Tek başına kalmanın tenhalığında gerçek kimliğimiz saklı olabilir mi?

Tek başınalığı çoğunlukla olumsuz ve korkutucu bir tecrübe olarak görürüz. Yalnızların mahkûm olduğu bir huzursuzluk; çekilmesi gereken bir cezaymış gibi kaçarız tek başımıza kalmaktan. Halbuki bazı araştırmalar tek başınalığın, bizim tercihimize bağlıysa, bir nevi terapi etkisi yaratabileceğini söylüyor. 

Tam bu noktada, farklarını ortaya koymamız gereken iki kavram var. Tek başınalık ve yalnızlık, her ne kadar çoğu zaman birbirinin yerine kullanılsa da, aslında birbirinden dünyalar kadar farklı. Dışarıdan bakıldığında aynı gibi durabilirler, ama biliyoruz ki görüntü yanıltıcı olabilir. Yalnızlık; uzakta olma, uzaklaştırılma halini ifade eder ve başkalarıyla bir aradayken bile kendini gösterebilir ki, yalnızlığın en acı hali de budur. 

O halde, bizi asıl kimliğimizle buluşturmaya yardımcı olacak alan yalnızlık değil tek başınalıktır ve bunun için bazı koşulların sağlanması gerekir. Maryland Üniversitesi’nde gelişim psikoloğu olarak görev yapan Kenneth Rubin, bu koşulları “ancak” olarak adlandırıyor. Tek başınalığın sağaltıcı bir deneyim olabilmesi, Rubin’e göre, ancak gönüllü bir çabaya; kişinin ancak duygularıyla olanca “dürüstlüğüyle” buluşmasına; kişinin ancak istediği anda başkalarıyla birlikte olabilmesine ve kişinin ancak tek başınalık alanı dışında da olumlu ilişkiler kurabilmesine bağlı. Bu koşullar sağlanmadığında, tek başınalık yalnızlık haline dönüşebilir ki, bu da bize zarar veren bir deneyim olarak sonuçlanır çoğu kez. 

Osho’da da tek başınalık ve yalnızlık arasında bir ayırım olduğu barizdir. Ona göre, tek başınalığın bir güzelliği ve görkemi, bir pozitifliği vardır; yalnızlık zavallıdır, negatiftir, karanlıktır, kasvetlidir. Osho diyor ki, hayatının anlamını ve önemini bulmak için atacağın ilk ve en öncelikli adımın kendi tek başınalığının içine girmek olduğunu bil. Neden önemli peki kişinin tek başına kalmaya cesaret göstermesi? Osho, sahte kimliğin yani gerçeğin yerine konmuş olanın ancak kişinin tek başına kalmayı öğrenmesiyle yok edilebileceğini söylüyor.

Tek başına kaldığın an sahte olan kimlik, parçalanmaya ve bastırılmış olan gerçek kimlik kendini ifade etmeye başlar. Gerçek kimliğimizden, yani gerçek düşüncelerimiz ve hislerimizden korktuğumuz için de tek başına kalmayı yalnız olmakla bir tutuyor, bu deneyimden kaçıyoruz. Hâlbuki Osho, Tehlikeli Yaşamanın Coşkusu’nda bize şöyle sesleniyor: “[sahte benliğini kaybetmekten endişe duyma çünkü] kaybolabilecek bir şeyi kaybetmeye değer. Ona yapışıp kalmak anlamsızdır; çünkü o senin değil, o sen değilsin. Sen aslında, sahte olan gidince onun yerine yükselecek olan taze, masum ve kirlenmemiş varlıksın. Kimse ‘Ben kimim?’ sorusunu senin yerine yanıtlayamaz. Bunu sen bileceksin.

Hayatımızın bir parçası olan ailemiz, arkadaşlarımız, gittiğimiz okullar, inandığımız dinler, okuduklarımız, dinlediklerimiz kısacası hemen her an içinde olduğumuz ortamlar bazen kasıtlı bazen kasıtsız olarak gerçek kimliğimizin üstünü örten, onun yerine sahte bir kimliği büyüten deneyimler yaşatır bize. İşte bu nedenle, yalnız kalabilmeyi, tek başına olabilmeyi hakikate ulaşmaya yardımcı olacak bir yol olarak görmeliyiz. 

Henri Nouwen, Reaching Out kitabında şöyle diyor:

Yalnızlıktan kaçmak, yalnızlığı unutmak ya da yadsımak yerine onu korumalı ve faydalı bir tek başınalık haline dönüştürmek zorundayız. … Yalnızlık acıtır; tek başınalık huzur verir. Yalnızlıkta, içine düştüğümüz umutsuzluk haliyle başkalarına yapışırız; tek başınalıkta ise çevremizdekilere saygı duyarız.

Sükûnet ve sessizlikle baş başa ‘oturmayı’ öğrenmek, tek başına olmanın verdiği rahatlığı yaşamak için atacağımız ilk adımdır.

O halde, kendimize bir soralım; tek başına kalmaktan, yalnızca bize ait bir zamandan neden bu kadar korkuyor, neden kendi kendimizle kalma deneyimini yaşamaktan kaçıyoruz… Bize ait bu zamanı, daha derine inmek, gerçek hislerimizi duymak; özümüzle (yeniden) bağ kurmak ve engelleri kaldırmak için kullanabiliriz. 

Tek başınalık suları yalnızca kim olduğumuzun keşfini vadetmekle kalmıyor, aynı zamanda etrafımızı saran “zehirli sarmaşıklar”ı fark etmemize de yardımcı oluyor. Diğer bir deyişle, kendimizi ait olduğumuz sosyal ortamdan çektiğimizde, bu ortamın bizi nasıl şekillendirdiğini, nasıl değiştirdiğini daha objektif olarak gözlemleme fırsatı elde ediyoruz. Senelerce yalnız başına bir hayat süren yazar ve Trappist papazı Thomas Merton da benzer bir nosyonla yaklaşıyor bu duruma. ‘Thoughts in Solitude’ adlı makalesinde diyor ki: “Kucağımızı kapamadıkça etrafımızda olup biteni bütünselliğiyle ele alıp geniş bir açıdan göremeyiz.”

Tek başınalık halini bir özgürlük alanı olarak değerlendirirsek, böyle bir özgürlüğü ancak bize özel bir dünya kurabildiğimiz ölçüde yaşayabiliriz. Lars Svendsen, Yalnızlığın Felsefesi adlı kitabında bu özel yaşamı, kişinin kendini kendine adadığı, kendi hakkında düşündüğü, kendini unuttuğu ya da normalde gün yüzüne çıkamayacak ve belki de bu özel yaşam dışında gün yüzüne çıkmaması gereken yanlarına eğildiği bir bağımsız alan olarak tanımlıyor. Hayatımız kimi açılardan ancak tamamen kendi halimize kaldığımız anlarda ortaya çıkabilir. Peki, en çok nerede kendi halimizde olabilir, tek başına kalabiliriz?

İnsanın aklına doğal olarak önce evi geliyor. Svendsen de gerek tek başınalık gerek yalnızlık halinde evlerimizin en önemli yer olduğunu düşünüyor. Peki, tek başınalık için özel bir dünya, bize ait bir alan kurduk diyelim; bu özel yaşam ihtiyaç duyduğumuz farkındalık ve kendimiz olma hissine ulaşmak için yeterli olur mu? Bunun bir garantisi yok aslında. Sonuçta, kurduğumuz bu mahrem ya da özel dünya yalnızlıkla dolup taşarken asıl iyileştirici olan tek başınalık halini sağlamayabilir; bize ait bu alanda tek başınalığı yaşayamayabiliriz. Akla sosyal medya geliyor değil mi? Özel dünyamızda özellikle internet ve sosyal medya üzerinden kurduğumuz ilişkiler öyle “kalabalık” olur ki ne yalnızlık ne de bir başınalık haline yer kalır. O halde, özel dünyamızı kurduktan sonra çaba sarf etmemiz gerekiyor – bu dünyayı en azından belli süreler boyunca yalnızca bize ait kılma çabası. 

Özel dünyamızı en çok evlerimizde bulduğumuzdan bahsettik ama bu da şart değil bir bakıma. Evlerimiz bizden ilgi ve alaka bekleyen aile bireyleri ya da başka insanlarla öyle dolup taşabilir ki, ihtiyaç duyduğumuz özel alanı, tanımadığımız kalabalıkların içinde, bir otel odasında, bir otobüs koltuğunda ya da bir havaalanı terminalinde bile bulabiliriz. Yani, fiziksel tenhalıktan ziyade ruhsal ve zihinsel olarak kendimize ne derece ulaşabildiğimizi sorgulamak gerek belki de. Bu durumu tercih edilmiş tek başınalık olarak adlandıran Klinik Psikolog Gökhan Ergür’e göre, “Bütünüyle o insanlara ve o mekâna kendini kaptırmak yerine, içinde bulunduğu zamanın farkında olarak kendi istek, duygu ve düşüncelerinin doğrultusunda o anda olmak bizi o ortamda tek başına kılar.

Tek başınalık; gerçek benliğimizle daha samimi bir düzeyde buluşmamıza, bizim için neyin gerçekten önemli olduğunu ve hayatımızı nasıl yaşamak istediğimizi anlamamıza imkân tanıyan bir alan. Ve bu yüzden değerli. Kendi üzerimize düşünmemiz, farklı gözlerden görmemiz için yaşanması gereken bir deneyim. Çünkü ancak tercihimiz ve isteğimiz doğrultusunda tek başına olduğumuz bir dünya kurduğumuzda, hiçbir şey, iç sesimizi duymamızı, kalbimizin ve zihnimizin sözlerine kulak vermemizi engelleyemez.  

Tek başınalığın en büyük nimetlerinden biri sükûnet ve telaşsızlık hali içinde düşünmemize olanak sağlamasıdır. 

Kaynaklar:

Lars Svendsen, A philosophy of Loneliness, Reaktion Books
Osho, Cesaret – Tehlikeli Yaşamanın Coşkusu, çev. Suzan Mıhladız, Ganj Yayınları
The Atlantic – The Virtues of Isolation
Why We Fear Solitude and Shouldn’t?
Huffpost: Solitude – Why Do We Fear It?
Gökhan Ergur – Yalnızlık ve Tek Başınalık
Orçun Yılmaz – Ruh Sağlığına Bakış TED konuşması

İlginizi çekebilir: Gerçek benliğimizi nasıl besleyebiliriz: 5 öneriyle ruhunuzu besleyin

Burcu Uluçay
Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar ... Devam