Maviye yolculuk: Ceren Türkmenoğlu ile albümü Mâî üzerine bir sohbet

Geçtiğimiz günlerde beni etkileyen bir albüm dinledim. Piyasanın kalabalığı içinde bazen duyulamayabiliyor nadide ve iyi müzisyenlerin işleri. Bu sebeple Ceren Türkmenoğlu’ndan bir randevu alıp ufak bir söyleşi gerçekleştirdim. Onu daha yakından tanımak ve gelecek işlerini öğrenmek için bu söyleşiyi okuyabilirsiniz. Albümü almayı da atlamayın tabii. Keyifli dinlemeler!

Müzik hayatınız nasıl başladı?

C.T.: Müziğe çocukken başladım, ufak bir org üzerinde renkler yardımıyla notaları öğrenerek. Bunu piyano dersleri takip etti ve daha sonra bir kemancı olan halam sayesinde keman ile tanıştım. Bana bir gün ufak bir keman hediye etti, sonrasında da çalmayı hiç bırakmadım. Böylece on bir yaşında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na girerek burada keman eğitimine başlamış oldum.

Albümün ismi nereden geliyor?

C.T.: Temmuz ayında yayınlanan ilk albümüm, ismini geçen sene bestelediğim Mâî isimli parçadan alıyor. O sıralarda bir albüm çıkarma fikri henüz ortada yoktu ancak bunu birkaç parça daha takip edince, Hakan Kurşun’un da yönlendirmesiyle bu fikir ortaya çıktı. Mâî de bu fikre giden yoldaki ilk parça olduğu için albüme ismini vermiş oldu. Mâî’nin anlamına gelince; bu, Arapça kökenli eski bir sözcük. Suyla ilgili anlamına geliyor ve suya ait şeyleri temsil ediyor. Suyun mavi rengine adını vermesi dışında suyun akıcılığını, suda yaşayanları ve sudan gelen şeyleri de betimliyor. Su, felsefede her şeyin kökeni olarak görülür. Diğer bir deyişle, her şey sudan ortaya çıkar ve yine her şey suya geri döner. Su, hayatın başladığı ve ruhun özlemini duyduğu şeydir. Bununla birlikte su, sonsuzluğu, bütünlüğü ve huzuru simgeler. Bu parça, pandemi sebebiyle kaybettiklerimiz için yazıldı. Aramızdan ayrılarak sonsuzluk denizine kavuşan hayatları kutlama gayesiyle.

Albümün dünyanın uzak köşeleri ve birçok etkileşim sonucunda ortaya çıktığını söylemişsiniz? Biraz anlatır mısınız?

C.T.: Pandemiden önceki Dünya düzeni gezgin ruhumun dolaşmasına müsade ediyordu, ben de yerimde durmuyordum açıkçası. Albümdeki parçaların tohumları farklı farklı yerlerden toplandı o yüzden ve en son Ankara’da, stüdyo haline dönüştürdüğüm müzik odamda bir araya geldi. Parçalar hakkında biraz konuşmak gerekirse, başlıca şu üç yerden ilham alıyorlar: Boston, denizaşırı bir ülkedeki yaşamım. Ankara, ev. Orta Asya, hayallerin ve hikayelerin ruhumu sürüklediği uzak diyar.

Örneğin, Aspen con sordino isimli bestem, Amerika’da yaşadığım yıllarda, karlı Aspen Dağı’na olan bir seyahatim sonrası ortaya çıkmıştı. Terracotta’da ise hayalimde antik bir kutlama canlandırıyorum ve Orta Asya’da bulunan Tuva Cumhuriyeti’nden getirdiğim bir ağız kopuzu çalıyorum. Biometrics ve Gibraltar, Hakan Kurşun ile Boston-İstanbul arası uzaktan bestelediğimiz parçalar oldu. Kemanlar Boston’da, gitar ve vurmalı çalgılar ise Hakan Kurşun tarafından İstanbul’da kaydedildi. Pandemiyle birlikte uzaktan beste ve kayıt yapmanın sıradan bir durum haline geleceğini o zamanlar henüz bilmiyorduk.

Dimitri Kantemir’e ait Buselik ve Neva makamlarındaki eserlerin ise daha da dolambaçlı bir hikayesi var. Arp sanatçısı, sevgili Meriç Dönük ile İstanbul’da yaptığımız kayıtları Boston’a götürerek orada yaylı tanbur icracısı, Amerikalı müzisyen dostum Michael Harrist’e dinlettim. Burada Michael ile Meriç’in arpının üstüne yaylı tanbur, bendir ve keman kaydettik. Daha sonra Ankara’ya geldiğimde bu kayıtların üstüne bir kez daha keman ve vurmalı çalgılar ekledim ve son hallerine ulaşmış oldular. An ve Sabah, diğer üç bestem gibi tüm enstrümanları kendim çalarak evimde kayıt ettiğim parçalar. Bunlarda keman, viyola, bendir, vokal, gitar ve perküsyon kullanıyorum. Sabah, çok erken kaybettiğimiz sevgili hocam, Lübnan asıllı müzisyen Bassam Saba’ya ithafen yazıldı. Albümün açılış parçası An ise ilhamını Mevlânâ’nın “Zamanın çemberinden çık, sevginin çemberine gir” dizelerinden alıyor. Bu parçayı geçen sene üzücü bir şekilde hayattan koparılan bir genç kadın için yazmıştım. Onun, insan icadı zamanın ve buna dair acımasızlıkların çemberinden kurtulup sevginin ve bütünlüğün çemberine girmiş huzurlu bir ruh olduğunu düşleyerek.

Hakan Kurşun’un da katkıları ve destekleriyle bir araya gelen bu parçaların miksi ikimizce, mastering’i ise Hakan Bey tarafından yapıldı. Temmuz ayı itibarıyla da Pb Müzik etiketiyle tüm dijital müzik platformlarında yerini aldı.

Meriç Dönük’le yolunuz nasıl kesişti?

C.T.: Meriç Dönük, başka bir müzisyen arkadaşımın vasıtasıyla tanıdığım, çalışmalarıyla ve çok yönlülüğüyle gıpta ettiğim değerli bir müzisyen. Başarılı bir arp sanatçısı olan Meriç, önemli ödüllere ve güzel albüm çalışmalarına sahip. Dünya’nın dört bir yanında vermiş olduğu konserlerin yanı sıra çok sayıda kültürel etkinlikler düzenleyen Arp Sanatı Derneği’nin de kurucu üyelerinden. Sanırım Meriç ile ortak noktamız onun deyimiyle “melez” müziğe olan ilgimiz. Çalışmalarını klasik müzik ile sınırlı tutmayan Meriç, Türk müziği, Dünya müziği ve caz müzik alanında da çalışmalar yapıyor. Benim merakımı uyandıran ise onun Türk müziği ile ilgili çalışmalarıydı. İki sene önce onunla Osmanlı dönemi bestecisi Dimitri Kantemir’e ait iki eseri birlikte kaydetmiştik. İstanbul’da yaptığımız bu kayıtları Boston’a götürdüm ve burada Amerikalı müzisyen dostum Michael Harrist, Meriç’in arpının üzerine yaylı tanbur ve bendir çaldı, ben de keman ve perküsyon. Bu parçalar daha sonra albümüm Mâî’nin içinde yayınlanmış oldu.

Enstrümanlarınızdan ve genel kullanımlarından biraz bahseder misiniz?

C.T.: Asıl enstrümanım keman. On yaşımdan beri keman çalıyorum. Yine çocukken öğrenmeye başladığım ancak sonrasında üzerine çok eğilmediğim piyano da çaldığım enstrümanlar arasında. Viyola, çalım konusunda kemanla olan benzerliğiyle birlikte uzun süredir çaldığım başka bir enstrümanım. Bunların yanı sıra birkaç geleneksel çalgı da çalıyorum. Bendir bunlardan biri. Çoğunlukla melodik çalgılar çaldıktan sonra vurmalı bir çalgı çalmak ve notaları düşünmeden sadece ritim üzerine yoğunlaşmak farklı bir alan açıyor zihnimde. Geleneksel yaylı çalgılarımızdan olan rebab da uzunca bir süredir çalıştığım, kendine özgü tınısıyla beni çok etkileyen bir enstrüman. Bunların dışında evimde seyahatlerimden getirdiğim birkaç çalgı daha var: Orta Asya’dan bir ağız kopuzu ve yaylı bir çalgı olan igil, Çin’den ise seramikten yapılmış hun isimli ufak bir üflemeli çalgı. Ayrıca evde ara sıra tıngırdattığım bir de gitarım var. Evde yaptığım kayıtlarda farklı tınılar yakalamak amacıyla bu çalgıları çeşitli şekillerde kullanıyorum.

Çocukluktan beri keman çalıyorsunuz. Ama rebabı bu proje için öğrendiniz. Kemandan sonra bu enstrümanı öğrenme süreciniz nasıl oldu? Benzerlikler var mı?

C.T.: Rebab karşıma beş sene önce çıktı. Amerika’da yaşadığım sırada, Türk klasik müziğine olan ilgimin artmasıyla bu konuda kendimi geliştirmeye başladım. Bu esnada bir hocam bu müziği bir geleneksel enstrüman üzerinde öğrenmemi tavsiye ederek beni rebab ile tanıştırdı. Rebabı gördüğüm an çok sevdim; hindistan cevizinden gövdesi, at kılından telleriyle kendine has bir tınısı olan, çok özel bir çalgı. Aynı zamanda oldukça eski bir tarihe sahip. Rebab, Mevlevilik’te özel yeri olan bir çalgı. Mevlânâ’nın rebab çaldığı rivayet edilir ve nasıl ki Mevlânâ’nın Mesnevî’si ney ile başlıyorsa, oğlu Sultan Veled’in eseri Rebabnâme de rebabı anlatıyor. Buna göre Mevlevilikte ney ve rebab iki yoldaş gibi görünüyor. Ancak rebabın hikayesi bununla sınırlı değil. Rebabın aynı zamanda Orta Asya’ya ve yüzyıllar öncesine dayanan kökleri var. Bazı müzikologlara göre rebab bilinen ilk yaylı çalgılardan ve tarihi 9. yüzyıla kadar uzanıyor. Tarihsel bulgulara dayanarak Orta Asya’dan çıktığı düşünülen bu ilk yaylı çalgı, bugün çaldığımız pek çok yaylı çalgının atası.

Rebabı teknik anlamda öğrenme sürecim kemandan dolayı nispeten kolay oldu. Çalgının tutuş ve çalış tekniği tamamen farklı da olsa yaylı bir çalgı olmasından dolayı keman ile benzerlikleri mevcut. Ancak rebabla birlikte makam müziğini de öğreniyor olmak, uzun yıllar sürecek bir çalışma gerektiriyor. Perdeli bir çalgı olmadığı için geleneksel müziğimizde bulunan ara sesleri, yani komaları doğru olarak çalmak için de titiz bir dinleme ve keskinliğe ihtiyaç var.

Tuva Cumhuriyeti’nden bir burs almışsınız. Oranın müziğini incelerken sizi en çok ne etkiledi?

C.T.: Orta Asya’da bulunan ve Rusya’ya bağlı özerk bir Türki cumhuriyet olan Tuva Cumhuriyeti’ne 2018 yılında bir araştırma gezisi düzenledim. Bu geziyi Boston’da yaşadığım sırada oradaki bir kuruluştan aldığım araştırma bursuyla gerçekleştirdim. Tuva’ya olan seyahatim de rebaba bağlı olarak gelişti. Rebabın Orta Asya’ya uzanan köklerini araştırırken onunla benzerlikler taşıyan çalgıları araştırmaya koyuldum. Bu esnada karşıma igil çıktı. Tuva’ya ait geleneksel bir çalgı olan igil de rebab ile benzer bir forma sahip ve rebab gibi at kılından telleri var. İgili keşfetmekle beraber Tuva müziğiyle de tanışmış oldum ve bu benzersiz müzik tarzının yanısıra Tuva’nın hem kültüründen, hem tarihinden, hem de Türki bir toplum olmalarıyla onlarla ortak kökler paylaşıyor olmamızdan çok etkilendim. Tuva’ya er ya da geç bir gün gitmeyi kafama koymuştum ki bahsettiğim bu araştırma bursuna denk geldim ve iki aşamalı elemeyi geçerek bursu kazananlardan biri oldum.

Oranın müziğini incelerken beni en çok etkileyen şey müziğin doğa ile ne kadar bağlantıda olduğuydu. Tuva müziğinin ilham kaynağı doğa; doğadaki sesler, yerler, olaylar ve hayvanlar. Tuvalılar doğanın her bir sesini can kulağı ile dinliyor, ne anlama geldiğini biliyor, ve aynı zamanda bu sesleri yeniden üreterek müziklerine katıyor. Bunun yanısıra, Tuva müziği doğadan ilham aldığı gibi aynı zamanda doğa için de yapılıyor. Şamanizm inancının yaygın olduğu Tuva’da insanlar doğaya şükranlarını müzik ile ifade ediyorlar. Doğadaki yerleri, örneğin bir ırmağı, ormanı, dağı, sarp bir geçidi veya bir temiz su kaynağını koruyan ruhlara teşekkürlerini onlar için müzik yaparak dile getiriyorlar. Burası, doğaya ve doğadaki her şeye büyük bir saygının olduğu bir yer ve müzikleri de doğayı adeta sesler ile resmediyor.

Halk müziğinin daha duyulur ve uluslararası düzeyde kolektif hale gelmesi için neler yapılabilir?

C.T.: Bu soruya genel bir cevap vermek sanırım zor, ancak kendi deneyimlerinden yola çıkarak nelerin farklı olabileceğine dair düşüncelerimi söyleyebilirim. Öğrenciliğimde tamamen batı klasik müziği odaklı bir eğitimden geçtim, okulumda Türk müziği ile ilgili bir bölüm olmadığı için de bu müzikle teorik anlamda tanışmam çok sonralara kaldı. Öyle düşünüyorum ki konservatuvarlarda öğrencinin eğildiği müzik türü ne olursa olsun, başta kendi müziğimizi öğrenmek, temel düzeyde makam bilgisine sahip olmak ve yer etmiş bestekarlarımızı tanımak, yetişmekte olan sanatçı adaylarına büyük zenginlik katacaktır.

Bu çeşit bir eğitim süreci bu alanda, klasik Türk müziği olsun, halk müziği olsun, geleneksel enstrümanların icrası olsun, daha fazla çalışma yapılmasının önünü de açacaktır. Böylece kültürümüzün müziğinin dünyada tanınırlığı artacak ve daha çok rağbet görecektir. Bu tarz bir yaklaşım belki de yetişmekte olan müzisyenlerin, yoğunlaştıkları disiplin ne olursa olsun, köklerine daha bağlı bir sanatçı kimliği geliştirmelerini sağlayacak ve ürettikleri eserleri daha özgün bir çizgiye oturacaktır. Bu söylediklerim tabii ki sadece müzik için değil, edebiyat olsun, resim olsun, mimari olsun, sanatın her dalı için geçerli.

Geri dönüşler nasıl?

C.T.: Çok olumlu geri dönüşler alıyoruz ve çok mutlu oluyoruz. Dijital platformlarda güzel bir dinlenme sayısına ulaştık. Bazı kültür-sanat yazarlarının ve gazetelerin yazılarında ve röportajlarında albümüme yer vermesi bizi gururlandırdığı gibi daha fazla insana da ulaşmamıza fırsat verdi. Bana ulaşan bir dinleyici bu albümü kültürlerin zenginliğini ve müziğin evrenselliğini hissettiren bir albüm olarak yorumladı, ki bu beni çok sevindirdi.

Müziğin dijital alandaki dönüşümünü nasıl buluyorsunuz?

C.T.: Son zamanlarda pandeminin de etkisiyle dijital ortam, hayatımızı iyice sarmış oldu. Bu hem avantajlar hem de dezavantajlar getiren bir durum. Konserlerin durakladığı, insanların bir araya gelmediği kısıtlama dönemlerinde dijital ortamlar vasıtasıyla müziğe ulaşabilmek ve kendi müziğimizi insanlara ulaştırabilmek büyük bir ayrıcalık oldu. Bu mümkün olmasaydı sanırım hem müzisyenler için hem müzikseverler için daha zor geçecekti soyutlandığımız dönemler. Aynı zamanda dijital platformlar sayesinde uzaktaki, dünyanın öbür ucundaki insanlara ulaşabilmeyi çok değerli buluyorum. Sadece dinleyici değil diğer müzisyenlerle ortak çalışmalar için de geçerli bu. Artık aynı odada, aynı ülkede olmaya gerek yok birlikte bir şeyler üretebilmek için ve dinleyecek kulaklara ulaştırabilmek için.

Ancak bunlar elbette ki canlı konserlerin yerini tutmuyor. Seyircilerle göz teması kurabilmek, sahnede olmak ve diğer müzisyenlerle aynı heyecanı yaşayarak birlikte müzik yapmak çok özlediğim şeylerden. Pandemi hafiflediğinde canlı müzik kültürünü yeniden canlandırmak için girişimler yapılacağını ümit ediyorum.

Yakın gelecekte başka projeleriniz var mı?

C.T.: Yakın gelecekte çeşitli konser projelerim var. Pandemi koşulları elverdiği ölçüde Ankara’da müzisyen arkadaşlarımla gerçekleştirmek istediğimiz oda müziği konserleri var. Bir yandan da Ankara Opera ve Bale orkestrasındaki görevime devam edeceğim. Bunun yanı sıra yeni besteler üzerinde çalışmaya devam ediyorum. Bu parçaları bir süre sonra yeni bir albüm içinde toplamayı hedefliyorum.

İlginizi çekebilir: O bir maestro: Masis Aram Gözbek ile koro müziği üzerine bir sohbet

Günsu Özkarar
1987 Ankara doğumluyum. 2008 yılında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Viyola Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldum. Ardından İsviçre’de Hocshule der Künste Bern’de ... Devam