“Gerçekten yaşamak” sanatı

Başlığını yazabilmek kadar iddalı bir konudur “yaşamak”, tabi ki çok kolayca söyleyiveririz; yaşamam gerektiğince yaşıyorum işte daha ne olsun değil mi, daha farklı ne yapabilirim, elimden gelenin en güzelini yapmaya çalışıyorum? Şunu da duyabiliriz genellikle; “zaman mı var canım”. Yaşamak için çalışıyoruz, zaman nasıl geçiyor anlamıyoruz, hafta sonu gelmiş oluyor, sonra yine aynı uğraşlar ve haftalar ve hatta aylar bir bakmışız ki yıllar böyle geçivermiş…

Ben bu yazımda sizlerle biraz durup düşünelim istiyorum, işte o gelip geçiveren günleri, tükettiğimiz saniyeleri, saatleri, bizler fark etmesek te aslında bu hayat zamanımızda yani bize “bir” kez verilmiş olan bu hayat akışımızda o “her sabah birbirinin aynı” diye yataktan kalkmamızı, her gece evimize dönerken “yine diğer bir gün gibi” diye düşünerek geçiştirmelerimizi. Bir soru soralım şimdi kendimize, biliyorum kolay olmayacak, sorması zor olduğu kadar cevap vermesi daha da zorlu bir yol, ama gelin birlikte bir bakalım neler yapıyoruz bu konuda…

Hangimiz ne kadar yaşıyoruz?

Sorumuz başlıktan da gördüğümüz üzere “gerçekten yaşıyor muyuz”; neden bunu sordun diyebilirsiniz, bu hafta çokça karşılaştığım “şikayet” içeren, istediklerini yapamayan, istediklerini yapamamanın kaynağını “dışarıda” arayan, hiç zaman olmadığını beyan eden ve kendi kendinin “enerjisinin adeta sıfır” derecesinde olduğunun farkında olmayan örnekten diye cevap vereceğim. Evet, ben bu hafta içerisinde gerçekten yaşıyor musun Pınar diye sordum, aldığım cevaplar günden güne değişti, uzun uzun düşündüm, neleri tercih ediyorum, nelerden “kaçınıyorum” veya neleri yapabilirim ama “ben yapamam” diye düşünerek kenara çekiliyorum… Ben şimdi sizler için samimiyetle zorlu sorumuza cevap vermeye çalışayım…

Gerçekten yaşıyor muyuz; rengarenk laleler açtı mesela bir parka gidebildik mi sadece laleri koklamak, moru, kırmızıyı ve sarıyı böyle muhteşem bir güzellikte bir arada görebilmek için? Bu soruya cevabım evet ama tam anlamıyla yaşadın mı Pınar diye soracak olursanız cevabım hayır çünkü ben o can-ım parkın içinden hep koşumun bir parçası olarak geçtim, evet sizler gibi, evet hepimiz gibi “beş dakika” oturacak zamanım olmadı, o laleleri gördüm ama baharı onların ağzından dinleyemedim, gözlerimi kapatıp da bir tanesine dokunamadım, koklayamadım ve en çok canımı acıtan ise; bahar çoktan başladı geçiyor, o lalelerin bir kısmı soldu bile. Ben henüz gönlümce baharın bu güzelliğine eşlik bile edemedim…

Hadi devam edelim, “havalar güzelleşti deniz kokusunu içine çekebildin mi sahile çok yakın bir yerde yaşıyorsun, sen bu güzel nisan ayında akşam güneşin batışına eşlik edebildin mi” diye soracaksınız, cevabım evet, fakat ‘sadece bazı akşamlar sahilde koştuğum zaman’ diye cevap verebileceğim. Çünkü güneş o muhteşem güzelliği ile denizin üzerinde kaybolurken benim geri döndüğümde yapmam gereken oldukça fazla işim oluyor, bir işi tamamlayıp ara bile vermeden bir sonrakine geçmem gerekiyor. Ben buna “kısmi” yaşama diyorum, aslında hakkını veremiyorsunuz ama yaşamaya çalışır oluyorsunuz. Siz “her şeye yetişmeye çalıştıkça” o yaşadığınız an daha da kaçıyor, siz hiçbir zaman “tam” olarak yaşamış olamıyorsunuz…

Yaşadıklarımızın hakkını verebiliyor muyuz?

Konu yaşamak olunca sorularımız bu kadar ile de bitmiyor tabi ki, “en son ne zaman bir kahve keyfinde sonraki tamamlaman gereken şeyi düşünmeden dertleştin, kendini sadece andaki sohbete bıraktın, veya baharı yürüyebildin, yaşayabildin” diye soracaksınız, cevabım evet yaptım ama hep belirli saatler arasına sıkıştırdım, sonra ne oldu işe dönmem gerekti, başka bir yere yetişmem gerekti, bir sonraki programı düşünmem gerekti, yani hep bir “performans” ile tanımlamam gerekti gerçekten “yaşadığım” saydıklarımı…

Sadece bu sorular bile kendimize dönmemize ve “ne yapıyorum” diye sorgulamamıza yetecek kadar basit cevaplara (ki korkarım bu cevaplar tam da cevap olmuyor) sahiptir; yaşamak bu yüzden bizlerin hafife aldığı kadar kolay bir sanat değildir. Yaşamak fakat “hakkını vererek gerçekten” yaşamak mutlak bir farkındalık gerektirmektedir.

Öncelikle her anımızın çok değerli olduğunun bilinci bizlere eşlik etmelidir. Güne ilk başladığımız andan itibaren, her an orada olmalıyız bu araba kullanırken, işe başlarken, sabah kahvemizi içerken belki sokakta yürürken. Her an ama her an o günün “hakkını” verebilmek yani gerçekten yaşadım diyebilmek amacı kalbimizde yanmaya devam etmelidir. 

“Gerçekten yaşamak” anında dünya bizimle dönmelidir, bir sonraki iş bitirilecek hesaplar yetişilecek toplantılar olmamalıdır, hayat “bir” andır, bizim oluşturduğumuz, nefes aldığımız o “yaşadığımız” an… Bizlerin X olunca tam olacağına inandığımız, Y bitince çok daha hakkımız olduğunu düşündüğümüz veya Z kişinin isteklerini karşıladığımızda gerçekten hissedeceğimize kanaat getirdiğimiz “gerçekten yaşıyor” olabilme eylemi, sadece bugünden ve şu andan ibarettir…

Sevgili Aret Vartanyan değerli eseri Gerçekten Yaşıyor Musun? ile yaşamak sanatını bakın nasıl yorumluyor:

“…Eğer yaşamı kitaplarda, öğretilerde, filmlerde, gurularda bulmaya çalışıyorsan gerçekten yaşamıyorsun demektir. Sana hiç kimse senin yaşamını veremez. Yaşamak vermeyi deneyimlemektir, neyi alacağını, alabileceğini değil. Yaşam verilir, alınamaz. En fazla neyi verebilirim diye bak en fazla neyi alabilirim diye değil.

…Ne için yaşıyorsun? Gerçekten sen kimsin? Nereye gidiyorsun? Böyle mi öleceğine inanıyorsun? Ki her an ölebilirsin. Her an o an olduğun halinle ölebilirsin.

…Sen yaşamda nereye gidiyorsun? Bugüne kadar yaşadıkların, sana verilenler bunları bir yere koy. Sen koymasan da onlar zaten seninle… Yanlış doğru, iyi kötü şu ana kadar yaşadın ve geçmişi değiştiremeyeceksin. Ama bugünü belirleyerek, geleceğini seçeceksin.

…Yaşamak demek, anlamak demek. Yaşamak demek, kendini ortaya koymak demek. Yaşamak demek, yaşayan senin , seni tanıması ve ortaya çıkması demek. Yaşamak her şeyin başı ve sonu demek. Her şey, her an, şu an burada…”

Bizler işte tüm bu koşuşturmaca içerisinde bazen kayboluruz, bazen günümüze geçmişten gelen bir hatanın pişmanlığı gelir oturur, bazen o çokça “deneyimlediğimiz”, belki on yıllık eşimiz ile kahvaltı etmek bize “rutin” gelir, belki sadece kendi kendimize dişlerimizi fırçalayabiliyor olmamızın nasıl güzel bir mucize olduğunu fark etmeyiz. Aslında bunlar “gerçekten” yaşamaya, bugünümüzün bizim elimizde olduğuna, hayatımızda o rutin olarak görüp de hakkını vermeden aldığımız her nefesi bayrama dönüştürmeden sadece birbirini takip ederek geçen o çok bilindik yaşamın “kolayca elde edilmiş” parçaları olarak görünür gözümüze.

Çoktan kabul etmiş de olabiliriz, bu rutini gerçekleştirmek, gerçekten yaşamaktır aslında fazla sorgulamaya gerek yoktur. Mutlu muyuz, mutsuz muyuz, aşık mıyız, kalbimiz çarpıyor mu, kanımız delice akıyor mu, nefes aldığımıza şükrediyor muyuz? Örneğin; mavi rengi “görebilmek” güzel bir şey mi bizim için, veya sadece metroda yanımıza oturan tatlı yaşlı kadına gülümsemek’ ve karşılığında bir insanın gününe bir gülümseme katmış olmak “yaşamak” mıdır?

Bu yazımda bana eşlik eden sizler, umuyorum okuduklarınız, hayatınıza “gerçekten yaşadığınızı” ve bu an olduğunuz durumunuzda yaşadığınız hayatın “hakkını” verdiğinizi ta içinizden hissettiğiniz bir deneyim olarak katılmaktadır, çünkü siz, sizin her anınız ve sizin her nefesiniz çok kıymetlidir. Bugün benimle olan sizler, kendinize korkmadan sorun tekrar tekrar inanarak hissederek “gerçekten yaşıyor muyum” ve umuyorum verdiğiniz “evet” cevabı “evet yaşıyorum’”dediğiniz muhteşem tecrübelere dönüşerek sizi kocaman gülümsetmeye yetecek…

Pınar Özeken (Ulus)
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini ... Devam