Derinliklerden gelen bir ses: Hatırlayın

Bugün sizlere hikâyesinden bahsetmek istediğim kitap yaklaşık bir ay önce yayımlandı. Amerikalı yazar Rivers Solomon’un –ki kendisi belki de onu bu şekilde tanıtmama içerlerdi zira konu köken, ırk, cinsiyet gibi belli tanımlamalar olunca o bunlara sıkışıp kalmaktan kaçınan biri– Türkçede yayımlanan ilk romanı bu. Derinlikler.

Köle ticareti yapılan yıllar.  Gemilerden denize fırlatılarak derinliklerde ölüme mahkûm edilen Afrikalı kadınlardan doğan nesiller için okyanusun enginliklerinde büyülü bir dünya sürmektedir. Wajinrular halkı. Wajinruların yaşaması ancak geçmişlerini hatırlamalarıyla mümkündür ve yaşanan her anı, her olay “tarihçi” görevini üstlenen bir Wajinru tarafından yılda bir kez onlara aktarılmalıdır. Tarihçi, halkının geçmişini tüm yıl boyunca sanki her şeyi an be an, tekrar tekrar kendisi yaşıyormuşçasına hisseder ve bu özellikle de kederle örülmüş bir geçmişse onun çektiği ıstırabı tahayyül etmek hiç de zor değil. Tarihçi ancak yılda bir kez gerçekleşen “Hatırlayışlar” gününde huzur bulabiliyordur çünkü zihnini ve tüm benliğini işgal eden anılar diğer Wajinrular’ın zihinlerine taşınacaktır.  Kısa bir süre için. Sonra yine aynı acı ve ıstırap tarihçiyi kendisinden hızla uzaklaştıracak, onu kendi halkı da olsa başkalarının anıları ve mutsuzluklarına gömecektir. 

Kitabın daha ilk bölümünde Yetu’yla tanışırız. Tarihçiyle. Ve onun annesi Abama’yla. İkilinin arasındaki gerilimi hissetmemek elde değildir. Her ikisi de bir yandan birbirine öfkeli ama aynı zamanda büyük bir korku içindedir. Yetu, ona kim olduğunu her gün biraz daha unutturan anılardan kaçmak ister, bu öyle bir kaçış arzusudur ki kendini köpek balıklarına yem etmeye bile razıdır. Ki o köpek balıklarının dolandığı beyaz sulara her kulaç attığında bu sona biraz daha yaklaşmıştır. Fakat onu kurtarırlar. Yetu, nasıl böyle sorumsuzca davranabilmiştir? O olmasa, hatırladıkları olmasa halkının da yok olacağını bilmiyor mudur? Hem de Hatırlayışlar’a sayılı gün kalmışken. Wajinrular yitip gitmemek için bir an önce geçmişlerine kavuşacakları o günü sabırsız bir şekilde beklerken. 

Hatırlayışlar gününde Yetu çoktan kararını vermiştir. Yuvası olan derinliklerden yeryüzüne kaçacaktır. Oradaki iki bacaklı yeryüzü sakinlerinden sakınması gerektiğini, onların kendisine kötülük edebileceğini anılardan biliyordur gerçi ama bir taraftan da yüzgeçleri, kuyruğu ve renkli bedeniyle onlara ürkütücü geldiğinin farkındadır ve çığlıklarıyla onları kaçırabileceğine güvenir. Hem Wajinru şehrinde kalsa da sonunda geçmişin yükü altında ezilip gidecek, sonu ölüm olacaktır zaten. 

Yetu kendini yeryüzünde, sığ bir gölette bulur ve burada neyse ki iyi kalpli iki bacaklı yeryüzü sakinleriyle karşılaşır. Cinsiyet kavramını, cinselliği, aşkı keşfeder. Kendini ve kaçmakla doğru yapıp yapmadığını sorgulamaya başlar. Âşık olduğu kadının, kederli bir geçmişe tüm yüreğiyle sahip çıktığını görür. Geçmiş can acıtsa da, kişiyi kendi benliğinden koparır gibi dursa da belki de onunla yüzleşmek, dahası onu başkalarıyla paylaşmak gerekiyordur. 

Bu sayfadaki yazılarımın içeriğini az çok takip edenleriniz genellikle yeme bozuklukları gibi psikolojik rahatsızlıklar hakkında dertleştiğimi bilir. (Dertleşmek? Evet, çünkü ben de yıllardır bu rahatsızlıkla savaş veriyorum.) Zihnimde hiç susmayan kötücül bir sesle iyileşmeye ve kendimi beslemeye çalışıyorum. Yıllardır anoreksiya nervozanın lime lime ettiği asıl benliğimi, ondan uçuşan iplikleri arıyorum. Uzaktalar belki ama inanıyorum ki derinliklerde bir yerdeler. Uzun zamandır sahte benliğimle aslında bana ait olmayan bir hayatı yaşamaya çalışıyorum. Yaşıyormuş gibi yapıyorum aslında. Asıl benliğimin çırpındığı o derinliklere inmeye çalışıyorum. Onu yeniden bulup onunla yüzleşip barışabilmek için. 

Yeme bozukları temelde iki yönlü: Bir yandan fiziksel rahatsızlıklar ve daha çok kısıtlayıcı beslenme ve sağlıksız diyetlerle başlıyor. Genetik bir yatkınlığınız da varsa bir süre sonra kendinizi yeme bozukluklarının kısır döngüsüne hapsolmuş bulabiliyorsunuz. Elbette bu rahatsızlıkların yaşanmasında psikolojik ve çevresel faktörler de etkili. Maruz kalınan aşağılanmalar, çocuklukta başımıza gelen kötü deneyimler ya da başarısızlıklarımız olarak algıladığımız her şey… Kendimizi yetersiz ve değersiz zannetmemiz. 

Manken’de Jini evden ve hapsolduğu reklam dünyasından kaçıp özgürce sokaklarda dolanmış, gönlünce yiyip içmiş, istediği saatte uyumuş uyanmış, gün gelmiş otel odasından çıkmamış gün gelmiş bir grup gencin peşine takılıp aşkı yaşamış ve beni de kitabın çevirmeni olarak peşinden sürüklemişti. Kendi içimde yolculuk yapmaya çalışmıştım Derinlikler’de ise bambaşka hisler duydum. Yetu, bence Jini’ye göre biraz daha yaralıydı, daha ağırdı yükü. İkisi de geçmişteki kötülüklerden dolayı bu haldeydiler ama Yetu’nun sırtında koca bir tarih vardı, ırkçılığın ve katledilmenin en korkunç öyküsünü tüm hayatı boyunca tek başına hatırlamak zorundaydı. Ölülerin anılarıyla geçen onca yıl marifetini göstermiş, zihnini ve bedenini en az kendi varlığı kadar gasp eder olmuştu.

Kaçıp gittiğinde “iyi yaptı” dedim, artık benliğini bulacak. Ama öyle olmadı pek. Tanıştığı Oori, ona her şeyi unutmak zorunda olmadığını ve buna rağmen halen iyi olabileceğini, kendisi olabileceğini gösterdi. Acıların onları kabullenerek ve paylaşılarak yük olmaktan çıkacağını, başka ağızlarda başka sözcüklerle yeniden anlatıla anlatıla sağaltıcı bir hale geleceğine inandı Yetu. Kim olduğunun cevabını arıyordu ya, bunu suçladığı geçmişte ve anılarda bulabileceğini, o kederi halkıyla paylaşırsa üstesinden birlikte gelebileceklerini gördü. Unutmak zorunda değildi hiçbiri; yaşanan yaşanmıştı ve yaralamıştı ama çare unutmakta değil, onları kendini iyi etmek için yeniden hatırlamaktaydı. 

Böyle yapmalıyız belki bizim gibi yaralı olanlar? Eleştiren, hiç susmayan o yargılayıcı sesi ve yankıyı susturamıyorsak -ki bunun çok zor olduğuna inandım artık- o ses konuşurken biz bizi iyileştirecek adımları atmalıyız. Bu gerek geçmişle yüzleşmek gerek onu başkalarıyla paylaşmak olsun. Kim olduğumuzu uzaklarda değil de, kurtulmak istediğimiz ve unutmak için her türlü çabayı verdiğimiz mutsuzluklarda buluruz belki. O kederi kabullenip yavaş yavaş kazıyarak derinliklere iner de, orada büzüşüp kalmış asıl benliğimize kavuşuruz kim bilir. 

Yetu’yla ve onun dünyasıyla birlikte geçirdiğim günler boyunca böyle bir sorgulama içindeydim işte. Bu yazıyı yazarken kapım çaldı ve Türkçeye çevirdiğim bu kitabın yayınevinden beklediğim kopyaları geldi. Kitabın sayfalarını çevirdikçe sanki her cümle beni Derinliklerime çağırdı yine. Sen hastalığın değilsin dedi. O da bir parçan belki, ne var ki kopup gitmesi gereken bir parça. Vedalaşmayı bekleyen. Ve bunun için onu yadsımak, ona sövmek zorunda değilsin; geçmişi unutmak zorunda değilsin. Yetu’nun Hatırlayışlar gününde halkına seslendiği gibi “Hatırlayın. … Ne kadar derinlere gideceğimizi hatırlayın.”

Gerçek beni hatırlamak ve derinliklerimdeki hazineleri keşfetmek için tek başıma çıkmam gereken bir yolculuk var. Daha fazla ertelersem sonunu göremeden nefessiz kalacağım bir yolculuk. Bir süreliğine nefeslerimi sadece kendime (belki bir de arada buradaki cümlelere) saklıyor, bana kucağını açan uplifers.com ailesine şimdilik hoşça kal diyorum. 

Sevgiler…

>İlginizi çekebilir: Tıkanırcasına yeme bozukluğu ile diyetler arasında nasıl bir ilişki var?

Burcu Uluçay
Sözcüklerle, cümlelerle dahası dille uğraşmayı hep sevdim. Bunun üniversitede mütercim tercümanlık okumamda önemli bir payı oldu. 2012’de Marmara Üniversitesi’nden mezun olduğumda bir sene kadar ... Devam