Hayallerin peşinde: Ağrı Dağı

Birkaç yıl önce Nepal’e Everest Ana Kamp’a yolculuk yapmıştım ve döndüğüm andan itibaren Ağrı Dağı planları yapmaya başlamıştım. Himalayalar’da olmak beni öylesine etkilemişti ki bazı geceler rüyalarımda bile orada olduğumu görmek bana yetiyordu. Tabii sonra fark ettim ki benim için önemli olan dağlarda olmaktı ve bu yüzden bir an önce toparlanmalı, hazırlıklarımı tamamlamalı ve tekrar yollara düşmeliydim. Kendime uzun yılları kapsayacak bir plan yaptım ve bunlardan ilki Ağrı Dağı olacaktı…

Hemen bir tur buldum, fiziken ve ruhen hazırlıklara giriştim. Her sabah 5.30’da ve iş çıkışı spor yapıyor, hafta sonları doğa yürüyüşlerine katılıyordum. Bir yandan da bedenimi dinliyor ve meditasyona odaklanıyordum. Hazırlıklarım esnasında dağlarda bir amaç uğruna çıkmaya karar verdim ve “climforemission” doğdu. İklim değişikliğiyle bu kadar yakından ilgilenirken farklı bir amacım olamazdı. Kendime bir logo tasarladım ve logomla zirvelerde olduğum günlerin hayalini kurmaya başladım.

Ve zaman geldi çattı. Çok ama çok heyecanlıydım. Hayal ettiklerimin gerçeğe dönüşmesi beni hem mutlu ediyor hem de korkutuyordu. İçimden bir ses yanlış yaptığımı söylemeye başlamıştı, ne işim vardı tek başıma orada, kondisyonum da iyi değildi, boşuna macera arıyordum. Kimseyi tanımıyordum, başıma bir şey gelirse, nasıl zorluklar vardı acaba? Tüm bu soru işaretlerini bir kenara bırakıp sadece gitmeye odaklandım, ne olursa olsun gidecektim. Gerisi önemli değildi, zirve konusunda ise sadece ‘kısmet’ diyebiliyordum.

Bu kadar heyecana rağmen uçak biletimi tura üç gün kala alıp çantamı da son gece hazırlama rahatlığıyla Iğdır’a doğru yola çıktım.

Etrafta tek bir ağaç olmayan yoldan otelime doğru ilerlerken Ağrı Dağı tüm heybetiyle karşımdaydı, zirve çok yüksek, çok ulaşılmaz görünüyordu. İçimi bir ürperti kapladı.

Otele vardığımda yürüyüşü birlikte yapacağımız ekiple tanıştım. Hepsi çok ama çok iyi insanlardı. Geceyi otelde geçirip ertesi sabah erkenden kahvaltımızı yaptık ve yürüyüşe başlayacağımız noktaya ulaşmak için servisimize bindik. Servis şoförü bize anılarını anlatmaya başladı. Taşlı yollarda sallana sallana giderken dedesinin dokuz eşi ve binlerce torunu olduğundan bahsederken gülsek mi ağlasak mı bilememiştik…

Servisin bizi bıraktığı noktada eşyalarımızı katırlara yükleyip 3200 kampına doğru yola koyulduk. Dağ kekiklerini ceplerimize doldurup, molalarımızda koçerlerin çadırlarının önünde kar suyuyla demledikleri çaylarını içip peksimetlerimizi yedik. 3-4 saatlik bir yürüyüşün ardından 3200 kampına varmıştık. 

3200 kampına vardığımızda mutfak çadırında çay ve ikramlarla karşılandık. Çadırlarımız kurulurken biraz dinlenmeye ve sohbet etmeye koyulduk. Kamp alanı çok güzeldi, hala tek tük yeşillik vardı. Kafamızı kaldırdığımız an zirveyi görüyorduk. Yükseklik biraz etkilemeye başlamıştı ama şimdilik sorun değildi. Güzel yemekler, hoş sohbet, yeni insanlar, her şey buraya gelmenin ne kadar doğru bir karar olduğunu bana hatırlatıp duruyordu. İyi ki gelmiştim, hayallerim karşımdaydı.

Dağda gün 4:30 gibi aydınlanıyordu, uyandım ama biraz daha dinlenmeye ihtiyacım vardı. 6 gibi çadırdan çıktım, önceki gece tanıştığım zirveye 600 küsür kere çıkmış hocamızla kahve içip sohbet ettik. Zirve çok bulutluydu, benden iki gün önce gelen bir arkadaşım bu sabah zirveyi deneyecekti. İçimden ona şans ve sağ sağlim inmesini diledim (Başarmıştı ve indiğinde bana destek olmaya geldi 🙂 ) Dağda hava her an değişebiliyordu, aynı saat içinde kar, yağmur, dolu ve güneş görebiliyorduk. Bu nedenle her şeye hazırlıklı olmalıydık.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra aklimatizasyon için 4200 kampına doğru hareket ettik. Vücudumuzun yükseğe alışması için 4200 metreye kadar çıkacak, orada biraz vakit geçirdikten sonra tekrar 3200 metreye inip orada uyuyacaktık.

4200 kampına çıkarken yollar artık sadece kayalarla kaplıydı, bitki örtüsü bitmişti. Çok yavaş bir şekilde 4200 metreye ulaştık, kamp alanını gördük, çadırlar taşların üzerinde kuruluydu. Ağrı Dağı bize volkanik bir dağ olduğunu gösteriyordu.

4200 kampında yarım saat kadar durup inişe geçtik. Yağmur başlamıştı, bir anda doluya çevirdi. Yürüyüşe başlarken hava günlük güneşlik olduğu için ve geri döneceğimiz için yanıma eldiven almamıştım. Ancak bir önceki gün güneşten yanan ellerime yağan dolunun etkisiyle aynı anda yüzlerce iğne batırılıyormuş gibi oldu. Doğa, bulduğu her fırsatta bize ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu. Ona direnmemeli, kabul etmeli ve uyum sağlamalıydık. Akılsız başımın cezasını çeken ellerimin acısına dayanmaya çalışırken dolunun dinmesini dilemekten başka yapacağım bir şey yoktu. 

3200 kampına indiğimizde yorgun düşmüştük ama hava tekrar açmıştı. Biraz dinlendikten sonra zirve çıkışında işimize yarayacak krampon ve kazmalarımızın nasıl kullanılacağını öğrendik. İçimi garip bir heyecan sarmıştı. Bugün irtifa ve yorgunluk açısından iyi geçmişti ama endişeliydim yine de.

Ertesi sabah erkenden uyandık, 4200 kampına doğru yola koyulacaktık tekrar. Bu sefer çadırlarımız toplandı ve eşyalarımız katırlara yüklendi. Katırlar 4200 kampına kadar çıkabiliyordu. Büyük lüks, yanımızda sadece su, yağmurluk ve atıştırmalık taşıyorduk. Heyecan dorukta yavaş yavaş 4200 kampına doğru yola koyulduk. Molalarda zirveden dönenlerle sohbet ediyor ve onlara imreniyorduk. Yukarıdan gelenler bir o kadar bitap düşmüş olsa da yüzlerindeki o mutluluk sanırım paha biçilemezdi. Kampa vardığımızda eşyalarımızı toparladık, çadırlarımızın kurulmasını bekledik. Taşların ve kayaların üzerinde yürümek artık çok zordu. Zirve hem çok yakın hem de çok uzak görünüyordu. Bir ara hava bozdu, her yeri sis kapladı ve gök gürlemeye başladı. O an taşlara dokunduğumuzda elektrik çarpıyordu, her şey elektrik yüklenmişti. Çok ilginçti, doğa üstü hikayeler anlatılan bir filmde gibiydim.

Biraz dinlenmek için çadırlarımıza geçtik. Akşam üzeri beş gibi akşam yemeğimizi yiyecek ve gece yarısı birde zirve için yürüyüşe başlayacaktık. Dinlenmek için çok vakit yoktu, zaten yüksek irtifa etkisi de başlamıştı. Baş ağrımın artmaması için dua ediyordum. Derken ekipten kondisyonu gayet iyi olan bir arkadaş rahaztsızlandı, yüksek irtifa hastalığına yakalanmıştı ve sürekli istifra ediyordu. Derhal aşağı inmesi gerekliydi, çünkü iyileşmenin tek çözümü oydu. Geldiği arkadaşıyla birlikte hava kararmadan 3200 kampına ulaşmak için hızlıca yola koyuldular, bu hissi çok iyi biliyordum. Ama dağa karşı gelemiyorduk, kuralları o koyuyordu.

Yemeğimizi yedikten sonra çadırlarımıza çekildik, hava kararmak üzereydi. Zirve için eşyalarımı hazırladım ve uyku tutmayacağını bile bile tulumuma girdim. Taşların üzerinde yatarken yıllar yıllar önce aktif olan bu volkanın içinde hala bir şeyler olabileceğini hayal ettim. Ne kadar görkemliydi, ne kadar yüksekteydik. Heyecanımı bastırmaya çalışıp uyumaya çalışırken kafamda milyonlarca soru dönüp duruyordu. Baş ağrısı, mide bulantısı devam ediyordu ve artmaması için uyumaya odaklanmaya çalışıyordum. Korkuyordum, gece tırmanışından, havanın bozmasından, geri dönmekten ve geri dönememekten korkuyordum.

Gece 00:30 gibi uyanıp bir şeyler yiyip kafa lambalarımızı takarak yürüyüşe başladık. Artık sadece tırmanıyorduk. Ekibimiz üç kişi kalmıştı, bizimle birlikte çıkan iki kişilik bir ekiple birleştik. İki tane rehberimiz vardı, sadece adımlarımızı görerek yürüyorduk. Zaten gün aydınlanmış olsa ve çıktığımız yolun ne kadar uzun olduğunu görseydik muhtemelen çıkamazdık. 

Hava açıktı ancak soğuktu. Bir adım, bir nefes, bir yudum su ve devam ediyorduk, ellerim ve ayaklarım çok üşüyordu. Aşağıya doğru baktığımda bir sürü ekip yola koyulmuştu. Bu kadar insanın gecenin karanlığında burada işi neydi? Bu nasıl bir tutkuydu? Jüpiter önümüzde parlıyordu ve yolumuzu aydınlatıyordu, kayalıkları aşarak ilerliyorduk.

Zordu, benim için çok zordu. Dönmek istemiyordum, dönmek zorunda kalmak istemiyordum. Baş ağrım devam ediyordu ama ona odaklanmamaya çalışıyordum. İlk gece yemekten otele dönerken başka bir servis şoförü çok yavaş çıkmamı ve her adımda su içmemi önermişti. Yüksek irtifada su çok önemliydi. Termoslarımıza ılık su doldurmuştuk, sık sık durup su içip ilerliyorduk. Soğuktan ellerimi hissetmiyordum, eldivenlerim yetersiz kalmıştı. Rehberim eldivenlerini bana verdi ve biraz olsun ısındım. Artık havanın aydınlanmasını ve biraz olsun ısınabilmeyi diliyordum.

Yaklaşık 3-4 saat yürüdükten sonra hava yavaş yavaş aydınlanmaya başladı. Zirveye artık çok yakındık fakat önümüzde geçmemiz gereken bir buzul vardı. Krampon giyme noktasına geldik, bundan sonra kar-buz karışık bir zemindi. Rehberim kramponlarımı bağladı ve adım adım yürüyüşe devam ettik. Çok yorulmuştum, zirveyi karşımda görmesem adım atacak halim kalmamıştı. Aşağı baktığımda her şey küçücüktü, uçaktan izlediğim manzara gibi görünüyordu, bulutların üzerindeydik. Yükseklik etkisini her anlamda hissettiriyodu. Nepal’deki sınırı geçmiştim.

5137 metre ve zirvedeydim… Türkiye’nin en yüksek noktasındayım.

Çok merak ederdim zirveye çıkabilirsem ne düşüneceğim diye, tek düşünebildiğim şey bu evrenin büyüklüğü karşısında ne kadar küçük bir canlı olduğumdu. 

Zirvede yarım saat kadar vakit geçirdikten sonra inişe geçtik. Dağda yaşanan kazaların çoğunun inişte olduğunu duymuştum ve nedenini o an anladım. İnsan amacına ulaşmak için her şeyi yapar ama amaç ortadan kalkınca… O yorgunlukla geldiğimiz yolu inmek benim için çıkıştan çok daha zor oldu. Baş ağrısı, mide bulantısı ve sersemlik halim gittikçe arttı ve o yol gözümde hiç bitmedi. 

4200 kampına indiğimde yıllar geçmiş ve yaşlanmış gibiydim. Baş ağrım ve mide bulantımın geçmesi için biraz dinlenmek istiyordum ama bir saat sonra 3200 kampına iniş için harekete geçmek zorundaydık. Kısa da olsa dinlendim ve enerjimi toplayıp tekrar yola koyulduk. Hayatımın en uzun günüydü, gece birden öğlen ikiye kadar yürümüştük. 3200 kampına vardığımızda çok yorgun ama çok mutluyduk.

Dağdaki son gecemizi 3200 kampında dinlenerek ve orada yaşayanların hikayelerini dinleyerek geçirdik. Bir sonraki seferin planlarını yapmaya başlamıştık bile. Kim bilir belki yeni dağlarda tekrar görüşürüz…

Aylin Bekil
Merhaba ben Aylin, aslen Çanakkaleli olmama rağmen eğitim hayatım için Türkiye'nin çeşitli şehirlerini dolaştım. 2017 yılında ODTÜ Petrol ve Doğalgaz Mühendisliği bölümünden mezun oldum ... Devam