yorumlar. Çocuksu kıskançlığı ve hayal gücü, bir suçu yanlış kişiye yüklemesine sebep olur. Bu iftira, Robbie’nin hayatını mahveder, Cecilia ile ilişkilerini imkânsız hâle getirir ve Briony’ye ömür boyu sürecek bir vicdan azabı bırakır.

Film, üç karakterin de hayatının farklı dönemlerini gösterirken, savaşın yıkıcılığı ve zamanın kaybettirdikleri de hikâyeye eklenir. Joe Wright’ın meşhur Dunkirk sahnesi, hem görsel bir şölen hem de savaşın anlamsızlığının sinemadaki en çarpıcı tasvirlerinden biridir.

Ancak filmin asıl yumruğu finalde gelir. İzleyici, hikâyenin gidişatını değiştirebilecek bir umutla yaşar, fakat Briony’nin itirafıyla her şeyin geri dönülemez olduğunu öğrenir. Onun kefareti, yalnızca bir romanda yaratabileceği hayali mutlu sondur; gerçekte ise çok geç kalınmıştır.

Atonement, izleyicinin içine işleyen, pişmanlığın ve affetmenin ağırlığını uzun süre taşıtan bir hikâyedir.

20. Wild Strawberries (Yaban Çilekleri)

  • Yıl: 1957
  • Yönetmen: Ingmar Bergman
  • Oyuncular: Victor Sjöström (Prof. Isak Borg), Bibi Andersson (Sara), Ingrid Thulin (Marianne Borg)
  • Tür: Dram
  • Ülke: İsveç

Wild Strawberries, bir ömrün son döneminde geriye dönüp bakmanın, pişmanlıklarla ve kayıp fırsatlarla yüzleşmenin melankolisini, sinema tarihinin en zarif biçimlerinden biriyle sunar.

Profesör Isak Borg, yaşamı boyunca başarılı ama duygusal olarak mesafeli bir insan olmuştur. Bir ödül törenine katılmak üzere çıktığı yolculukta, hem fiziksel hem de zihinsel olarak geçmişine doğru bir seyahate çıkar. Yolda gördüğü yerler, karşılaştığı insanlar ve gördüğü düşler, ona gençliğini, kaçırdığı aşkı, soğuk ilişkilerini ve yalnızlığını hatırlatır.

Bergman, filmi bir “zaman yolculuğu” gibi kurar; gerçek ile rüya, anı ile pişmanlık iç içe geçer. Isak’ın gördüğü rüyalardan biri —sessiz, zamanın durmuş gibi olduğu bir sokak, durmadan çalan bir saat ve devrilmiş bir tabut— hayatın geçiciliğinin soğuk bir hatırlatıcısıdır.

Yaban çilekleri, filmde kaybolan masumiyetin, gençliğin ve bir zamanlar sahip olunan mutluluğun sembolüdür. Ancak Isak, geçmişi değiştiremeyeceğini bilse de, yolculuğun sonunda küçük bir huzur kırıntısına ulaşır; belki de geç kalınmış bir kabulleniş bu.

Wild Strawberries, gürültüsüz ama derin bir şekilde, insanın kendi hayatını sorgulamasına sebep olur. Bittiğinde, izleyici de kendi geçmişine dönüp bakar; neyi değiştirebileceğini, neyi asla geri getiremeyeceğini düşünür.

Uplifers: Kaliteli ve mutlu yaşam koçunuz!
İlgili Makale