Her yaşta ve her anda: Aşk benzersiz olmayı sever

Genel olarak benzerlik anlayışımızı yorumlamak istiyorum sizlerle bugün. Hem de çok ama çok hassas olduğumuz bir konuda, evet aşkların yani yaşadığımız ilişkilerin benzerliği bugün inceleyeceğimiz… Gerçekten o bizim alıştıklarımız, o bizim yaşadıklarımız gibi aşk benzer midir? “Nasıl olsa aynı kadın”, “Nasıl oysa aynı erkek” demek doğru mudur? Sonuçta tüm ilişkiler aynı yere varıyorsa yeni bir aşk yepyeni bir yaklaşımı hak etmez mi?

Hak ediyor olsa da, bizler bunu o muhteşem ve kolaya kaçan, nasıl olsa oldukça benzer yaklaşımımızla nasıl güzel yok ediveririz. Aramak isteriz fakat aramayız örneğin. Neden çünkü geçmişte aramışızdır da “ne olmuştur”. Sonra gerçekten doya doya yaşamak isteriz aşkımızı (yaşımız her ne olursa olsun değişmez bu!) ama yaşamışızdır da ne olmuştur… Belki sevdiğimizi fazlaca gösterdiğimizde değersiz hissettik, belki karşılık göremedik, belki de sadece olması gerektiği gibi aktı gitti her şey ellerimizden; yine bir başımıza kalakaldık…

Benzersiz olmak demek, başka hiçbir örnekle açıklanamayan olmak demektir.

Kişisel olarak en üzüldüğüm nokta işte burada başlıyor. Biz bu geriye baktığımız her anımızla, özellikle gönül ilişkilerimizde oldukça acımasız davranırız. Bugün yepyeni bir adım attığımız zaman bile, duvarlar öreriz kendi kendimize. Eski yaralarımız belki hala kabuk bağlamamıştır. Belki de yeterince zaman geçmemiştir henüz “yara” olarak adlandırmamak için… Kendimizi “korumamız” gerekir; daha önce olduğumuz gibi bulunmuşuzdur aşkın ülkesinde. Ama o girişimizle çıkışımız bir olmamıştır işte. Tek parça girdiğimiz sınırlardan “paramparça” tökezleyerek, kolumuzu bacağımızı o sınırlarda bırakarak ve hatta “yaşlanarak” çıkabilmişizdir…

Şimdi yepyeni bir ülke vardır örneğin önümüzde ama biz herhangi bir adımı atarken bile düşünürüz; bu topraklarda gizli mayınlar vardır. Henüz iyileştirmeye çalıştığımız fakat bir türlü o eskisi kadar “güçlü” kılamadığımız kalbimiz vardır. Zırhsız olduğumuzda çokça parçalanmaktan adeta duvardan zırhlar öreriz kendimize… Kırıldığımız ilk anda kapatıveririz kapıları. Bir daha içeri almaya cesaret edemeyiz, kaybedecek bir kalbimiz daha kalmamıştır elimizde…

Peki, her aşka benzer yaklaşmak doğru mudur? Bunca temkinli olmak, bunca kendimizi açamamak, bu kadar olmadığımız şekilde “ben güçlüyüm” diye gözükmeye çalışarak “delicesine sevme” yeteneğimizin önünde durmak… Öyle duvarların arkasından aşk mıdır “nedir” belli olmayan, “sever gibi” “belki hoşlanmak”, “hani olsa da olur olmasa da olur” gibi “az” ve coşkusuz tariflerle aşkı tanımlamak ve hatta aşk yaşadığımızı sanmak doğru mudur?

Benzersiz olmak demek, başka hiçbir örnekle açıklanamayan olmak demektir. Gerçek bir aşkın hiçbir örnekle benzemek üzere çabası olmaz. Bizler daha gözümüzü açmadan kapılırız; nasıl oldu, ne oldu anlayamadan kendimizi kaptırırız, işte bu derece benzersiz bir deliliğe düşeriz aslında.

 

Kar taneleri uzaktan baktığımızda sadece ve sadece beyaz toplar olarak görülür gözümüze.

Bu benzersizliği “anlayabilmemiz” aslında başımıza gelen ve aşk olmuşlara “yakından” bakabilmek yeteneğimizden geçer. Örneğin; kar taneleri uzaktan baktığımızda sadece ve sadece beyaz toplar olarak görülür gözümüze. Çokça benzer formda, hepsi neredeyse birbirinin aynıdır yakına gitmediğimizde. Fakat detayında baktığımızda her bir kar tanesinin muhteşem ve benzersiz olduğunu görebiliriz. Kendine has bir güzellikle yaratılmış olduğunu, o formun bir araya gelebilmesi için önce biraz su ve sonra yeniden su ve hatta katı formlara yolculuk yapması gerektiğini biliriz, içerisindeki safsızlık oranının farklılığını ve hikayesinin bambaşka olduğunu…

Hayatımıza giren aşklarımız da böyledir aslında. Yakından baktığımızda öncelikle ben aynı ben değildir, değişmişizdir, yaş almışızdır, daha çok yaşadıkça daha çok öğrenmişizdir, belki biraz daha olgunlaşmışızdır belki biraz daha vurdumduymaz hale gelmişizdir ve hatta âşık olmaya tövbe bile etmişizdir… O eski adam yoktur, o eski kadın değilizdir, kolay inanmıyoruzdur, kolay kapılmıyoruzdur belki de. Sınırlarımız vardır, asla kabul edemeyeceklerimiz, belki kabul edebileceklerimiz, “kimse” için “bozamayacağımız” bir düzenimiz de vardır belki… Eskisi gibi “büyük” sözler etmekten kaçınmıyoruzdur şimdilerde (farkında olmadan benim artık aşkla işim olmaz derken!) belki… Biraz olsun inancımız kalmamıştır, belki de “olasılığına” bile…

Şimdi yepyeni bir ülke vardır örneğin önümüzde ama biz herhangi bir adımı atarken bile düşünürüz; bu topraklarda gizli mayınlar vardır.

Yani o anda “biricik” olmuşuzdur biz de aynı kar tanelerinin önce sıvı, sonra buhar, sonra yeniden sıvı ve sonunda katı forma varmaları gibi, evriliriz… Ama yine de bunu görmez, o an neden “aşka” düştüğümüzü bilmez, “benzer” olacağına odaklanırız ne yazık ki… Can-ım bir güzelliği kaybettiğimizin farkına belki yıllar sonra varabiliriz, belki de bir gün “keşkeler” ağır bastığında ağır ağır düşünürüz “benzersiz” olsaydı nasıl olurdu diye…

Evet aşk bizler her ne yaşamış olursak olalım, her yaşta ve her anda “benzersizdir”, çünkü aşk olmak için gerekli olan “ben” benzersizce değişir, evrilir ve güzelleşir. Aşkın öyle “alışıldık”, öyle kolayca benzer olarak nitelendirilecek bir kimliği yoktur, bizim sınırlarımıza bizim o “sınırlı” tanımlarımıza sığmaz; ne kadar zorlarsak zorlayalım, ne kadar yüksek duvarlar örebilirsek örelim o işte gelir tüm “benzersizliği” ile hiç ummadığımız bir anda hiç ummadığımız bir şekilde bizi buluverir…

Bu yüzden, aşk her daim benzersiz olmayı sever ve bu hikâyeden geriye sadece “benzersizce” aşka düşmek kalır…

 

İlginizi çekebilir: Aşk fırtınalar ardından varılacak liman olmayı sever

Pınar Özeken (Ulus)
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini ... Devam