Bedeni keşfetme yolculuğu: İçe gitmeden dışarı açılmak gerçek bir keşif midir?

Yıllardır keşfetmenin hep dışarıda, duvarların arkasında, arka sokakta, başka bir şehirde olduğunu düşündük. Hayatımıza hep yeni deneyimler, yeni yollar ve insanlar girdi. Anlam ihtiyacı ile çıkıp, bir şeyleri keşfedip isimlendirerek “Anladık” tanısı koyduk.
Ama anlamlandırmak ve düşünmek hep zihindeydi. Önceliği hiç bedenimize vermedik. Biraz kulak verip onu pek dinlemedik belki de.

Bedenimdeki hassas yerler nerelerdi? Nereler sıkışmış ve gergindi? Niçin ayaklarım bu kadar sertleşmişti? Yeterince köklenmiş değil miydim? Niçin omuzlarım kaskatı olmuştu? Ya da niçin ayaklarımı içe ya da dışarı basıyordum? Niçin pelvisimi sıkıştırma ihtiyacı hissediyordum? Diz kapağındaki ağrının sebebi neydi? O kadar çok soru vardı ki…

Her beden bir kar tanesi gibidir, hepsinde farklı kayıtlar ve detaylar vardır.
Ama biz kar olduğumuzu anlamak için insanlara, kalabalıklara ihtiyaç duyarız. Çoğunluk içinde fark ettiğimizi düşündük. Ama belki de detaya inmekten korkuyorduk. Gölge yanımızla yüzleşmekten korkuyorduk.
Oysa her bedenin bir gölgesi vardır. Detaylar gölge olduğu zaman çizilmeye başlar. Yüzleşmeden ne korku geçer ne de beden bütünlüğü ve hissiyatı anlaşılır.

Yüzleşmek de emek ister tabii ki, bir çiçeği sular gibi bir düzeni olmalı bu ilginin.
İşte bu noktada kendimize ayna olduğumuzu unutup insanlardan onay aradık. Ben de insan mıyım? Ben şöyle miyim, böyle miyim? Ben seviliyor muyum? Bütün muhabbetlerimizin arasına bu detayları sıkıştırdık. Dışarı sormaktan dolayı içeri olan güveni de kaybettik biraz. Ve hassasiyetimize, kırılganlığımıza duvarlar ördük. Duvarlarla beraber daha da kaskatı oldu bedenimiz. Belki de dışarı karşı kayıtsızlaştık. Bağ kurduğumuzu sanarken hiç bağ kuramadık. Önce kendimizle bağ kurmadan dışarıyla kurmaya çalıştık.

Hayatımız ne kadar kalabalık olursa o kadar anlamlı olduğu düşünülür, her insan bir anlamdır bir yerde… Ama suyu bilmeden de bardak çeşitlerini tanımlamak, görmeye çalışmak biraz uzaktan başlamaktır. Sadece bardakları bilen biri suyun keyfini ne kadar çıkarabilir ki? Suyu ne kadar hissedebilir? Tanımlama yapmak ya da görüp geçmek alışkanlık olur. Kayıtsızlaştıkça iradesizlik de gelir, iradesizlikle beraber aşk kavramının içi boşalır.

Su dolu bir bardak değil, artık sadece boş bardak görmeye başlarız. Çünkü suyun varlığı gitmiş, sadece bardak tanımı kalmıştır.
Bedeni keşfetme yolculuğunun, yeni mekanlar ve insanlar deneyimleyince başladığını sanırız. Ama beden hala kayıt tutmaya devam eder, sana tuttuğu kayıt defterini bu şekilde açmaz.
Ve bir yerde “O kadar insan, o kadar mekan, o kadar deneyim varken neden bu içimdeki boşluk?” sorusu gelir. İşte bardak suyunu kaybetmiştir. Ya da suyu öyle hızlı bitirmiştir ki ne tadını çıkarmış ne anlamıştır.
Bedenlerimizi modern dünyayla beraber hıza alıştırmaya başladık. Ve öyle olması gerekiyor sandık. Tatmin olmak buradan geliyor diye düşündük. Ruh bedenle bütünlük içindedir. Ona zaman ayırmak gerekiyorken, biz onu hep kenara ayırdık. “Daha sonra…” dedik belki de.
Ve bedenin ruh ile iş birliği yaparak tuttuğu kayıtlar, önümüze stres, anksiyete, depresyon, öfke, huzursuzluk, iradesizlik, boşluk gibi türlü türlü şekilde çıkmaya başladı.

Aslında beden sadece bizimle tekrar iletişime geçmeye çalışıyor. Çünkü o her zaman kötü sandığımız hastalıkları getirse bile, cevap vermeye çalışır. İyi, kötü diye ayırt etmez, “Bak bu oldu ve ben bunu hissettim” der.
Bu hisleri ilişkilerimizde de çok fazla deneyimliyoruz. Hızlı tüketmeyi daha fazla keşfetmek, yolda daha hızlı ilerlemek sanıyoruz. Peki, yolda hızlı ilerlemek midir gerçek keşif?
Detayları yavaşça ve dikkatle incelemezsek gerçek bir keşiften bahsedemeyiz. Bir çiçeği, bir ağacı düşünün. Her detayına iyice bakarsın, aklındaki soruları cevaplarsın, yavaşça belleğine yerleştirirsin ve öylece anlamlanır. İşte o zaman gerçek tatmine ulaşırsın.
Ama hızlı tükettiğimiz bu modern düzende hem dışsal hem içsel sorunlar çoğalır. Cinsellik, yüce yaratım enerjisinden tüketim enerjisine geçer. Aydınlanma, kültürümüzün cinsel sorunlarını henüz çözememiştir paradoksal olarak.
Viktorya dönemi insanı o kadar bastırıldı ve suçlandı ki aydınlanma öncesi insanlık cinsel duygular taşıdığında kimse bilmemeliydi, kadını ve erkeği cinselliği yaşasa suçlu olurdu. Ve şimdi ise bu yaşanmadığı zaman suçlu oluyoruz. Cinsellik furyalaşıyor ve cinsellik dışarıdaki ile ilişki sanılıyor. Oysa cinsellik önce kendinle, yaşam enerjisinin bedene yayılışını hissedişle başlar. Ağaç önce içeri ve aşağı köklenir, sonra dalları uzar ve diğer ağaçlara değer.

İçsel dengeyi sağlamak ve bedende huzursuz kayıtlar yaratmamak için bu şekilde doğayı izlemek bile öğreticidir. O kadar ayna varken, biz hep birbirimizin zihinlerine akıl verip irade sağlamaya çalıştık. Ama bu durum, irademizi bozduğu gibi aşk deneyimimizi ve derin keşfimizi de bozuyor.

Rollo May’in dediği gibi: “Batı geleneğinde dört çeşit aşk vardır. Birincisi seks ya da şehvet diye adlandırdığımız libidodur. İkincisi üretme veya yaratma dürtüsü -eski Yunanlıların deyişiyle, daha yüksek varlık ve ilişki biçimlerine gereksinim- olan eros’tur. Üçüncüsü philia veya dostluk, kardeş sevgisidir. Dördüncüsü ötekinin refahı için adanmış sevgi, ilk örneği insanın Tanrı sevgisi olan agapé veya Latinlerin adlandırdıkları biçimiyle caritas’tır. İnsanın her gerçek aşk deneyimi, bu dördünün değişen oranlarda karışımıdır (May, 2010: 41).”

Ve bu dördü işte bardaktaki suyun tadıdır. O sonsuz sevgiyi de hissedebilmek için, önce bu bedeni keşfetmeli. Her hücresine, bedenin her parçasına özenle ve değerle bakmalı. Böylece evim dediğimiz yerin ne olduğunu hem deneyimleriz hem de ruhumuzun inceliklerini hissederek anlamaya başlarız. Kendi anlamımızla diğer aynaların (insanların) karşısına çıkabiliriz, diğer iradelerden etkilenmeden, aşk ile hayatı hissedip, aşk ile aynamızdan yansıyabiliriz. Bu özel (öz ile olmak) vakti kendinize ayırırken, ruh ve beden bütünlük içinde kayıt tutar ve artık defterini size arkadaşça açmaya başlar.

Jung “Dışa bakan rüya görür, içe bakan uyanır” derken gerçek keşfin içe gitmekle, uyanmakla başladığını söylemiş zaten bizlere. O zaman biz de uyanmak için adımlar atalım.

İlginizi çekebilir: Hayatın ve duyguların gelip geçiciliği üzerine: “Anicca” ile tanışın

Serenay Köseoğlu
Serenay 2018'de Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Film Tasarımı bölümünden mezun oldu. Okuldayken film çözümlemeleri ile birlikte, sembolizme ve psikolojiye merak saldı. İnsan zihni ve ... Devam