Açılmayan kapılar ve aşılmayan duvarlar: Hayatın bize çizilmiş sınırları gerçek mi?

Dibi yosun tutan denizlerle ilgilenme, sen dağları seyret! Yenik düşüyorsan özlemlerine aldırma, kalbindeki o uçsuz bucaksız sevgiyi hisset! Işıklar sönmüşse ve karanlıksa, ona da aldırma, ay ışığını seyret! ” – Mevlana Celaleddin Rumi

Hayatta “alındığımız” durumların en başında gelir; açılmayan kapılar ve aşılmayan duvarlar… Bir kere kocaman sınır çizilmiştir önümüzde. Çaldığımızda cevap alamamışızdır, hayat bize istediğimizi vermemiştir… Sonra aşmak isteyip de o duvarları aşamamışızdır, hayat bizlere yine o aşmak için gerekli olan gücü vermemiştir yine istediğimiz bize kısmet olmamıştır…

Nereye gitmek istediğimize bağlı kalmak yerine neden bu engelle karşılaştığımıza bunu hak edip etmediğimize bunun adil olup olmadığına ve aşmanın ne kadar zor olduğuna odaklanırız.

Evet, itiraf edelim alınırız, layık olmadığımızı düşünürüz ya da yeterince iyi olmadığımızı belki biraz daha hiddetlenebiliriz. Bize haksızlık yapılmaktadır, hayat bir tane kapıyı bile önümüzde açacak kadar adil davranmamaktadır. Bizler kurban oluruz, diğerleri, hayat ve var ise Yaradan suçludur… O kapılar açılmamıştır, o duvarlar aşılmamıştır…

Ben bugün bu yazımda sizlerle öyle içimizde kocaman “alınganlıklar” olarak yatan bu gerçekliklere biraz daha yakından bakalım istiyorum. Hayatta bu çaldığımızda açılmayan kapılar aşmak isteyip de aşamadığımız duvarlar küsüp geri döneceğimiz kadar mı orada durur?

Hani o bizim kocaman alınganlıklarımız biraz daha farklı bakmayı gerektiren bu durumlarda gözlerimizi çoktan kör etmiştir işte… Yeniden denemek mümkün müdür, bir kez çaldığımızda açılmayan kapıyı bir kez belki iki kez belki defalarca daha çalmak alınganlık etmekten daha mı zordur? Peki, aşılamayan duvarların etrafından dolanmayı denedik mi alınganlık yapmadan önce biraz daha yükseğe sıçramaya çalışmak başka bir çözüm yolu sunabilir mi?

Anında sarılırız korkularımıza ya yapamazsak ya olmazsa ya gerçekleşmezse… Ve işte kocaman engelimiz önümüzdedir, bizim için kurulmuştur bile.

Ben işte bugün sizlerle birlikte bu gerçekliğe samimi bir ayna tutalım istiyorum, bakalım bizler alınıp da arkasını dönüp gidenlerden miyiz yoksa her ne olursa olsun bu “görünen” sınırların aslında “gerçek” sınırlar olmadığına kanaat getirenlerden mi?

Bu hafta okuduğum ve bu konuda beni daha çok düşündüren bir bölümü paylaşmak istiyorum, bakalım sevgili Mark Nepo Uyanış adlı eserinde bize kendi tecrübesini nasıl aktarıyor:

 …Montreal’de bulunan botanik bahçelerine ve Asya dışındaki en büyük bonzai çeşidini görmek üzere sabah erkenden kalkmış, caddelerden uzakta, yüzlerce dönümlük geniş, yemyeşil, ama oldukça sade Çin Tapınak Bahçesi’ne doğru yürümeye başlamıştık. Burası aslı 1600’lü yıllarda Çin’de yapılmış, 1990 her bir taşı tek tek Montreal’e taşınıp yenilenmiş bir yerdi.

Devasa kapıya yaklaştığımızda kapının kilitli olduğunu gördüm. Burayı görmek üzere 600 kilometre uzaktan, bir başka ülkeden gelmiş ve içeriye girmek için her türlü şeyi göze almış biri olarak panikledim. Oysa Robert olaya doğulu bir bilge tavrında varsayımları değişkenlik gösteren bir bilmeceymiş gibi yaklaştı. Robert bahçenin aşılmaz gibi görünen dış duvarları boyunca yürümeye başlayınca çok sinirlendim. Ama o yüksek duvar boyunca yavaşça ilerlemeye devam etti. Bahçe çok büyük bir alana yayıldığından, onun duvarın sonuna kadar yürüyüp yürümeyeceğini merak etmeye başlamıştım ve bu düşünce beni huzursuz etmişti.

İlk görüş alanımızın dışına çıktığımızda, aniden duvarların ortadan kaybolduğunu gördük. Aslında bahçenin duvarı olmadığı, gördüğümüz yapının, girişteki ön cephe için yanıltıcı bir görünüm sergilediğini anlamıştık. Böylece uçsuz bucaksız açık alanda bizi karşılayan yürüyüş yoluna adım atmış olduk. İlk bakıldığında kaç kapı kapalı ve parmaklıklarla çevrilidir? Gerçek bir hayat sürmek için önümüze çıkan fırsatların kaçında engel yok? Her şey kendimizi ve zihniyetimizi o geleneksel bakış açısından kurtarmaya bağlıdır.

Sizce “sınır” diye bir şeyin olmadığına inandığımızda önümüzde herhangi bir sınır çizilebilmesi mümkün müdür?

İlk karşılaştığımız engelde dehşete düşeriz. Anında sarılırız korkularımıza ya yapamazsak ya olmazsa ya gerçekleşmezse… Ve işte kocaman engelimiz önümüzdedir, bizim için kurulmuştur bile. Neden orada olduğumuza odaklanmak yerine engelin kendisine odaklanırız. Nasıl aşabileceğimize odaklanmak yerine engelin varlığının verdiği huzursuzluğa ve “moral bozukluğuna” odaklanırız. Nereye gitmek istediğimize bağlı kalmak yerine neden bu engelle karşılaştığımıza, bunu hak edip etmediğimize, bunun adil olup olmadığına ve aşmanın ne kadar zor olduğuna odaklanırız. Bizler işte “yola devam etmek” kararlılığı yerine önümüzde duran engele takılıp kendi kendimize muhteşem sınırlar çizeriz… Kapıyı çaldım açılmadı, duvarı aşmaya çalıştım aşamadım der kestirip atarız… Benim sınırlarım bu engelden öteye geçmeme izin vermiyor deriz…

Ya engele değil de gideceğimiz noktaya odaklansaydık? Bu hikayede gördüğümüz üzere sadece nasıl devam edebileceğimize neyi farklı yapabileceğimize ve bu engeli nasıl aşabileceğimize odaklansaydık sonuç aynı mı olurdu? Sizce “sınır” diye bir şeyin olmadığına inandığımızda önümüzde herhangi bir sınır çizilebilmesi mümkün müdür? Bu hikayede görmüş olduğumuz gibi sınırları kabul edip engellerin görünen varlığına yanıltıcı illüzyonuna kapılıp vaz mı geçeceğiz? Yoksa kapıyı çalmaya duvarların etrafında bir çözüm yolu aramaya yani “gideceğimiz” yolun eninde sonunda bizi bekliyor olduğuna inanmayı mı seçeceğiz?

Bugün bu yazımı okuyorsanız buraya erişinceye kadar birçok engeli aştınız bile demektir. Sınırlar, engeller, aşılmayanlar, açılmayan kapılar sadece “cümle içinde” kullandığımız kelime kalıplarından ibarettir, bunun dışında görmekte olduğumuz karşımıza çıkan “engel’” yoktur, sadece gerçekten bakmayı bilelim, yeter ki bizler nereye gittiğimizi her daim hatırlamaktan, solumaktan ve yaşamaktan vazgeçmeyelim…

Sevgili Mark Nepo’ nun yorumladığı gibi “her şey” kendimizi ve zihniyetimizi o geleneksel bakış açısından kurtarmaya bağlıdır.

 

İlginizi çekebilir: Aklımızın sınırları bizim sınırlarımız olur: Ya hayat sınırsızsa?

Pınar Özeken (Ulus)
2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik bölümü ile Kimya bölümlerini bitirdi. Aynı üniversitede Biyomedikal Mühendisliği ve İspanya Pompeu Fabra üniversitesinde master derecelerini ... Devam