Seyahat tutkunları için bir doz ilham: Bahar Akıncı ile dünyanın dört bir yanından hikayeler

Sosyal medyadan arkadaşım olduğu halde bir türlü buluşma fırsatımızın olmadığı Sevgili Bahar Akıncı ile yüz yüze görüşme fırsatı bulabildik en nihayetinde. Üstelik de manidar bir şekilde memleketimiz İzmir’de!

Röportaj konuklarını her zaman özenle seçmeye çalıştığım malumunuz… İllaki merak edeceğimiz konuları, örnek alacağımız dokunuşları barındırıyor olmalı doğasında sorduğum sorular. Bahar Akıncı’ya davet göndermek de kaçınılmaz olmuştu bu bağlamda hazır yollarımız buluşunca.

Çoğumuz onu zaten gerek sosyal medyadan, gerek Hürriyet Seyahat’ten, gerekse envai çeşit seyahat dergilerindeki yazılarından tanıyor ya da takip ediyoruz. Hafif bir yakınlık da duyuyoruz aslında. Zira, samimi ve sık paylaşımlarıyla sanki aramızdan biri gibi… Umarım bir de yüz yüze denk gelir, hoşsohbetini tadar, samimiyetin doğallık ile bileşimine, birikiminse mütevazılık ile çevrelenişine tanık olursunuz onun kişiliğinde siz de.


Urla Enginar Festivali’nde moderatörlüğünü yaptığı etkinlik sonrası buluştuk kendisiyle. Önce Beğendik Abi’de karın doyurduk, ardından Sanat Sokağı’nı turlayıp Avlu’da sohbete koyulduk.

Tüm merak ettiklerimi sordum, hem kendim, hem de sizler adına.

Haydi kahveler hazırsa başlıyoruz laflamaya!

Daha önce sizin bir sözünüzü okumuştum, yazı yazarken hep o gelir aklıma: “Hiç kimse okumasa bile siz yazın, bir gün mutlaka değer görür” diye…

O aslında şöyle bir şey. Beş yıl önce Hürriyet’e yazmaya başladığımda koşarak ve uçarak eve gittim. Babama “Baba ben Hürriyet’ten teklif aldım, Hürriyet Ege’de yazmaya başlayacağım” dedim ve babam da baktı baktı ve dedi ki: “ben sana yazar olamazsın demedim, Cumhuriyet’te yazamazsın dedim.” Sonra benim üzüldüğümü anlayınca da “Üzülme kızım kimse okumazsa bile ben okurum.” dedi. Tabi ben orada daha da yıkıldım! Neyseki sonra birçok insana ulaştı yazılar ama hep onu söylüyorum, kimse okumazsa bile siz yazmaya devam edin, bir gün birisi mutlaka okuyor. Kimse okumasa bile anneniz babanız okuyor…

Siz de sanıyorum ki bir blog yazarak başladınız bu yolculuğa. Nasıl ilerledi hikaye sonra?

2008 yılında Dünyayı Gezen Salyangoz adıyla bir blogla yazmaya başladım. Onun arkasından 2009’da Turkcell Blog Ödülleri yarışmasında ikinci oldum. Sonra dergilerde yazmaya başladım. Travel and Leisure ilk dergi… (“Teklifler mi geliyordu, siz mi başvuruyordunuz” diyorum, açıklıyor.) İlk olarak Turkcell Blog Ödülleri’nden buldular beni. Daha sonra oradaki yazılarımı okuyan yayın yönetmeni “Marie Claire’de yazar mısın” dedi orada yazdım, sonra 2012’de de Hürriyet ile bir araya geldik; Deniz Sipahi, Ege Bölge Temsilcisi ile. O da tesadüfen uçakta benim Marie Claire’de bir yazımı okumuş Nice’e giderken. Uçaktan inince beni aradı “Biz senin gibi bir kalem istiyoruz bize yazar mısın” diye.

Benim çocukluk hayalimdi Hürriyet’te yazmak. Beş buçuk yaşımdayken 1 Mayıs’ta Hürriyet Çocuk Kulübü’ne resim yarışmasına gidiyorum. O gün hem benim doğum günüm hem de Hürriyet’in kuruluş yıl dönümü… Dedem benin doğum günüm olduğunu söyleyince onlar da “bizim de kuruluş yıl dönümümüz, bir kutlama yapacağız siz de kalın” diyor, biz de kalıyoruz. Törende o dönemin genel yayın yönetmeni konuşma yapıyor ve beni kucağına alıyor, sıkıyor. Ben de o kadar çok yemişim ki o gün, üzerine kusuyorum! Yani böyle bir çocuğun Hürriyet’in kapısının önünden bile geçmemesi gerekiyor normalde ama ilginç bir şekilde o günden beri Hürriyet’te yazar olmak istedim. Böyle ilginç bir hikaye…

Peki hep seyahat mi başladı ve seyahat gitti, yoksa zamanla mı evrildi?

Aslında ben metin yazarlığı okudum üniversitede. Hayal gücümün geniş olduğunu düşünüyorum, tabi bu eğitimle olan bir şey değil, içten gelen bir şey ama teknik geliştirebiliyorsunuz. Ben tekniği bildiğim için “kozalak”la ilgili bile yazabiliyorum zorlanmadan. Ağırlıklı olarak seyahat yazmayı tercih ediyorum ama seyahat yazılarım da artık evrildi. Çünkü herkes seyahat yazıyor, herkes gezgin, destekliyorum da. Ama okurken haz alınan şeyler birbirinden ayrılmaya başlıyor. Bunu okur da fark ediyor zaten.

Ben daha çok insan gözlemleri, şehir gözlemleri ve duygu yansıtan seyahat yazıları yazıyorum. Yani ben Hindistan’a gittiğimde çektiğim fotoğrafın altına Wikipedia’dan aldığım bilgiyi yazmıyorum. O an kimden ne öğrenmişsem, Hintli biriyle ne konuşmuşsam, ne hissetmişsem onu anlatıyorum insanlara ve his yazdığım için de yazılar çok okunuyor, ben de bundan çok mutlu oluyorum.

Sosyal medyadan da takip ettiğim üzere sık sık şehir, hatta ülke değiştiriyorsunuz. Bunlar hep Hürriyet’in “git de yaz” dediği yerler mi, yoksa belirli sponsorlarınız var ve zaman zaman seyahat mi ediyorsunuz? Nasıl gelişiyor seyahat fikirleriniz?

Öncelikle şunu söyleyeyim, on beş yaşımdan beri seyahat ediyorum, son beş, hatta iki yıldır tanınıyorum ve bu on beş yılın on üç yılını ele alırsak ben seyahate bir ev parası harcadım, bir araba da değil! Dolayısıyla, bunu her yerde anlatıyorum “merhaba, ben blog açtım hadi beni Vietnam’a uçurun” diye bir dünya yok. Bir sürü kriterin bir araya gelmesi gerekiyor. En çok sorulan soru “Sponsorları nasıl buluyorsunuz?” Benim çalıştığım birkaç tane seyahat sponsorum var. Onlarla da proje bazında iş birliği yapıyoruz. Örneğin Katar Airways benim uzun yol sponsorum, ikinci yılımıza girdik, Pronto Plus ile zaten proje yapıyorum; gastronomi turları. Nissan Türkiye ile de bir rehber kitap çıkartıyoruz.

Bu proje sponsorları bana gökten zembille inmedi, ben gittim “benim böyle bir projem var, hedef kitlesi bu, varış noktası bu” diye anlattım. Bir tek Qatar Airways farklıydı, onların isteğiyle oldu. Böyle bir süreç var. Buna da birlikte karar veriyoruz. Öncelikle benim görmek istediğim rotalardan başlıyoruz. “Yılın hangi mevsimi gidilmesi gerekiyor, çekim şartları neler” gibi değerlendirmeler yapıyoruz. Mümkün olduğunca da ekonomik seyahat etmeye çalışıyorum çünkü ekonomik seyahat eden insanlara ilham vermek istiyorum. Zaman zaman lüks dokunuşlar oluyor sadece. Yani hostelde kalıp şehrin en iyi lokantasında yemek yemeye çalışıyorum mesela. Veya şehrin en lüks lokantasına gitmiyorum da iki masalı şef lokantası buluyorum. Tamamen şartlara göre değişiyor aslında.

Hiç yıllık izin alıyor musunuz tatile çıkmak için? 

2011 yılında kurumsal hayatı bıraktım. Reklam yazarlığı yapıyordum. Ama hep yapmak istediğim şey tam zamanlı seyahat etmekti ve bütün izinlerimi seyahatlerime göre planlıyordum. O zaman benim için ‘izin’ kavramı çok değerliydi, hala öyle. Maaşımı bir iki ay biriktirip uzun seyahat edeceksem bayramla birleştirmek gibi hepimizin yaptığını yapıyordum. O yüzden böyle gezginlere çok büyük saygı duyuyorum. İzmir’de Reyhan Pastanesi vardır, orada İzmirli hanımefendilerimiz sabahtan akşama kadar otururlar.

Bahar Akıncı

Ben de çok özenirdim onlara. “İşi bırakayım buraya geleceğim ve bir buçuk gün hiç kalkmadan oturacağım” derdim. Sonra kurumsal işi bıraktım ve çok yoğun çalışma temposuna girdim. Sonra bir gün, dört ay geçti aradan, toplantıdan çıktım ve öbürüne yetişmem gerekiyor, arabam otoparkta derken kafamı bir çevirdim ve Reyhan Pastanesi ile göz göze geldim. Dedim ki “ben burada oturacaktım”, yani ben çalışmak zorundayım, kurumsal hayat gibi düzenli maaşın yatmıyor. Sorunun tam cevabı oldu mu bilmiyorum ama yıllık iznim yok. Ama zaten benim hayat biçimim seyahat olduğu için çekimi erken bitirdiğimizde o gün benim için tatil oluyor.

Artık tanınmış ve oldukça birikim yapmış bir gezginsiniz. Hiç TV programı teklifi almıyor musunuz? Sizi de bir “Gülhan’ın Galaksi Rehberi” tadında izlemek keyifli olabilirdi…

Bilmem ki? İş oralara daha gelmedi herhalde. İstiyorum tabi ki, çok istiyorum bir seyahat programı yapmak. Aslında bir demo çekimi yapacağız Haziran başında. Yapımcı şirket belli. Bilmiyorum demo çekimi başarılı geçecek mi, ne olacak sonucu… Olursa şahane olur, olmazsa da yazarak hayatımı devam ettireceğim. (Gülüyoruz ve tüm yetkili mercilere buradan seslendiğimizi beyan ediyoruz)

Sosyal medya ve blog çeşitliliğine baktığımızda birçok seyahat yazarı bulunuyor. Sizce sizi farklı kılan neydi/nedir?

Bana sözüne çok değer verdiğim birisi şöyle söyledi “sen kalbinle yazıyorsun, en büyük fark bu”. Duygu karıştırıyorum içine herhalde, öyle düşünüyorum… Konuşur gibi yazıyorum, ‘kim ne düşünür’ diye düşünmüyorum, bir şeye üzüldüysem içimi döküyorum, sevindiğim bir şey varsa onu da paylaşıyorum. Yani bir ‘günlük’ gibi kullanıyorum Instagram‘ı. Takipçi sayım bir yılda iki katına çıktı ve bunda samimi olmanın büyük önemi var diye düşünüyorum. Beni bilenler biliyor, tanıyanlar böyle seviyor. Böyleyim ben yani.

Bir seyahat yazısının olmazsa olmazları nelerdir?

Seyahat bloglarında ilk zamanlar, ulus olarak yeni seyahat etmeye başlamıştık, Barselona yazarken Barselona’nın tamamını yazıyorduk. Artık çok seyahat ediyoruz ve içinde nokta atışlar yoksa genel bir Barselona yazısı insanların ilgisini çekmiyor. Tümden geldik, tüme varmamız gerekiyor. Nedir? Küçük küçük parçaları birleştirmek gerekiyor. Küçük mahalleleri yazmak şu an çok revaçta.

Mesela Türkiye’de Barselona’nın El Born Mahallesi’ni ilk yazan benim Treasure and Leisure dergisine. Öyle bir mahalle olduğunu bile bilmiyorduk. Şu an inanılmaz popüler. Benle ilgili değil ama Barselona’da çok popüler oldu, Türkiye’de de biliniyor. Şimdi Poblenou diye bir yeni mahalle var. Adı da “yeni mahalle” demek. Tüm sanatçılar, tasarımcılar oraya taşınmaya başladı. Mahalle yazmayı çok seviyorum ben. Genel şehir zaten Four Square’de var. Artık orada yaşayanların neler yaptığı insanların ilgisini çekiyor. Lokalleşmek istiyoruz, kendimizi oraya ait hissetmek istiyoruz. Dolayısıyla bunun üzerine oynayan seyahat yazıları okunuyor artık.

Henüz yeni bir etkinlik olan Urla Enginar Festival’i hakkında ne düşünüyorsunuz? Benzer birçok festivale tanık olduğunuzu düşünerek soruyorum…

Çok genç bir festival. Olacak. “Olmuş” diye bir şey yok, zaten bir şeyi sonlandırmanın başını getirmek olarak algılıyorum ben onu. Festival için de geçerli. Tabi ki aksaklıklar var ama dünyanın farklı ülkelerinden şeflerin gelmesi, o insanların alınması, transferleri, stantların kurulması, bir Egeli kadının evinde bütün özeniyle yaptığı yemekleri burada satması, enginara yeni yorumlar katması bana çok değerli geliyor. Çok daha iyi olacak. Demin sahnede de onu söyledim, dünyanın en küçük köylerinin, kasabalarının minicik bir festival fikriyle yüz binlerin oraya aktığını gördüm. Torino’daki “Çikolata Festivali”, İspanya’daki “Domates Festivali” gibi… İnşallah “Urla Enginar Festivali” de Ege için böyle bir festival olacak. “Think global, act local” (evrensel düşün, lokal davran) diye bir söz var, çok seviyorum. Lokal restoranların da yerel olması ve Urla’da olması ve benim onun ayağına gitmem çok daha değerli. 

Gökçen Gökyer olarak benim, Bahar Akıncı takipçi ve okuyucularına iletmemi istedikleriniz nelerdir?

Ben özellikle 20 yaşın üzerindeki kadınlara ilham vermek için yazı yazıyorum aslında. Seyahat etmeleri, dünyayı görmeleri, farklı kültürler, farklı insanlar tanımaları için, kendilerini bulmaları için… Kadınlar değişirse dünya değişecek. Bu yüzden ne kadar kadına ilham verebilirsem, ne kadar kadının sorusuna seyahatle ilgili derman olabilirsem o kadar mutlu oluyorum. Seyahat etmeye ve bunun için imkan yaratmaya, hatta bunun için çalışmaya devam etsinler.

Sevgili Bahar Akıncı’ya çok teşekkür ediyor, Seyahatlerine dahil olabileceğimiz turlar diliyorum!

Çok Sevgiler!

Gökçen Gökyer Sehir Plancı-Blogger
Gökçen Gökyer - Gündüzleri bir Yüksek Şehir Plancısı, geceleri ise bir blogger, bir köşe yazarı. İYTE'de lisans, ODTÜ'de master, HafenCity Universitat'da Erasmus yaptı. Birçok ... Devam