Almanya Seyahat Notları: Kaderimin yazıcıdan çıktığına kanaat getirdiğim memleket Almanya

Köln almanya
Almanya macerası

Sene 2010… Hemcinslerimden müteşekkil 4 kişilik bir kafile olarak Köln’e gitmek üzere görevlendirilmiştik. İstinye Park’ın daha batısına ilk geçişim de bu zamanlara isabet eder.

Bonn havalimanına indikten sonra taksiye atladık ve otelimize yerleşmek üzere yola koyulduk. İlk defa yurt dışına çıkıyordum ve bu yüzden Paris Hilton’u makyajsız görmüşçesine gözlerimi açmış, pür dikkat her şeyi özümsemeye çalışıyordum. Otobana çıkmadan önce dikkatimi çeken ilk şey etrafımızdaki ağaçlar olmuştu. Yollar dışında her yer ağaçlandırılmıştı. Bunun dikkatimi çekiyor olması bile beni üzmüştü. Bugün herhalde bu üzüntümün üstünden 40 TOKİ daha geçmiştir.

‘İyi de neye benziyor yahu bu yeşilin mimarı zat-ı muhteremler?’ diye aklımdan geçirdim ve göz ucuyla taksiciye baktım. Kendisinin sıfatı Alman insanına duyacağım merakın ilk kıvılcımını çaktı. Acaba bu çakır gözlü, lor peyniri kadar beyaz insanlar bize bahsedildiği kadar soğuk ve mesafeli tipler miydi? Yoksa yine mübalağa sanatında her biri fahri doktora sahibi güzide yurdum insanının dolduruşuna mı geliyorduk? Toplamda 13 haftamı geçireceğim bu gurbet ellerde ‘el’ muamelesi mi görecektim? Acaba misafirperverliğinde bir EU standardı var mıydı?

Pasaport kontrolde, cebimdeki paradan dönüş biletime kadar her şeyi soran bir memur bey vardı – kulakları çınlasın -. Onun kadar sıcakkanlı bir şekilde bize kucak açacaklar mıydı? Peki biz, açılan bu kucağa oturacak mıydık? Yani Avrupalının açtığı her kucak oturulası, birlik olarak yaptığı her hareket katılınası mıydı? (Altını çizdiğim kısmı aklının bir köşesine yaz canım okur. Bunu bir yere bağlayacak ve bu suali cevapsız bırakmayacağım.) Zihnimize hep böyle nakşedilmişti ama ha deyince de olmuyordu ki!

kucaga oturma

Kucaklara gelmek sorunsalı

Daha önce Türkiye’ye gelen Almanlarla münasebetim olmuştu. Hiçbiri bu anlamsız soruların muhatabı olacak insanlar değillerdi. Boyum yetse her birinin soğukta pembeleşen yanaklarını sıkardım. Öylesi sempatikti bu peluş titanlar.

Pekâlâ, saha avantajı insanı değiştirir miydi? Pek tabi! Bilimde bile yeri var ama burası yeri değil (bkz. reptilian complex & tribal instinct). Yine de kısaca özetlemek gerekirse; yabancı olduğumuz bir grubun içinde kabul görmek istiyorsak, bu kitlenin hoş karşılayacağına inandığımız hareketleri yapma eğilimi gösteririz. Daha da basitleştirmek gerekirse, eyyamcılık insanoğlunun genetiğinde var arkadaş!

İşte ilk defa yurtdışına çıkmanın heyecanı ve gerginliği, kafamı böyle garip soruların kurcalamasına sebep oluyordu. Hemen üzerimdeki çaylak toprağını silkmeliydim. Bu niyetle Hohe Strasse’nin kalabalığına dalıverdim.

Hohe Strasse, Köln’ün ‘alışveriş sokağı’ olarak nitelendirilebilir. Eline su dökemez ama sadece kafanızda bir resim oluşması maksadıyla Beyoğlu/İstiklal’e benzetilebilir – tabi bir Asmalı Mescidi yok -. Genci, yaşlısı her akşam bu sokağı dolduruyor. Ancak evrimini tavuktan sonra doğrudan homosapien’e geçişle tamamladığına kâni olduğum Alman insanı sayesinde, saat 20.00 oldu mu bu sokak bomboş kalıyor, o ayrı bir konu.

Ben, sırtımda fotoğraf makinem, kulağımda kulaklık ve elimde kahvem ile yalnız başıma gezmekten çok keyif alırım. Sokakları bu şekilde boydan boya arşınlarım. Bu bağlamda eşime de nadiren rastlarım güzel ülkemde. Lakin burada yalnızca Hohe Strasse’de değil, Köln’ün bütün sokaklarında bu ‘yalnızlık ekipmanı’ ile gezen nice insana tesadüf ettim. Yani bu adamlar kendi ülkelerinde de turist gibi geziyorlar. Neyse, konuyu dağıtmayalım.

Bu ekipmanla dışarı çıktığım akşamlardan birinde şahit olduğum bir manzara beni şu gözlemi yapmaya itti: Garpta ne harp var ne de harap. Açayım:

1. Harp yok: Bütün Almanların suratından huzur akıyor. Sanırsın Köln belediyesi ücretsiz yoga kursu açmış, katılan ilk 500 kişi de nirvanaya eriyor! Yüzlerinden stresin esamesi okunmuyor. Bu ruh halini – içeride ve dışarıda – çatışmasız sürdürdükleri yaşamlarına bağlıyorum.

2. Harap yok: Bugün fotoğrafını çekmediğime pişmanlık duyduğum manzarayı size tasvir etmek isterim; “Yağmur damlaları; üstüne yorgan yaptığı kırmızı kaz tüyü montunda uyumsuz tınılar çalarken, müzikten nasibini almamış kara bulutlara inat gitarıyla geçimini sağlamakta olan evsiz Peter, sabun dükkânının önüne serdiği kartonun üzerinde sevgilisine sarılarak uyumaktaydı.” İşte 13 hafta boyunca Köln’de rast geldiğim en biçare kişi bu sarışın, kirli sakallı Kazanova’dan başkası değildir (Achtung (Dikkat)! Burada ‘kirli’ mecazi olarak kullanılmamıştır).

wifi

Avrupa’nın düşkünü wi-fi bulur kış günü

Peki bu Almanlar ‘evden işe – işten eve’ medcezirinde debelenen sıkıcı insanlar mıydı? Bu sorunun cevabını da sana hayatımın talihsiz sergüzeştler serisinden küçük bir kare ile vermek isterim canım okur.

Hikâyenin başında bahsettiğim üzere, biz 4 bıçkın delikanlı bu memlekete adeta çıkarma yapmıştık. Gençtik, toyduk, bakardık-bakaraktık. Eğlenmek en çok bizim hakkımızdı. Bu düsturla en şık kıyafetlerimizi giydik, duty-free’den aldığımız – ve sonradan şehir içinde daha ucuz olduğunu öğrendiğimiz – parfümlerimizi sıktık. Aramızda saçına fön çekenler oldu. Başarısızlık riski başarıyla minimuma indirgenmişti. O akşam mutlaka felekten bir gece çalacak, çaldığımızı da güzel ülkeme kaçırıp eğlenmek nasıl olurmuş cümle âleme gösterecektik.

Bu motivasyonla bir sürü barın, pubın ve kulübün bulunduğu Hohenzollernring’e doğru yollandık. Hangi mekân daha iyidir, bir türlü karar veremiyorduk. Üstelik her yerde uzun kuyruklar vardı. O an beynimin optimizasyona koşullanmış nöronları birbiriyle öpüştü ve cinsilâtiflerden oluşan 5-6 kişilik bir grubun peşine takılarak LOOM isimli bir mekâna girmekte karar kıldık.

İçeride kimse kimseye karışmıyordu, müzik gayet iyiydi. Hanımefendiler kendi hallerinde, beyefendiler kendi hallerinde takılıyorlardı. Kendimizi tam ritme kaptırmıştık ki DJ bir anda müziği kesti. Eline mikrofonu alan ekürisi bir anda Almanca bir şeyler söylemeye başladı. Almanca bilmiyorduk. Öyle kaba geliyordu ki kulağımıza bu Almanca, söylediği her kelimede şeceremize sövüyor gibi hissediyorduk. Ancak işin aslı pek öyle değildi. Sanki bazı komutlar veriyordu. Çünkü her konuşmanın ardından konfetiler patlıyor, insanlar çığlıklar atarak fondip yapıyorlardı. Komut-çığlık-fondip, komut-çığlık-fondip, komut-çığlık-fondip… (Almanların eğlence anlayışı dahi bir dizi itaat serisinden mi ibaretti?)

Biz ise soğukkanlı bir şekilde olanları izliyor, dâhil olup olmamamız gerektiğinin muhakemesini yapıyorduk. Fakat gelen son komut biraz farklıydı. Çığlıklar tavan yaptı ancak bu sefer kimse içkisini içmedi. Herkes Eros’un oklarına tutulmuş, sarmaş-dolaş olmuştu! Yalnız yine hanımefendiler kendi hallerinde, beyefendiler kendi hallerinde takılıyorlardı! Evet, bir gay-bardaydık ve biz (dört plankton) bunu tam 45 dakika sonra anlamıştık! (Daha sonradan öğrendiğime göre bu kulüp sadece Çarşamba geceleri 10’dan sonra eşcinsellere özel geceler düzenliyormuş.)

Bir arkadaş bize sonradan katılmıştı. Ona yolu tarif ederken ‘Hacı! Hohenzollernring’e gel. Mekânın önünde gökkuşağının renklerinde bir bayrak var, hemen bulursun zaten!’ dediğimde aramızdan herhangi biri bu bayrağın ne manaya geldiğini bilseydi belki bu macerayı hiç yaşamayacaktık. Ama İlber Ortaylı’nın da dediği gibi cahildik, cahil! Yeri gelmişken sizi daha fazla merakta koymayayım: Yukarıda altı çizili olarak yöneltilmiş sorunun cevabı buradaki örnekten de anlaşılacağı üzere ‘HAYIR’dır canım okur. Avrupalının birlik olarak yaptığı her hareket illa katılınası değildir. Kişisine, tercihe göre değişir.

Oradaki eğlencenin arta kalanına dâhil olamayacağımızı anladık ve oradan ayrıldık. Buranın hemen yanında bulunan – ve önünde herhangi bir bayrak olmayan – CLUB DIAMONDS’a girdik. Canlı dans gösterisiyle kalbimizi fetheden bu mekânda gün doğana kadar kaldık.

O zamanlar 5 € giriş ücreti olan mekânın içki fiyatları da oldukça cazip. ‘Gündüz çalışır, gece takılırım,’ diyenlere şiddetle tavsiye olunur.

Samimiyetimiz artsın diye bir sırrımı seninle paylaşmış oldum canım okur. Eğer sen de utandığı bir anısı aklına geldiğinde kulaklarını tıkayıp ‘la la lala laaaa laaaa’ diye bağırıyorduysan şayet, hep bir gönül bağımız vardı zaten.

Bir sonraki yazımda Köln’ün otelleri, biraları (Kölsch) ve Alman insanının ne menem bir şey olduğuna dair fuzuli bilgilerle kafanı şişirmeye devam edeceğim.

 

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız.

Berk Sergün
Berk Sergun // Akademik kariyerindeki birincilikleri taçlandıran plaketlerini paraflayıp geçmiş, sergüzeştler geçirmeye karar verip seyyah olmuş bir kimseyim. Kariyer basamaklarını hızla tırmanırken ¨Bir dakika! ... Devam