Mutluluğun yol ayrımı: Sahip olmak mı, parçası olmak mı?

Öyle bir yüzyılda yaşıyoruz ki her yerde mutluluk yazılıp çiziliyor; çeşit çeşit reçeteleri var, hepimiz onu arıyoruz. Büyük resme baktığımızda ise mutluluk vaadinin genel hatlarıyla iki ayrı yaklaşımda toplandığını görebiliriz.

İlk yaklaşımın tüm aktörleri bize, ancak sahip olduğumuzda mutluluğa kavuşacağımızı söylüyor. Hızlı tüketim mallarından otomobile, saç modelinden gidilen kafeye, o ana sahip olmamız, o ürüne sahip olmamız, o akımın içinde olmamız ile mutlu olacağımız mesajı veriliyor.

Tüm enerjimizle peşinden koştuğumuz ve sahip olduğumuz bu mutluluğun bir son kullanma tarihi olduğunu bir kenara not edelim. Unutmayalım ki bir sonraki akıma, bir sonraki markaya kadar sahip olduğumuz şey bize mutluluk verecek. Bu yaklaşımda her ne kadar biz tüketici rolünde olsak da, esas bizim tükenip tükenmediğimiz bir soru işareti.

Aynı yaklaşımın iş yaşamında da yansımasını görüyoruz. Koşmamız gerektiğini, koşmazsak düşeceğimizi ve ezileceğimizi söylüyor bu yaklaşım. Amerikan filmleri uzun yıllardır elinde kahvesiyle, bir yandan asistanından rapor alıp, bir yandan bazı evrakları imzalayarak yürüyen o yöneticinin bize havalı, ideal, hayranlık uyandıran bir portre olduğunu çizdi. Neticede bu da kendi içinde bir akım ve bu akım da diğerleri gibi özünde başarıdan ziyade, imaja odaklanan bir mutluluk türü.

Bu yaklaşımdaki mutluluğu benimsiyorsanız unutmayın, buranın aktörleri var ve onların bir sonraki reklam kampanyasında mutluluk kaynağınız değişecek.

Öteki taraftan bazı ülkeler mutluluğun topraklarından çıktığını söylüyor; ülkelerinin mutluluk sırlarını ve kavramlarını anlatıyor, yazıyor, çiziyor. Japonlar Ikigai ile her güne bir amaç için uyanmamız gerektiğini, anın tadını çıkarmamızın, her şeyi tane tane yaşamamızın altını çiziyor. Kimi Japonlar tek öğünün önemini anlatıp, böylece besinin hem zihne, hem bedene faydasından bahsediyor.

İsveçliler ise Lagom ile yaşamda esas olan dengedir diyor. Kararında bir yaşam ile bir şeylerin peşinden koşmaya ihtiyaç duyulmayacağını söylüyorlar. Yaşam yaklaşımlarında kararında yemek yemek, tüketmek, çalışmak bulunuyor. Bunun için; plastik tüketmemek, altı aylık periyotlar halinde yiyecek hariç bir şey satın almamak gibi alışkanlıkları var. Her 10 kişiden biri vegan ya da vejetaryenliği benimsiyor. Doğayla uyumlu aktivitelerin içinde, kıyafetin statü göstergesi olmadığı bir yaşam şekli onlarınkisi.

Danimarka Hygge ile sıcak bir ortamın insanın ruhuna iyi geldiğine inanıyor. Sofrada beraber yenen yemekler, mumlarla ruhu okşayan sade mekanlar, sevdikleriyle yaşanılan ve sığınak olarak gördükleri yerler onların yaşam alanlarını tasvir ediyor. Şükran, rahatlık, birliktelik gibi duyguları benimsiyorlar.   

İkinci grup mutluluğa baktığımızda sahip olmaktan ziyade, içinde olmayı, parçası olmayı benimseyen bir yaklaşım görüyoruz. Parçası olunacak kültürü “görebilmek” için gerçek bir farkındalığa ihtiyaç duyarız. Mutluluk bir seçimse eğer, bizler gerçekten ne seçtiğimizi görebilmek için farkında olmalıyız.

Popüler kavramlardan ve akımlardan bağımsız olarak, içselleştirerek yapacağımız seçimler bize sürdürülebilir ve bağımsız mutluluğu getirir. Yaşam bir kültür meselesidir, bu kültür sosyo-ekonomik statüden bağımsız hemen her yetişkinin seçimleri ile hayatını yaşayış tarzını yansıtır.

Hepimiz için esas sır neyi içselleştirdiğimizle ilgilidir. Tüketerek birilerine benzemek ve bir yerlere yetişmek de, sadeliğin gücünden beslenerek farkındalığımızı artırmak için çabalamak da bir seçimdir. Tüm yaşamınız boyunca her geçen gün farkındalığınızı artırarak seçim gücünüze ve mutluluk kaynağınza kavuşmanız dileğiyle.

İlginizi çekebilir: Doğuştan gelen mutluluk ortalamasını yükseltmek mümkün mü?

Gamze Nokay
2009 yılında işletme bölümünü bitirdikten sonra farklı kültürlerden beslenmek için 2 yıllığına Londra’ya gitti. Londra’da Kurumsal İletişim eğitimini tamamlandıktan sonra Türkiye’ye dönerek profesyonel iş ... Devam