İçimizdeki muhteşem çocuğa: Seni tüm gerçekliğinle çok seviyorum

‘Yaşım otuzu geçti’ diyecek bazılarınız, ‘ben çoktan altmışlara merdiven dayadım’ diyecek birileri bu başlığı okuduğunda eminim, ama ben yaştan bağımsız bir şey anlatmak istiyorum bu yazımda. İstediğimiz yaşta, istediğimiz şekilde, istediğimiz yaşanmışlıkta olalım, o hep bizimle.

Evet unutmuş olabiliriz belki, karanlık odalara kapatmış olabiliriz, belki en son ellerinden ne zaman tuttuk, en son ne zaman kucaklaştık hatırlamıyoruz… En son ona ne istediğini, dünyada olmasının ne kadar güzel olduğunu, bizim için bu hayatı değerli kılan bir armağan olduğunu en son ne zaman hatırlattık, hatırlayamıyor olabiliriz…

Peki nedir içimizdeki çocuk? Gelin bugün sizlerle biraz geçmişe gidelim, sonra yavaş yavaş yorgun adımlarımızla bugünümüze yaklaşalım ama yanımıza o içimizdeki muhteşem çocuk hallerimizi de alalım. Bizi hiç bırakmayan ve hatta biz bu dünyadan göçtükten sonra bile bir şekilde burada kalacak bir hatıramız olan o güzel hallerimiz. Hepimizin içerisinde küçük bir çocuk yaşamaya devam ediyor, ne kadar büyümüş veya diğer bir ifade ile yaşlanmış olursak olalım.

Tabi ki bizler yetişkinlerin dünyasına adım attığımızda çocuk halimizin saflığını, kendi kendine olduğu gibi muhteşem olmak, kendi kendine olduğu gibi mutlu olmak halini unutuyoruz. Ne oluyoruz, baştan ayağa kadar ego ile boyanmış bakış açımız, yanımıza yabancıları yaklaştırmıyor, diğerlerine yüksekten bakıyoruz, eleştiriyoruz, olduğu gibi kabul edemiyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz, dürüst olamıyoruz, sevmiyoruz ama söyleyemiyoruz ifade edemiyoruz…. Yalnız kalmaktan korkmak var bir de, dünyada yalnız kalırız diye adeta yabancı olduğumuz bir adam veya kadınla bir ömür geçirebiliyoruz…

Halbuki o çocuğun elinden tutsak bütün bunlar mümkün olur muydu, bizler egonun ne olduğunu bilmiyor olsak yani içimizdeki o can-ım çocuk gibi olsak ‘ben onun kadar güzel değilim, ben onun kadar başarılı değilim, ben layık değilim’ diye düşünebilir miydik, oluşumuzu karşılaştırabilir miydik, egomuzun dalga dalga içimizden yükselerek ‘bence bu terfiyi tabi ki ben hak ediyordum’ diyebilir miydik veya bilerek başka bir kişinin kötülüğünü isteyebilir miydik, sadece alacağımız para artacak ve bir kart üzerine ismimizin başına müdür veya kıdemli müdür yazılacak diye böyle bir savaşa girebilir miydik?

İçimizdeki çocuğa neden güvenmeliyiz?

Biz o çocukların elinden tutsak, aldatabilir miydik, yani bir kişinin gözlerinin içine baka baka yalan söyleyebiliyor, dürüst olmayan bir hayatı veya ilişkiyi devam ettirebiliyor olabilir miydik? Hayatımız ve tercihlerimiz özellikle ilişkilerimizde takındığımız tavırlarımız nasıl olurdu? Kavga ettiğimizde gurur yapıp ‘hayır o gelsin benden özür dilesin aramayacağım çünkü o yaptığının cezasını çekecek’ mi derdik yoksa çocuklar gibi şevkle yeniden aslında içimizdeki saflığı ve naifliği bilerek bir araya gelir miydik?

Hayatımıza giren her bir kişiye rastlantı diye bakabilir miydik, veya hepsini birer muhteşem oyun arkadaşı hayatta birlikte zevk alacağımız muhteşem vakit geçireceğimiz yanlarında “olmadığımız gibi” takınacağımız kendimizi kalıpların ardına saklayacağımız insan olarak mı görürdük, yoksa sadece “olduğumuz” gibi bir çocuğun o muhteşem edası ile zamana teslim mi ederdik? Zamandan veya ‘bu arkadaşlar bana ihanet eder’ diye temkinli, her an ‘bana ne kötülük gelir’ diye kolladığımız oluşumuz tamamen akışa güvenmek ile mi yer değiştiriyor olurdu?

Biz o can-ım çocukların elinden tutabilsek, yani aslında kendi kendimizle barışabilsek yargılayabilir miydik? Diğerlerini yeterince zeki olmadıkları için, yeterince güzel olmadıkları için, yeterince para kazanmadıkları için, yeterince emek vermedikleri için, yeterince sevgi vermedikleri için veya yeterince paylaşımcı olmadıkları için? Evet o çocuğun elinden tutabiliyor olsak dünyanın sadece “bizim en iyi” halimizi oldurmak üzere olağanüstü bir akışta, bilginlikte ve dizayn ile dönmekte olduğunu en derinlerimizden hissetmez miydik?

O güzel çocuk dünyamızın penceresinden “her yeni günümüz” muhteşem gözükmez miydi, her sabah yatağımızdan kalkarken bin bir şükürle teşekkürle kalkmaz mıydık, ‘yine mi sabah oldu’ demek yerine cin gibi açılmış gözlerle bugün atılacağımız muhteşem maceraları planlıyor olmaz mıydık?

Bizler bugün geldiğimiz noktada o kadar çok “olgun olma” hayali ile dolduk ki, o güzel çocuk hallerimizin bir yabancıya gülümseyebilmek, muhteşemliğini, güvenerek sadece merhaba demenin naifliğini, düştüğümüzde yine kendimize gülerek doğrulabilmeyi ve en önemlisi bizlerin de düşe kalka öğreneceğimiz yanlış yapa yapa doğruyu bulacak olduğumuz ve bunun hayatımızın bir parçası olduğunu çoktan unuttuk…

Hatta göz yaşı dökmemek için belki güçlü rolü yapmak zorunda olduğumuz dişlerimizi sıktığımız bu “olgun” halimiz ile kaldırmaya gayret ettiğimiz tüm durumların aslında çocuk halimizle ‘istemiyorum’ diyebilme cesareti ile yer değiştirebildiğimizi hayal edelim.

Gerçekten kalbimizden geçmeyen hiçbir şeyi “yapmama” hakkımızın olduğunu henüz unutmadığımız hallerimize dönelim… Şikayet etmediğimiz, hani bir çocuğun “inadı” deriz, istemediğimiz tek yudum yemeği bile aç kalmak pahasına ağzımıza koymadığımız o muhteşem “cesaret” hallerimize. Dünyayı keşfetmeyi korkmadan, sınırlandırılmadan, şekillere kalıplara sığdırmadan yaşadığımız o muhteşem halimize dönelim…

Evet içimizde kaybolmuş bir çocuk var, keşfedilmeyi bekliyor. Ben son dönemde onunla oldukça fazla vakit geçirmeye çalışıyorum, bana kendimle ilgili bilmediğim o kadar çok şey öğretti ki adeta yeniden kendimi tanıyorum, ve hatta geçmişimi yeniden yorumluyorum… Daha çok gülüyorum, değişiyorum ve dünyaya bırakıyorum, akışa, zamana ve güzelliklere…

Tek yapmanız gereken onu sevgiyle çağırmak; içimdeki güzel çocuk şu anda seni çağırıyorum, benimle yürümeye var mısın?

Pınar Özeken (Ulus)
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini ... Devam