Anne yarası ve bağımlı kız çocukları

Önümüzdeki Pazar anneler günü. Küçük ev aletleri reklamlarının sürekli döndüğü, gözümüzün kırmızı kalplerle boyandığı, sosyal medyada gün boyu sevgi dolu, öpücüklü, çiçekli böcekli bildirimlere şahit olacağımız bir gün olacak.

Anne-kız çocuğu ilişkisinde görünmeyen bir alanda  yaşayanlar da var, size bugün bu ilişkiyi iliklerine kadar farklı duygularla yaşayanlardan bahsetmek istiyorum. Yaşayıp ifade edemeyenlerden. Hem hayatının bir döneminden itibaren çocuk sahibi olma, hem de doğduğu andan itibaren birinin yavrusu olma halinden.

Ataerkil kültürlerden bu yana, nesilden nesile geçmiş, anneannelerimizden annelerimize, onlardan bizlere aktarılan, yani kişinin annesinin soyundan gelen bir yara var, ingilizcede “mother wound” deniliyor, Türkçeye de “anne yarası” olarak çevirdiğimiz bir kavram bu. Kız çocuğunun doğduğu andan itibaren, yıllar boyunca, annesi problemli bir çocukluk, genç kızlık, evlilik geçirmişse, bilinçsizce annesinin inançlarını, davranışlarını, mutsuzluğunu algılayıp, yaşamını bu inançlara göre yaşaması, anneyi sürekli memnun edilmesi gereken bir nesne olarak görmesi ve kişinin hayatında şifalanamaması olarak açıklayabilirim kısaca.

Anneler ve kızları arasındaki bu anlaşmazlığı sandığımızdan çok daha fazla kişi yaşıyor, bu ilişki geleneksel anlamda en ulvi ilişki biçimi olduğundan, anne-kız çocuğu ilişkisinden bu şekilde bahsetmek tabu olarak algılandığından, etrafımızla paylaşmaya çekiniyoruz, saklıyoruz ve zaman geçtikçe bunun karanlığı büyüyor ve kocaman bir taş parçası gibi içimize oturuyor.

Annesinin tüm olumsuz duygularını hisseden kadın, kendini yeterince iyi hissetmediği için kendini sürekli başka kadınlarla kıyaslıyor. Kıyas, kişinin hiçbir zaman kendini kazanmış hissetmediği egosal bir oyun, kendini kimle kıyaslarsan kıyasla, hep kaybedersin. Kişi, kendinde sürekli “yanlış olan bir şeylerin” olduğuna inanır ve kendinden utanır. Güçsüz hisseder çünkü “sevilmem için büyük şeylerin peşinde koşmamalıyım, daha fazlasını istememeliyim, elimdekiyle yetinmeliyim” gibi bir inanca sahiptir. Elindekiyle yetinmek istemediğinde kendini suçlu hisseder. Başkalarını tehdit etmek istemediği için kendi potansiyelini tam olarak ortaya koyamaz. Onların kendine kötü davranmasıyla ilgili toleransı yüksektir çünkü bunun gerekli olduğuna inanmıştır. Ciddi bir alıcıdır. Kimi zaman da fazla katı ve domine eden bir tutum sergiler. Yeme bozukluklarına, depresyona veya türlü bağımlılıklara yatkın bir hali vardır.  Erkek egemen bir toplumda yaşadığımız için nesillerden aktarılan bilinç “kadının yetersiz oluşu” olduğundan bu bilinci değiştirmediğimiz taktirde sonraki nesillere aynı bilinci aktarmamız kaçınılmaz haliyle.

Anne yarasına dönecek olursam; annesinin “ben yeterince iyi değilim” inancını sezen kız çocuğu, bu duyguyu içselleştirdiğinde annesi tarafından onaylanır fakat kendi potansiyeline ihanet ettiğinden yukarıda yazdığım duygu durumlarını tekrarlayarak yaşar. Annesinin “ben yeterince iyi değilim” inancını hissedip içselleştirmeyen ve kendi gücünü ve potansiyelini onaylayan kız çocuğu ise sırf benliğini onayladığı için annesinin kendini reddedilmiş sanacağını bilir. Onun sevgisini ve onayını kaybetmek istemediğinden, duygusal anlamda “hayatta kalabilmek” için de bu kısıtlamaları içselleştirip annesine olan bağlılığını fazlasıyla ortaya dökmek zorunda hisseder. İki örnek de kendi potansiyelini yaşayamaz bu durumda. Bu duygularla yüzleşmeyip, halı altına saklayıp, ilişkilerine hiçbir pürüz yokmuş gibi devam eden kız çocukları da büyüdüklerinde kendileriyle tam anlamıyla tanışmamış, keşfetmemiş ve gerçeğin güzelliğiyle karşılaşmamış oluyorlar.

Birçoğumuz annemize bağlı olmayı, onların yarasına bağlı olmakla karıştırıyoruz ve bu durum kendimizi ifade etmemize engel oluyor.

Başkalarından duyduğumuz cümleler de bu duygulara çok güzel hizmet ediyor:

  • ‘Annenin senin için neler yaptığına bir bak (kişi özellikle babasız bir çocukluk geçirmişse), kırk yıl çalışsan hakkını ödeyemezsin!’
  • Ya da kendi kendimize söylediğimiz sözler: ‘Annem kendini benim için feda etti. Onun istediği gibi davranmazsam bencil olurum. Onu kötü hissettiren bir şey yapmamalıyım.’
  • ‘Ne olursa olsun anneme borçluyum, benim için çok şey yaptı. Eğer böyle davranmazsam ona değer vermediğimi düşünür.’

Hepimiz annelerimizin acısını hissederek büyüdük. Biriyle kurduğumuz ilk ilişki annemizle olan ilişkimiz. Ve en önemlisi tabii. Örneğin ben, şu anda hayatta olmadığından, annemi hatırladığımda ilk hissettiğim duygu onun çoğunlukla öfkeli ve üzgün olduğu. Kendi annesine olan kızgınlığı o kadar büyüktü ve o kadar ifade edilmemişti ki, hem annesiyle hiçbir zaman anlaşamamasına, hem de üzerine gün be gün eklediği diğer olumsuz duygular sebebiyle  çok erken yaşta hastalanmasına sebep oldu. Aynı şekilde kuzenimin de annesinden, o daha 16 yaşındayken ‘ben gençliğimi yaşamadım, sen de yaşama, kız çocuğu dediğin annesine yardım eder, temizlik yapar, gezmeyeceksin, dışarı çok çıkmayacaksın’ diye bağırdığını hatırlıyorum ki emin olun, bu cümleleri en yumuşak haliyle yazdım.

Gerçek şu ki hiçbir çocuk annesini kurtaramaz. Hiçbir çocuk annesinin kayıplarından, tavizlerinden, ona aktarılan bilinçten sorumlu değildir.

Bir de annelerle ilgili; ‘annelik seni zorluyorsa bu senin hatandır. Bir anne olarak sen, etrafındaki her şeye yetişmek zorundasın, bak bilmem kime, kaç tane çocuğu var yine de kadın gık demiyor, ah şimdikiler çok şanslı canım bizde ne bakıcı vardı ne yardım eden vardı, kayınvalidem de sürekli bıdı bıdı başımdaydı, yine de sesimiz çıkmazdı’ gibi yönlendirmeler var. Zamanında çok çektiği için bundan adeta gurur duyan, hikayeleri madalya kazanmışçasına her fırsatta aktaran hemcinslerimiz.

Bir annenin insan olduğunun unutulması ve sırf çocuk doğurduğu için süper kahraman olması gerektiği ile ilgili algılar. Onlardan başarılı bir şekilde evliliklerini sürdürmeleri, çocuklarına iyi annelik yapmaları, mümkünse iyi bir işe sahip olmaları ve eşler için sürekli çekici olmaları bekleniyor. İdeal anne, çocuğunun sürekli yanında olan, onsuz bir yere gitmeyi aklından bile geçirmeyen, eş-çocuk dengesi sürekliliği için kusursuz davranılmaya zorlanan anneler. Kendi hayatını yaşayan kısmına kusurlu, çocuklarına saçını süpürge eden kısmına fedakar anne olarak bakılıyor.

Bu fedakar anne gurubu da eğer yaşamı boyunca isteklerini, duygularını yeterince  ifade edememiş, kendi için pek de bir şey yapamamış tiplerse, özellikle kız çocuklarından yaşayamadıkları hayatı yaşamalarını istiyor. Çocukları kendilerine borçlu hissettirip onayına bağımlı kılmak da bir çeşit manipülasyon. Aslında buradaki tavır çocuğa değil, kendilerinden bunca taviz yapmalarına sebep olan ataerkil düzene olsa da bunu değiştirme cesaretine sahip olmadıkları için diğer nesillere işte aynen bu şekilde aktarılıyor.

Elbette anneler çocukları için en iyisini ister, bundan hiç şüphe yok. Burada demek istediğim, annenin yaşadığı tüm duyguların sorumluluğunu alması, üstlenmesi. Bunun dünyaya getirilmiş bir çocukla ilgisi yok çünkü. Anne duygusal desteği çocuktan almayacak, ondan beslenmeyecek şekilde onu büyütmeli ve yaşadıklarının yalnız kendi seçimleri olduğunu kavramalı. Çocuğu özgür bırakmak için kendi problemini çocuğunun problemi haline getirmemek, kendi hayallerini gerçekleştirmek, hedeflerini takip etmesi için onu kendinden sorumlu hissettirmemek, utandırmamak, kendine mecbur etmemek  gerekiyor. Asıl sorumluluk, herhangi bir manipülasyona girmeden çocuğun seçimlerine saygı duyarak onu büyütmek.

Bu yazımda annelik yarasının kız çocukları üzerindeki etkisinden bahsettim, sanmayın erkek çocuklarını unuttum, haftaya yazının devamı olarak anne yarasının erkek çocukları üzerindeki etkisini yazacağım. Hepinize içinizden gelen şekilde kutladığınız, nasıl istiyorsanız öyle deneyimlediğiniz bir anneler günü diliyorum.

İlginizi çekebilir: İlişkilerde alıcı ve verici dengesi

Sıla Karadoğan
İngiliz Dili Edebiyatı eğitimli, Mutfak Sanatları Akademisi programı sonrası kendi pastanesini açan bir pasta şefi, rafine şekerle vedalaşıp yalnızca kendi sevdiği şeyleri pişiren, okuyan, ... Devam