Tarsus’ta bir yaz günü
Bir yer için bir seyahat fikri doğduğunda ya da yolculuk yaklaştığında, çok detaylı araştırmalar yaparım. Sayfalarca görülecek yerler listesi çıkar. Ama oraya vardığımda kalbimin attığı yerlerde dururum hep. O yüzden bu yazı Tarsus’ta gezilecek yerlerin uzun ve klasik bir listesi olmayacak. Ama belki sizin de kalbinizde bir iz bırakacak o durakların hikayesi olacak.
Tarsus’a vardığınızda, yüzlerce yıllık tarihi, dini önemi, ev sahipliği yaptığı medeniyetlerin izleri sizi sarıyor. Gözünüzün gördüğü her şey geçmişle fısıldaşıyor sanki. Tüm Tarsus’u görmek ve hikayesini anlamak için zamana ihtiyacınız olacak. Ama bu yazıda çok sıcak bir Akdeniz gününde, sıcağın ve şehrin tam içinde çağlayan Tarsus Şelalesi’ne serinlemeye gidiyoruz önce.
Mersin’in en güzel mesire alanlarından biri. Etrafındaki çay bahçelerinde serin limonataların içildiği, bol gölgeli… Ama asıl büyüsü, suyuna girince başlıyor. Soğuk, turkuaz, berrak ve coşkulu damlalar üzerinizden akıp giderken, Akdeniz güneşinin yakıcılığı bir anlığına unutuluyor. Suyun içinde geçirdiğiniz o anlar, hafızanıza kazınacak bir yaz hissi…
Şimdi “Tarsus’ta ne yenir?” sorusunun cevabını bulmaya gidiyoruz. Humus, kuş gözü lahmacun ve künefe. Her şey olması gerektiği kadar: Sade, gerçek, lezzetli. Restoranlar gösterişsiz ama işlerinde çok başarılı. Saatlerce suda kalmanın ardından kaç tane lahmacun yediğimizi sayamadık bile 🙂
Yemek molasından sonra, Tarsus’un en estetik yerine geçiyoruz. Tarihi Tarsus Evleri. Bambaşka bir zamana ve başka bir şehre düşmüş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Bir yandan, her yerde karşınıza çıkmayacak cinsten bir estetik gözünüzü okşarken, diğer yandan yıllar içinde kendi haline bırakılan geçmişin görkemli konaklarının olası hikayelerine dalıp gidiyorsunuz. Bazıları bakımsız ve yorgunken bazıları hala dimdik.
Fotoğraf makinemde onlarca belki yüzlerce kare. Konakların çatılarından yere kadar süzülen, taş duvarlara sarılmış sarmaşıklar, pencerelerini saran pembe çiçekler, yaşanmışlıklarıyla birbirine komşu 2 yalnız konağın avlularında yükselen ağaçlar… O anın kimyası, kelimelere sığmayacak türden.
Mersin’den ayrılmadan
Kavuran Akdeniz sıcağı, suyun verdiği yorgunluk, tarihi evler arasında geçen etkileyici ama yorucu bir günün sonunda hala gücünüz varsa, sizi harika bir yere götüreyim: Akyar Cemal’in Yeri.
Öyle bir restoran düşünün ki… Önünüzde Mersin’in turkuaz suları, yanınızda tuzlu deniz kokusu. Sudan çıkıyorsunuz ve hemen birkaç adım ötede, kahverengi mütevazı masalarda hazırlanmış bir balık sofrası sizi bekliyor. Sanki kendi yazlığınızdaymışsınız gibi samimi. Her çeşit balık var ve çok güzel pişiriyorlar. Mezeler harika, çalışanlar güler yüzlü. Ve fiyatlar -özellikle bir İstanbullu için- oldukça makul.
Ama burada en çok neyi unutmadık biliyor musunuz? Sarımsaklı, domatesli, bol zeytinyağlı roka salatası. 33 yıllık hayatımda daha iyisini hiç yemedim. Deneyin ve beni hatırlayın 🙂
Günün sonunda, belki de yolumuz düşmese hiç gelmeyeceğimiz Tarsus’tan; kalbimizde, aklımızda ve damağımızda bıraktığı eşsiz tatlarla, hiç aklımızda olmayan bir yer ile kurduğumuz derin bağlarla dönüyoruz.
Yine görüşeceğiz Tarsus!
İlginizi çekebilir: Karadağ’ın kış hali: 3 günlük rota