Post-truth, gerçeklik, politika üçgeninde: Gerçeğinizi nasıl alırdınız?

“Nesnel hakikat kavramı yeryüzünden silinip gitmekte. Tarih kitaplarına yalanlar geçecek…”
George Orwell

Gerçeğinizi nasıl alırdınız? Bazı zamanlar gerçek, bir hediye gibidir. Duymak, tatmak, beraber yol almak isteriz onunla. Bazense gerçekler zehirdir. Kendimizi manipüle ederek kaçtığımız, maskelerle süslediğimiz, tüm varlığımızla reddettiğimiz bir akışa dönüşürler. Gerçeğe bakış açısında orta yol asla olmaz. Ya kabul ya red fiilleri ile bir şekilde tepkimizi veririz. İki tepkiyi de aynı kişi farklı durumlarda, işine geldiği şekilde vererek devinir durur.

İşte insanlığın kendisiyle ve dünyayla yüzleşmede takındığı bu tavır, yüzyıllar boyu ortaya çıkan deneyimler sonucu, toplum mühendisliğinin en güçlü silahlarından birisinin yaratılmasına hizmet etmiştir. İlk kez 1992 yılında Amerikalı Oyun Yazarı Steve Tesich’in The Nation dergisine yazdığı makalede kullanılan post-truth kavramı, daha sonra 2004 yılında Ralph Keyes’in The Post-truth Era adlı kitabı ile yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Hakikatin önemsizleştirilmesi, bir kavramın artık önemsiz ya da gereksiz kabul edilmesidir. Manipülasyon tekniği halini almış tüm çarpıtmaları, yığınların akıllarını işgal edebilmek için gerekli tüm yönlendirmeleri sağlayan bir mekanizmanın başlığıdır artık post-truth.

Kavram yenidir ancak uygulaması çağlardır sürüyor. Yalanların çeşitli motiflerle örgü örer gibi işlenip karşımıza bambaşka bir gerçek olarak sunulmasıdır. Hepimizin de tahmin edebileceği gibi evrensel siyasi kültür için bulunmaz bir hint kumaşıdır. Machiavelli vakti zamanında ne demişti: “Tüm liderler bir noktada yalan söylemeye ihtiyaç duyabilir.”

Bu söz dünyada uzun süredir somutlaşmıştır. Özellikle toplumsal öfke dönemlerinde, her siyasi grup, gerçeklerin duygu ve inançlarla çarpışmasını ve galibin de duygu/inanç ikilisinin olmasını göz açıp kapayana kadar sağlayıverir. Bir bakarsınız ezici çoğunluk artık “Dünya aslında yuvarlak değildir” demeye başlayıvermiştir.

Hakikatin önemsizleştirilmesi, entelektüel bütünlüğün küflenmesidir. Demokratik dünya fikrinin üzerine yayılmış en köklü sarmaşıktır. Ekonomik olarak birbirinden çok uzakta olan kutupların birbirlerine karşı geliştirdiği tüm içerlemelerin yarattığı duygulardan beslenen bir araçtır. Örneğin insanlar savaş gibi sebeplerle başka ülkelere göç edebilirler. Bize bu göçmenler öyle bir yansıtılır ki ne savaş gerçeğini ne de o insanların yaşam mücadelelerini görürüz ve sadece yaşadığımız toplumsal alınganlıkların (hırsızlık yapıyorlar-suç işliyorlar-işlerimizi elimizden alıyorlar vb.) kaşınması ile birden faşizan bir tutum sahibi oluruz, halbuki daha dün eşitlikten, haklardan ve özgürlüklerden bahsetmişizdir.

Sorgulayan bir beyin, sorularına verilen cevapların doğruluğunu araştıran beyindir. Dünyada neler olmaktadır? Savaşı kimler çıkarmıştır? Sonuçlarından kimler faydalanmaktadır? Göçmenleri kabul eden ülke hangi çıkarlarla bu adımı atmıştır? Kabul etmeyen ülkeler hangi nedenleri öne sürmüştür? Suç nedir? İnsan neden suç işler? Bunlar gibi siyasi, sosyolojik sorular sorduğumuzda öfkemiz mantıkla yer değiştirir. Gerçek tepki verilmesi gereken şeyle, bizim öfkeyle tepki gösterdiğimiz insan arasındaki ince çizgiyi görmemizi ve ona göre fikirlerimizi oluşturmamızı sağlar.

Peki, nasıl gerçekleşir hakikatin önemsizleştirilmesi? Hangi aklı başında birey kanabilir ki tasarlanmış gerçeklere? Ne demiştik bizler işimize geldiği gibi yorumlamaya müsait bir canlı türüyüz. Bu kişisel mevzulardan ibaret kalamazdı tabii ki. Günümüz dünyasında “bireyin toplumdan kopuşu ve kendine tapınması” fikirleri pompalanırken artık bize uygun içerikte sunulanlarla kandırılmak çok kolay. Ayrıştırıcı konuların toplumsal öfke nöbetleri doğurabildiği dönemlerde, insan psikolojisinin en kaygan zemini olan duygusal yorumlama, keyfine göre inanma alışkanlığından gelir. Daha önce mahalle mahalle gezilerek ortaya atılan, televizyon programları ile geliştirilen fikir tohumları ile yapabildikleri bu manipülasyonlar artık çok daha rahat, yorulmadan birkaç tuşla halledilebilmektedir.

Ve işte post-truth araçlarından en önemlisi karşımıza çıkar: Sosyal medya. Eskiden sayfa sayfa arayıp bulduğumuz bilgileri bir tıkla karşımıza sunan internet doğru kullanıldığında paha biçilmez bir kaynak. Ama ya okuduklarımız çarpıtılmış bilgilerse. Ya o çok güvendiğimiz kalemler 99 doğruyu söyleyip araya ekledikleri 1 yalanla beynimizi istila ediyorsa? Sonuçta Arjantin’in başkenti değil her zaman araştırdığımız bilgi. Çoğu zaman bir olguyu, haberi araştırıyoruz. Yoruma açık, içi doldurulabilir ve uzaktan fotoğraflarla inandırıcı hale getirilebilir pek çok konu var. Peki, o en mutsuz anlarımızda, kendimize çekidüzen verip harika mutluluk pozları paylaşmalarımız? Aldığımız beğeni ve yorumlarla acılarımızdan kaçışlarımız? Bakın bireysel olarak bile çevremizi kandırabiliyoruz. Salt görüntüsü nedeniyle sözü güvenilir sandığımız birisine olan inancımızla, uçuk kaçık diye nitelenen birinin söylemlerine verdiğimiz tepkilerden yola çıkabiliriz. İlahlaştırılmış, yetki sahibi kişilere güvenme isteğimizle pekala kolayca post-truth yanılsamalarına inanabiliriz. Belki de uçuk kaçık olandır bize doğruyu gösteren.

Artık internet trolleri gündemi aniden değiştirebiliyor. Bir ünlünün ya da siyasetçinin uzun konuşmasından kesitler birleştirilip kariyeri sonlandırılabiliyor. Ahlaki değerlerimiz okşanarak kimleri uçurumlardan atmamız sağlanmadı ki?

Günümüz dünya liderlerinin her birinde olduğu gibi Rus Devlet Başkanı Putin de bu konularda oldukça deneyimlidir. Öyle bir politik teknoloji geliştirdi ki kendisi dışında konuşan herkes yalancı konumuna düşürüldü Rusya’da. Kendisini vahşi hayvanların üzerinde gösteren fotoğraflarla birçok insanın tarafsız düşünebilme yetisini zedelemiştir. Uluslararası ilişkilerde ‘keskin güç’ adı verilen bir olgu vardır. Bu kavramı öne atan Christopher Walker keskin gücü, “hedef ülkelerin politik ve enformatik ortamlarını delmek, nüfuz etmek” için yapılan eylemler olarak tanımlar. *PR çalışması yürüten şirketler şu anda hem siyasi hem de ticari alanlarda oldukça büyük ilgiye ve böylece de pazar payına sahip. Putin dahil pek çok iktidar sahibi artık bu şirketlerle çalışmaktadır. Hepsi de “keskin güç” olmak için büyük bir algı oyunu oynar. Ve bu oyun o kadar çok işlerine yarar ki artık savaş başlattıklarında bile dünya insanları için bu gayet normal bir süreç zannedilebilir.

Örneğin şu anda yaşanan savaşa dair haberlerde zaten Ukrayna hep Rusya’ya aitti denilebilir. Bu hem tarihsel hem de masummuş gibi görünen çarpıtılmış bilgi sayesinde bir anda evlerinde ekranlara hapsolmuş kitleler Putin yanlısı olabilir. Şu anda bu savaşı başlatan ve körükleyen Rusya, Çin, ABD, AB ve İngiltere yönetimleri gibi hegemonik güçler asla yandaşlık yapılabilecek taraflar olamaz çünkü hepsi çıkarları doğrultusunda insanlığı yönlendirmektedir; oysa barış, üstünde hemfikir ve taraf olunabilecek tek gerçekliktir. (*PR-Public Relations/Halkla İlişkiler-, bir kişi veya kurum için halkın genel algısını başarılı şekilde iletişim kanallarının kullanılarak yönetilmesidir. Türkçeye Halkla İlişkiler olarak çevrilen kavram, bir marka veya kişinin halkın karşısında itibarını korumak, desteklemek, bilinirliğini ve kabulünü arttırmak, davranış biçimlerine etki etmek sonucunda oluşturulan bir itibar yönetim biçimidir.) Türk bir oyuncunun İtalya’daki havaalanlarında, kendisi için çıldıranlardan kaçısı hala hepimizin aklında. Keşke tüm PR’lar bu kadar bariz olsa.

Peki, ne yapabiliriz? Entelektüel cesaretimizi yükseltmek ilk adım. Sorgulama, şüpheyle yaklaşma, fanatikleşmeme, çıkar amaçlı fikir üretmeme cesaretimiz olmalı. Dünyada şu anda her türden bakış açısına eşit mesafede olmamız gerektiği konuşuluyor. Bu mümkün olmamakla beraber aslında bazen çok da zararlı sonuçlar doğurabilir. Algı oyunları yaratılmasını kolaylaştırıyor eşit mesafede olmak.Oysa ki bilgi bilimi ile daha fazla haşır neşir olmalıyız. Sorularımıza aldığımız cevapları elimizden geldiğince tarihsel doğruluk testine tabi tutmalıyız. Sağlam ve geçerli nedenler bulamadığımız her düşünce kuşatması uzak durulması gereken bir alandır. İrdelenmeye muhtaçtır. Çoğu zaman bize söylenenlerin sesini değil de söylenmeyenlerin sessizliğini dinlemeliyiz. Karşımıza çıkan bilgiler bölmeye, ayrıştırmaya, dışlamaya yönelik ise, şiddeti kabul edilebilir olarak sunuyorsa, bir grup insanı bir başka grup insandan üstün gösteriyorsa o bilgiler kesinlikle çarpıtılmış bilgilerdir. Ve çarpıtılmış bilgiler söylenmeyenlerin sessizliğinde gizlenir.

Gerçekler zamanın ruhuna göre değişir, bunu da unutmadan hep zinde bir zihinle araştırıp gerçekleri öğrendiğimiz ve barış içinde yaşayabildiğimiz günlere umudumuz olsun…

İlginizi çekebilir: Anlamsal doygunluk: Çok tekrarlanan kelimeler neden anlamını yitirir?

Şerife Günaydın Karaköse Avukat & Yazar
Yazar Şerife Günaydın Karaköse, 1980 Adana doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Çağ Üniversitesi Özel Kamu Hukuku Yüksek Lİsansı'nı bitirmekle hukuk dünyasına girdi ve ... Devam