Bekleme anlarının düşünsel değeri
Zaman, modern hayatın en çok hizaya sokmaya çalıştığı şeylerden biri. Her şey dakikalarla ölçülüyor; çalışma saatleri, teslim tarihleri, uygulama bildirimleri… Haliyle “beklemek” neredeyse verimsizlikle, zaman kaybıyla eş tutuluyor. Oysa belki de en özgür olduğumuz anlar tam da bu boşluklarda saklı.
Zorunlu bekleyişlerin garip bir paradoksu var: Beden hareketsiz kalırken, zihin beklenmedik bir şekilde açılır. Kontrol bizden çıktığında, düşünceler kendi rotasını çizmeye başlar. Bu anlarda zihnin içinde sessizce şekillenen yapılar, farkındalık, sezgi, içsel sorgulama ve yaratıcılıkla dolu olabilir.
Stoacılara göre dış koşulları kontrol edemediğimizde bile zihinsel egemenliğimizi sürdürebilmek bir erdemdir. Aynı şekilde, beklemekten sıkılmak yerine o anı bir düşünce alanına dönüştürmek de bizim hayata nasıl katıldığımızla ilgilidir. Belki hastanede bir sırada, belki trafikte ya da bir uygulamanın yüklenmesini beklerken… Zihninde beliren sorular, aslında kim olduğunu şekillendiriyor olabilir.
Ama ne yazık ki bu bekleyişlerin potansiyeli, günümüz dünyasında sıkça bastırılıyor. Dikkat dağıtan bildirimler, “boşluk kalmasın” diye sunulan içerikler… Hepsi o sessizliği örtmek için. Halbuki tam da o sessizlik, düşünmenin en duru hallerinden biri olabilir.
Bekleme anlarını, zihnin nefes alabileceği küçük molalar gibi düşünebilirsin. Eğer bilinçli bir şekilde orada olmayı seçersen, kendi iç dünyanla yeniden bağ kurma ihtimalin artar. Belki de uzun zamandır zihnine sormadığın bir soru o sırada çıkıp gelir.
Şu an ne düşünüyorsun?
Belki de cevabın seni bambaşka bir yere götürür.
İlginizi çekebilir: Duygusal doğruluk yanılsaması: Modern iş hayatında haklılık arayışı